Kaynarca’da oturduğum evden Bağlarbaşı’ndaki Yüksek İslam Enstitüsüne gitmem gayet zor oluyordu. Sabah namazını kıldıktan sonra basit bir kahvaltı yapar ya da yapamazsam bir kaşık bal yerdim, hemen elbisemi üstüme giyip kitaplarımı çantama koyup, dört kat aşağı indikten sonra yine koşar adımlarla banliyö trenine 2 km yürürdüm. Banliyö treni Gebze’den çıkar, üç beş durak geçtikten sonra Kaynarca tren istasyonunda dururdu. Ben de orada trene binerdim.
Okula ilk başladığım yıllarda trene vardığım zaman, trende mutlaka boş yer olurdu. Çünkü tren daha Gebze’den yeni çıkmış olurdu. Ben de boş bir yer bulur oturur, kitabımı açar, ders çalışarak 27 km yolu kat ettikten sonra, son durak olan Haydarpaşa tren istasyonunda inerdim. Tren her durakta durup kalktığı için, yaklaşık Haydarpaşa garına 1 saatte ulaşırdı. Bazen de Pendik ya da başka duraklarda tren geçişlerini beklemek için rötar yapardı; o zaman tabi ki daha da geç kalırdık.
Yollar bitmiyor
Haydarpaşa’da trenden indikten sonra yaklaşık olarak 2 ya da 3 km yine koşarak yürür, Kadıköy otobüs durağına ulaşırdım. Kadıköy’de otobüse bindikten sonra otobüs şoförü, otobüsün yolcularını biraz bekler, sonra yola koyulur. 12 durak sonra ancak Boğaziçi Köprüsü’nün baş tarafına yakın olan Üsküdar’ın tepesindeki Bağlarbaşı Semti’ne ulaşırdı.
Okuluma ulaşmak için otobüsten indikten sonra yine bir süre koşardım. Nihayet binaya ulaşınca katları çıkar, sınıfıma yorgun argın bir şekilde varmış olurdum. Böylece yaklaşık 35- 40 kilometrelik zorlu bir parkuru geçerek hedefe ulaşırdım. Aynı yolu akşam okul bittikten sonra tekrar kat ederek evime varırdım. Hafta içi her gün bu şekilde okul hayatım devam etmiştir.
Bazen belgesellerde görüyorum; Afrika’da, Uzakdoğu’da bazı ülkelerde çocuklar çok zor yollardan geçerek okullarına ulaşıyorlar. Fakat kendi ülkemden bahsedecek olursam, bugünkü durumda bizim çocuklarımız burnunun dibindeki okula gitmemek için bahane arıyorlar. Bin bir türlü bahane uyduruyorlar. Yani bu gibi şeylerden ibret almak gerekir diyorum. Onun için bu anlattıklarımı genç kardeşlerim can kulağı ile dinlesin diyorum.
Kuru fasulye
Artık 24 yaşına gelmiştim. Annem habire beni sıkıştırıyordu; “Oğlum ne zaman evleneceksin?” diye. Zaten yaşım büyük olduğu için beni ortaokul ikide evlendirmeye çalışmışlardı. Erteleye erteleye, oyalaya oyalaya fakülte birinci sınıfa kadar gelebilmiştim. Tabii bu kadar yolu kat edip okula gidip gelmek ayrı bir zorluk… Yemeğini yap, çamaşırını yıka, temizliğini yap, bulaşığını yıka, elbiselerini ütüle; bunlar hep bana kalan şeylerdi. Bunlar da zor gelmeye başlamıştı artık.
Anacığımın köyde kendi elleriyle yetiştirip hazırladığı ve bana gönderdiği kuru fasulyeden yemek yapmak için bir akşam teşebbüse geçtim. Kuru fasulyeleri aldım, bir miktar kaba koydum, yıkadım. Sonra tencereye koydum, suyunu da koydum, kapağını kapattım, haşlamak için pişmeye bıraktım. Evde yiyecek başka yemeğim de yoktu. Kuru fasulyenin pişmesini bekliyorum. Okuldan gelmiştim açtım, yorgundum, vakit de bir hayli ilerlemişti. Tabi kuru fasulye çabuk pişen bir yemek değil… Kapağı açtım, pişti mi diye baktım kuru fasulyeler öylece koyduğum gibi duruyor.
Velhasıl o gece bilmiyorum birkaç defa su kaynattım, tencereye koydum. Tencere neredeyse yandı, fasulye hala pişmedi. Sabah yakın olduğu için, karnım iyice acıktığı için, artık tencereyi indirdim. Bir tabak fasulye koydum. Yarı pişmiş şekilde öylece yedim. Ya da o şekilde bırakıp yattım belki de tam olarak hatırlamıyorum. Bir saat uyudum uyumadım derken sabah ezanı okundu…
Ertesi gün fasulye hikâyemi Ayşe Teyze’ye anlattım. Ayşe Teyze; “Yavrum sen yanlış yapmışsın, önce fasulyeyi suya koyacaksın, bir gün önceden fasulye ıslanacak, yumuşayacak, ondan sonra pişireceksin” dedi. O gece ben hem okuyup, hem de bu işlerle uğraşmanın zor olduğunu anlamıştım ve artık evlenme yaşımın geldiğini düşünerek, kendime uygun bir eş bulursam inşallah evleneyim diye kararımı verdim.
Tevafuka bakın
Seksenli yılların başında askeri ihtilal yeni yapılmış, -bugünle kıyas edilsin diye söylüyorum- iletişim o kadar sınırlı ki… Benim memleketteki kendi köyüm yaklaşık 200 hane olmasına rağmen, köyümüzde bir tane telefon vardı; o da köyün muhtarının evindeydi. Ben önemli bir durum olsa, annemle babamla ya da köyden birisiyle görüşmek istesem, bir gün önce muhtarı arıyorum; “Ben falancayım, babamla ya da annemle görüşmek istiyorum. Lütfen haber verin, yarın akşam falan saatte orada hazır bulunsunlar, onlarla bir görüşeyim” diye söyledikten sonra ancak irtibat kurabiliyordum.
Diğer bir haberleşme aracımız ise mektuptu. Mektup yazarsak cevap alırdık ya da bize mektup yazılırsa cevap yazardık. O da belki bir haftada ya da iki haftada gider gelir belli olmazdı. Mektuplaşma adresimi okula vermiştim, gelen mektuplarım okula geliyordu. Ben gidip oradan araştırıp, seçip, bakıp alıyordum. Hiç unutmuyorum bir Cuma günüydü, okulda derslerim bitmişti. Tam okuldan çıkarken baktım postacı okula mektupları getiriyor. Geri döndüm mektuplara baktım, hakikaten bana da birkaç mektup gelmişti.
Onları alıp çıkarken arkadan birisi bana; “Bakar mısın” diye seslendi. Döndüm karşılık verdim. “Senin ismin Rüstem Kılıç değil mi” dedi. “Evet” dedim. Ben de kendisini bir anda tanıdım; Espiye’den benim hemşerimdi. Bizden dört sene önce Trabzon İmam Hatip Lisesi’nden mezun olmuştu. Bu zat Erzurum İslami İlimler Fakültesi’ni bitiren Hasan Ali Hoca idi. Bizim okula geliş sebebinden bahsetti. Erzurum’dan hocası olan Dr. Râşit Küçük Hoca bizim okula tayin olunca, Hasan Ali Hoca da; “Ben belki Râşit Hocamda yüksek lisans yaparım” diye görüşmek için gelmiş ve Hocayı bulamamış.
Okuldan çıktık, oturup şöyle biraz sohbet ettik. Kendisiyle sohbet ederken memleketten bahsettik ve evlenmek istediğimi, evlenmeye karar verdiğimi söyledim. Kendisinin de dayısının bir kızı olduğunu annem bana bahsetmişti. “Ben daha hiç görüşmedim ama acaba gidip görüşsek mi? Nasıl birileri? Bize uyar mı?” diye sordum. Şaka yollu; “Hocam dayım iyi insandır, kızları da iyi yetişmiştir, gelirsin görüşürsün. Hatta bize de gelirsin misafirimiz olursun. Olmazsa ailemizden de evlenme yaşında kimseler var, onlardan biri ile de evlenebilirsin, memlekette kız mı yok“ dedi.
Teşekkür ettim, ayrılacağımız sıra kendisine; “Eğer otelde kalıyorsan benim evim gayet müsait sizi misafir edebilirim” dedim. Meğer bizim okul yakınlarında halası varmış, ona söz vermiş, orada kalacağını söyledi. Birbirimizle helalleşip ayrıldık. Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir, aslında tesadüf gibi görünür ama her biri kaderin birer cilvesidir. Bu görüşmemiz de bir tevafukmuş, şimdi meseleyi daha iyi anlarsınız.
İlk adım
Birkaç ay sonra okul ara tatile girdi. Ben de memlekete sılayı rahime gittim ve köye varıp birkaç gün dinlendikten sonra, anneciğime meseleyi açtım. Annemi de alarak Espiye’ye kız araştırmak için yola koyulduk. Sonra Hasan Ali Hoca’nın Espiye yarı açık ceza evinin karşısındaki evini bulduk ve kendisine misafir olduk.
Hasan Ali Hoca ile öğrenci iken tanışık olmamız işe yaradı. Ailenin büyük kızı Fatma hanımla birbirimizi gördük, beğendik ve evlenmeye ilk adımı atmış olduk. Ailelerimizin de tanışıp onaylamasından sonra hemen bir nişan yaptık ve evlilik hazırlıkları başlamış oldu. Müftü Efendi’yi davet ederek aile büyükleri huzurunda dini nikâhımızı oracıkta kıydık.
15 gün içinde evlilik hazırlıklarımızı tamamlayıp, düğün yapmak için Espiye düğün salonundan gün aldık. Evlilik davetiyelerimizi bastırıp dağıttık ve düğünümüzü 1982 yılının 28 Şubat günü yapmış olduk. Düğün salonuna belediyenin nikâh memurunu davet edip, resmi nikâhımızı da kıydırıp, eşimle köyümüze ailemin yanına çıktık. Birkaç gün misafir olduk sonra da İstanbul’a döndük.
Burada yeri gelmişken şunu söyleyeyim: Evliliğin çok zorlaştırılmaması lazım Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde; “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, sevdirin nefret ettirmeyiniz” buyuruyor. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’inde; “Nikâh yapıp evlenin Allah sizi zenginleştirir” buyuruyor.
Rızık Allah Teâlâ’dandır
Evlilikte hamdolsun 40 yılımızı tamamladık. Faziletli bir aile oldukları için eşimin ailesi bana; “Geçiminizi nasıl temin edeceksiniz” diye sormamıştı. Ben rızık konusunda Rabbime güveniyordum, Allah Teâlâ’ın bize bir yol göstereceğinden adım gibi emindim. Günümüzde yapılan evlilikler çabucak bozuluyor. Sanıyorum maddiyat gözetliyor. Niye evimiz yok, niye arabamız yok, onda var bizde niye yok! Ondan sonra aileler zorluk çekiyor, eğer çocuk varsa çocuklar arada perişan oluyor. Oysa evlilik akdi Allah’ın adına söz verilerek, iyi günde, kötü günde beraber olmak üzere yapılıyor. Maalesef nikâhtan sonra bu sözler unutulup, çabucak bozuluyor.
Ankara’da öğretmenlik yaparken bir ara idarecilik yaptım, müdür yardımcısı oldum ve okulda en çok problem çıkaran çocukların aileleri boşanmış olan çocuklar olduğunu gördüm. Çocuk okula gidiyorum diye annenin ya da babanın yanından çıkıyor ama okula gitmiyor, devamsızlık yapıyor, sonra da başka şeyler yapıyor, uyumsuzlukları oluyor, arkadaşlarıyla kavga ediyor yani çocuk anne babasının ayrı oluşunu bir türlü kabullenemiyor ve bu da psikolojik sorunlara sebep oluyor.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.