2010 yılında onunla tanıştığımda bu güzel simanın ancak çok özel bir insana ait olabileceğini tahmin etmiştim. O zaman daha on dokuz yaşındaydı… Onu tanıdığımda ben de o yaşlarda olmuş olsaydım, belki de gençlik rüzgârlarının estiği senelerde kafamı duvarlara vurmak istemeyecektim… Belki büyüklerime daha hürmetli olacak, hocalarımın kıymetini daha iyi bilecektim… Kısacası daha edepli bir genç olacaktım…
Müştak’ı tanımak benim için çok önemli bir hadiseydi… Onun hayat hikâyesini dinlemek, dünyaya bakışını öğrenmek, kitap okumak gibi bir şeydi… Hani hızlı bir hayat yaşarken, bir kitap okursunuz da o kitap sizi yavaşlatır ya! O kitabın dünyasına girersiniz de çıkmak istemezsiniz… Müştak’ı tanımak işte öyle bir şeydi…
Kulluktu hedefi
Hani gençlere sorarlar; “Hedefiniz nedir” diye… Müştak, çocukluktan itibaren dünyevi hedeflere kilitlenen gençler gibi değildi… Artist değildi, havalı hiç değildi… Soğuk bir insan da değildi ama yaşına göre oldukça olgun ve ciddi sayılırdı… O, dünyadaki vazifesinin kulluk olduğunu ve bundan daha mühim bir vazifesinin olmadığını çok iyi biliyordu… Bütün hareketlerini bu bilinç çerçevesinde yapıyordu…
Şimdilerde dünyanın imtihanları karşısında bocalayan genç kardeşlerimi gördükçe, Müştak’ı anlatma hevesim daha da kabarıyor… Onu herkes tanısın, bilsin istiyorum… Hele ki ciddi sıkıntıları olmadığı halde yatıp kalkıp şükretmek yerine, bunalım takılan kardeşlerimin Müştak’ı özellikle tanımalarını istiyorum… Dertlerini gözünde büyütenler, asıl gayeden uzaklaştıkça ıstırabının arttığını hissedenler, Müştak’ın hayat hikâyesinde belki de bir çıkış yolu bulacaklardır…
İsterseniz onu anlatmaya onunla tanıştığım günden başlayalım. Eyüp Sultan’da Mihrişah Sultan Sibyan Mektebi’ndeydim. Müştak, fakirlerin dostu Dr. Mehmet Emin Hoca’ma kaldığı Kur’an kursundaki bir arkadaşından bahsediyordu. Onun ayakkabısının çok eski ve altının da delik olduğunu söylüyordu. Bunu anlatırken tam bir merhamet hali içerisindeydi. Üzüntüsünü gözlerinden ve ses tonundan rahatlıkla hissedebiliyordunuz… Hocam, bir karta not yazarak Müştak’ı ayakkabıcıya gönderdi…
Anadolu’nun bir köyünden gelen fakir arkadaşını bu denli düşünmesi beni çok etkilemişti. “Ben, ben, ben” dememesi, arkadaşı için üzülmesi, onun için dertlenmesi gerçekten erdemli ve diğerkâm bir davranıştı… Peki arkadaşının ayakkabısı olmadığı için üzülen bu asil gencin kendi durumu nasıldı acaba? Sonradan Müştak’ın açlık sınırında yaşayan Bangladeşli bir ailenin çocuğu olduğunu öğrenince, bu davranışının çok daha anlamlı olduğunu anladım.
Müştak’ın hiçbir gelirinin olmadığını, altı yıldır gurbet ellerde anneden babadan uzak yaşadığını da sonradan öğrendim… Hatta yağmurlu bir günde kendisiyle buluşunca şemsiyesinin bile olmadığını öğrenmiştim. Müştak fakir bir gençti fakat fakirliğinden bahsetmeyi seven bir genç değildi… Asla hiç kimseden tek kuruş beklentisi yoktu… İlme yönelmişti, gözü ilimden başka da bir şey görmüyordu…
O günden sonra onunla ara sıra görüşmeye devam ettik. Bir yerlere davet edildiğim zaman onunla beraber gitmeye çalışıyordum. Bir seferinde Genç Dergi’nin iftarına beraber gitmiştik… Eyüp Sultan’da ailemizle yaptığımız sahurda da Müştak yanımızdaydı. Beraber başka yerlere de gidiyorduk. Müştakla bu tür davetlere gidip gelirken İslam fıkhının tartışmalı konularını konuşuyorduk. O yaptığımız amellerin farz mı vacip mi sünnet mi olduğunu benden çok daha iyi biliyordu. Zaten bulunduğu kursta başta Arapça ve Kur’an olmak üzere dini ilimleri tahsil ediyordu…
Soyadı yokmuş
Bir gün Müştak ile birlikte İdris-i Bitlisi Tepesi’ndeki Küçük Hüseyin Efendi’nin türbesini ziyaret ettik. O gün kendisinden bana memleketi Bangladeş hakkında bilgi vermesini istedim. Bu arada doğduğu bölge ve ailesi ile ilgili de sorularım olmuştu. O gün onun bir soyadının bile olmadığını öğrendim. Çünkü Bangladeş’te sadece zenginler soyadı kullanabiliyorlarmış…
Müştak, Bangladeş’in Silet şehrinin bir ilçesinde dünyaya gelmiş. Oranın halkı genellikle pirinç tarımı ile uğraşıyormuş. Ama pirinç orada çok pahalı olduğu için sadece zenginler yiyebiliyormuş… Müştak bulunduğu ilçede sekizinci sınıfa kadar okumuş ve sınıfının birincisi olmuş. Ancak maddi durumu iyi olmadığı için okulunu bırakmak zorunda kalmış.
Kız kardeşi ve anne babası ile birlikte Bangladeş’te fakirlikten dolayı çok zor günler geçirmişler. Evde yemek olduğu günlerde sadece arpa ekmeği ya da arpa lapası yiyebiliyorlarmış. O günleri anlatırken Müştak; “Karnımızın doymadığı çok oluyordu ama hiç yemek bulamadığımız gün az oluyordu… Ayda üç dört gün hiç yemek bulamadığımız oluyordu. Diğer günlerde bir öğün yemek yiyorduk” diyor… Müştak, Bangladeş’te bu durumda yaşayan milyonlarca insanın olduğunu söyledi.
Kendisi on yaşındayken babası çalışmak ve ailesine para göndermek için kaçak yollarla İran’a gitmiş. Bangladeş’te telefonun olmadığı o yıllarda babasından altı sene hiç haber alamamışlar… O zaman diliminde Müştak’ın annesi günde bir öğün yemek ve çok az da bir para karşılığında bir profesörün evinde çalışıyormuş… Babasız geçen o yıllarda da çok açlık çekmişler…
Türkiye’ye gelişi
2006 yılında 16 yaşına giren Müştak babasını İran’a götüren kaçakçılar aracılığı ile Afganistan üzerinden İran’a gitmiş ve babasını bulmuş. Gittiğinde babasının sefalet içerisinde çok zor şartlarda yaşadığını görmüş. Üstelik babası çok hastaymış… Babası onu birkaç gün misafir ettikten sonra; “Burada işçilere çok az para veriyorlar. Sen Türkiye’ye git, orada birkaç sene çalıştıktan sonra Avrupa’ya geç ve orada çalış. Oradan döndüğünde kazandığın parayla memlekette bir iş kurarsın” demiş ve elindeki az parayı da oğluna vererek onu Türkiye’ye göndermiş.
Müştak Türkiye’ye gelince Tahtakale’de beş altı hemşerisi ile birlikte köhne bir evde kalmaya başlamışlar. İlk üç ay iş bulamamış… Onu Türkiye’ye getiren adamlara borcunu ödeyebilmek için çok çalışması gerekiyormuş… İlk önce bir kapı kolu atölyesinde iş bulmuş ancak orada bir ay çalıştıktan sonra maaşını alamayınca işi bırakmış… Sonra “alçıyı kalıplara döküp boyuyorduk” diye tarif ettiği bir süs eşyası yapım atölyesinde haftalık 100 liraya çalışmaya başlamış.
Yedi sekiz ay çalıştıktan sonra sezon bitince o işten de ayrılmak zorunda kalmış… Tekrar birkaç ay işsiz kalmış… Sonra temizlik işçisi olarak bir iş hanında çalışmaya başlamış. Sabah yediden akşam dokuza kadar o iş hanının her türlü işini en güzel şekilde yapıyormuş. İşini iyi yaptığı için de handaki herkes onu tanıyıp seviyormuş… O güne kadar ilk defa anahtarı teslim edebilecekleri bir temizlik işçisi bulabilmişler…
İmamın gözyaşları
Müştak handa çalıştığı süre zarfınca namazlarını hanın yakındaki bir camide kılıyormuş. Bazı zamanlarda da orada Kur’an okuyormuş. Bu dönemde Müştak handaki bazı dükkân sahiplerinin, gayri ahlaki durumlarına şahit olunca, oradaki hadiselere şahit olmanın utancını hissederek bu işten de ayrılmaya karar vermiş. Helallik istemek için her gün gittiği caminin hocasına gittiğinde “Hocam” demiş; “Hakkınızı helal edin, ben bu işten ayrılıyorum, Yunanistan’a gideceğim.”
Bu sözlerini duyan İmam Efendi’nin gözlerinin dolduğunu görmüş Müştak… İnanamamış ve İmam Efendi’nin gözlerine dikkatlice bir kez daha bakmış… İmam Efendi, bu sefer Müştak’a sarılmış ve içli bir şekilde ağlamaya başlamış ve ona; “Müştak’ım sakın gitme… Seni severim, gidersen üzülürüm” demiş. O gün Müştak eve gittiğinde İmam Efendi’nin gözyaşlarını bir türlü aklından çıkartamamış… O gece yüreğinde şimşekler çakıyormuş… “Benim için annem babam bile böyle ağlamazken bu Hoca Efendi niye ağlıyor?” diye uzun uzun düşünmüş… Allah için sevmenin ne demek olduğunu o gün çok iyi anlamış…
Ertesi gün İmam Efendi Müştak’ı bulmuş ve ona; “Sen Kur’an okumak istiyorsun öyle değil mi?” demiş. “Evet, tabi istiyorum” demiş Müştak… “Gece gündüz ilimle meşgul olarak Allah’ın rızasını kazanmak istemez misin?” diye sorunca da “İstemez olur muyum?” demiş. İmam Efendi büyük bir heyecanla; “Bir Kur’an kursunun yöneticileri ile konuştum, artık bundan sonra orada kalacaksın ve ilim öğreneceksin. Bir kuruş ücret de ödemeyeceksin” diyerek müjdeli haberi vermiş.
Müştak o sıralar babasının İran’da üç kere ameliyat olduğunu ve hasta bir vaziyette beş parasız Bangladeş’e döndüğünü de yeni öğrenmiş… Annesi babası ve kardeşi her daim gözünde tütmekteymiş… Ben Kur’an kursuna gidersem, onların hâli ne olacak diye kara kara düşünmeye başlamış. İmam Efendi, anne ve babasına az da olsa bazı yardımları ulaştırabileceğini söyleyince, Müştak bu kursta kalmayı kabul etmiş…
Mahmut Efendi’ye bağlanır
Türkiye’de kalması için yasal izinler alındıktan sonra 2008 yılından itibaren Mahmut Efendi’nin Kur’an kursunda kalmaya başlamış… Müştak Kur’an kursunu ve hocalarını çok benimsemiş. Oradaki edep ve erkana kolay bir şekilde uyum sağlamış… Birkaç ay sonra İsmailağa Camii’nde Efendi Hazretleri’ni ilk defa görmek nasip olmuş. Herkes onu görmek için izdiham yaptığından o gün çok fazla görememiş…
Başka bir gün bir camide icazet törenine katılan Mahmut Efendi’yi orada saatlerce izlemiş Müştak… O günü anlatan Müştak; “Onu gördüğümde böyle alim ve mübarek bir zat ile aynı ortamda olduğum için dünya ile ilgili bütün her şeyi unutmuştum… Onun o güzel halini anlatmaya gücüm yetmez…” demişti. Bunu söylerken de bambaşka bir ruh haline bürünmüştü. Mahmut Efendi’yi çok sevdiği gözlerinden okunuyordu.
Efendi Hazretleri’ni görmesiyle birlikte, gittiği yola olan bağlılığı da artan Müştak artık daha bir heyecan ve gayret ile ilim yolunda ilerlemeye devam eder. Fakat onun yürek acısı hiç bitmez. Çünkü altı yıldır ailesini görememiştir. Ülkesinin yasalarına göre oraya döndüğü taktirde tekrar Türkiye’ye gelmesi mümkün değildir. Yusuf aleyhis selam gibi gurbet ellerde acı çekmeye devam etse de hiçbir zaman Allah’a şükretmeyi terk etmez.
Bangladeş’e dönüş
İntisap ettiği Kur’an kursu Eyüp Sultan’da olduğu için Allah dostu güzel insan Dr. Mehmet Emin Hoca ile de tanışma imkanı bulur. O dönemde Dr. Mehmet Emin Hoca, İlim Yayma Cemiyeti Eyüp Sultan şube başkanıydı ve Eyüp Sultan Camii’nin yanı başında Mihramah Sultan Sibyan Mektebi’nde faaliyet gösteriyordu. Ben de yanında altı ay kadar çalışmıştım. Müştak’ı da zaten o dönemde tanımıştım. Hakkında yazılar yazdığım Abdulmuttalip Haznevi, Şerafettin Amca, Mustafa Fevzi Amca, Kuşçu Dede ve Aşık Kul Gazi’yi de yine bu dönemde tanımıştım.
Bu okumuş olduğunuz yazıyı da ilk olarak 2012’de yazmış ve dönemin önemli kültür sanat sitesi dunyabizim.com’da yayınlamıştım. Bu site rahmetli Asım Gültekin Abi’nin efsane bir hizmetiydi, sonra maalesef bu site kapandı. Daha sonra ilavelerle düzenledim ve yazı bu hale geldi. O yıllarda site çok okunan bir yayın organı olduğu için Müştak’ın hayatını okuyup etkilenenler çok olmuştu. Nedense bu yazıyı okuyan herkesin ona kanı kaynamıştı.
Bir yardım kuruluşunun yetkilileri de yazıyı okuyup Müştak’la tanışmak istemişler. Hasılı kelam Müştak’ı memleketine götürmek istemişler. Bunu da bana Müştak sevinçle haber vermişti. Bir müddet sonra yardım kuruluşu bütün işlemleri tamamlayıp Müştak’ı Bangladeş’e götürdüler. Gideceği gün son bir kez Fatih Çarşamba İsmailağa Camii‘nde görüştük. Üzerinde hiç bir zaman görmediğim yeni bir elbise, başında da yeni olduğu belli olan bembeyaz bir sarık vardı.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.