Uludere’de bir gonca…

Nuh aleyhis selam’ın şehri Cizre kışın ortasında olmasına rağmen sıcak bir yerdi. Oradan transit minibüslerle Şırnak’a geçtim. Şırnak alabildiğince karlıydı. Sırtımdaki yün yorganım ve elimdeki çantamla Uludere minibüslerinin durağını buldum. Yollar karlı olduğu için saatlerce bekledikten sonra bir minibüsle yüksek dağların arasındaki virajlı yollardan geçerek Uludere’ye ulaştım. O zaman ömrümün üç yılından fazla bir dönemini orada geçireceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Daha sonra bu minibüsleri birçok kereler saatlerce bekleyecektim…

Uludere’de öğretmenlerin kaldığı eski küçük bir öğretmenevine yerleştim. Diğer öğretmenler sözleşmeli olduğum için bana gariban gözüyle bakıyorlardı. Üç yıl zarfında oradaki öğretmenler ve milli eğitim müdürü dâhil idarecilerle çok sıkıntılar yaşasam da hayatımın en güzel dostluklarını yine bu ilçede kurmak nasip oldu. Öyle ki iki dağın arasında hapsedilmiş olan bu köy görünümündeki ilçede kalmanın tek güzel tarafı orada tanıştığım bu güzel insanlardı.

Güzel insanlar

Fizikçi Halil, Matematikçi Hasan, Tarımcı Yücel, Çaycı Osman, Veteriner Sezar Abi, Noter Metin Abi ve Kaloriferci Ramazan… Bir de Seyda ile tanışmıştık ki okulumuzun az ilerisindeki bir camide irşat faaliyetlerini yürütüyordu. Herkesin sevdiği saydığı bir şeyh efendiydi. O kadar insanın içerisinde adeta nur gibi parlıyordu. Cuma namazını bazen onun buluduğu camide kılıyordum. Ardından bölgenin cömert insanlarından Salih Amca’nın evine yemeğe geçiyorduk. Şeyh Efendi ile aynı ortamda olmak ne büyük saadetti.

Şeyh Efendi yemekte bana; “Bizim camide Hutbe Kürtçe, merkez camiinde Türkçe, neden bu camiye geliyorsun?” diye sorduğunda; “Hutbeyi anlamasam da sizi görmek ve duanızı almak için geliyorum” demiştim. Hakikaten de onun bulunduğu camide namaz kılmanın şaşırtıcı bir huzuru vardı. Hani her yerde telefon hattınız çekmez, bir yere gidersiniz sadece orada çeker ya, işte onun huzuru aynen öyleydi. Uludere’nin çekim kuvveti en yüksek olan menevi noktası orasıydı.

Ramazan ondan saygıyla çekiniyor ve onun bazen de celalli olduğunu söylüyordu. Fakir ise her seferinde onu çok tatlı bir tebessüm haliyle görüyordum. Özellikle maneviyata aç kaldığımı hissettiğimde onun bulunduğu camiye gidiyordum. Camiye gitmek için güzel bir yokuş çıkmamız gerekiyordu. Yine bir gün o yokuşu tırmanıp namaz sonrası huzuruna vardığımda ellerini öperken o da beni başımdan öpmüştü. O gün bana şu ayeti hatırlatmıştı: “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.” (Talak, 3) Başka söze tabiki de gerek kalmamıştı.       

Dere kenarında

Bir derenin kenarında ismini anmak istemediğim bir okulda göreve başlamıştım. Ne gariptir ki yıllar sonra İstanbul’da çalıştığım okul da derenin kenarındaydı ve aynı ismi taşımaktaydı. Öğrenciler köylü çocuklarıydı, temiz insanlardı. Keçi sütü ile beslendikleri için zeki çocuklardı. Sadece bir sınıfın derslerle alakası yoktu, onlara da cips falan alıp gönüllerine giriyordum. Öğretmen ve diğer memurlara gelince maalesef onlar ön yargılıydı. Öğretmenlerden, dağlarda öldürülen askerlerimizden sanki öğrenciler sorumluymuş gibi davrananlar vardı. Bayram namazından sonra benim dışımda hiçbir öğretmenin halkla bayramlaşmadığına şahit olmam, bu önyargının boyutlarını gözler önüne seriyordu.

Uludere genelde fakir insanların olduğu bir yerdi. Halktan tanıştığım, muhabbet ettiğim insanlar oldu. Arkadaşlarımla ilk ayrışmalarım da zaten bu konuda oldu. Ara sıra öğrencilerimin velilerinin evlerine yemeğe gitmem içten içe rahatsızlık veriyordu. Yine de halktan kaçmadım, onların yaşadıkları haksızlıkları kendi ağızlarından dinledim. Maddi sıkıntısı olan bazı insanları Kaymakam Bey’e birebir iletiyordum. Bu durum ateist mili eğitim müdürünün hiç hoşuna gitmiyordu. Öyle ki bir sözleşmeli öğretmen olan beni bir köye sürmek için resmi yazı yazmış, ancak Kaymakam Bey’in duvarına tosladığı için amacına ulaşamamıştı.

Bir sene sonra kadroya geçme hakkını kazanınca, bu milli eğitim müdürü, “senin konuşma hakkın yok” diyen okul müdürü ve beni odasından kovan müdür yardımcısı şahit olanların söylediğine göre kıpkırmızı olmuşlar. Öğretmenevinde cemaatle namaz kılmamızdan hazetmeyenler ve buna engel olmak isteyenler vardı. Maalesef onlar yeni namaza başlayan arkadaşları tedirgin etmiş ve amaçlarına ulaşmışlardı. Nitekim Rabbimiz ayetinde “Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?” (Alak, 9,10) diye soruyordu.

Gönlüyle dinliyordu

Aslında bunlar çok da önemli meseleler değil, benim size asıl anlatmam gereken Sabiha’nın hikâyesinin yanında. Okulun tek altıncı sınıfına derse girdiğimde, ön sırada oturan Sabiha sınıfta ilk aklımda kalan sima olmuştu. Çünkü öyle bir ders dinlemesi vardı ki onun o heyecanını, o güler yüzünü, o mutluluğunu anlatmaya gerçekten de kalemimin kudreti yetmiyor. Beni şimdiye kadar böyle gönlüyle dinleyen başka hiçbir öğrencim olmadı. Ve beni onun kadar seven de bir öğrencim olmadı herhalde.

Sabiha’nın babası Uludere’nin en mazlum, en güzel insanlarından birisiydi. İki üç saat yol yürüyerek dağlara tırmanıyor, bir katır yükü odun yüklenerek onu da iki buçuk porsiyon döner parasına satıyordu. Kısa boylu, sessiz, sakin yaşlı bir adamdı. Üstelik de bazen bir ay süren hastalıkları yüzünden yataktan kalkamıyordu.

Sabiha’nın annesi ise köyün en çok misafir seven kadınıydı. Haftada en az dört kere beni yemeğe çağırıyordu. Ben de haftada bir veya iki kere onlara yemeğe gidiyordum. Yemeğe gittiğimizde “kutilik” adlı yöresel içli köftelerini hazırlamış oluyorlardı. Yemekten sonra bir dakika boş bırakmadan, cevizler ve üzümler, sütler ve çaylar art arda bir birini kovalıyordu. Sırtıma koydukları üç dört tane kocaman yastık ve ikram olsun diye sobaya attıkları odunlar sayesinde adeta kavruluyordum. Atmayın demenin bir faydası yoktu.

Sabiha’nın ablaları, abisi ve küçük kardeşi Mevlüde’den bahsedemeyeceğim çünkü onlar hakkında da söyleyecek o kadar çok şey var ki… Ama şunu bilelim Sabiha’nın babası bütün çocuklarının önce Kur’an’ı öğrenmelerini istemiş. Sabiha ve kardeşleri Kur’an’dan hiçbir zaman uzak değillerdi. Uludere’de gördüğüm en dindar ve samimi ailelerden birisiydi. Ve ailenin herbir ferdi ayrı ayrı değerli idi.

Bir hediye

Bir gün caminin kapısında Mushaf, elifba, teşbih ve takke satan merkez caminin Afyonlu müezziniyle karşılaşmıştım. Bana tayininin çıktığını elindeki malları aldığı fiyata satmak istediğini söyledi. Ben de bunların hepsini aldım. İçlerinden bir tane Kur’an Mushaf’ını Sabiha’ya hediye ettim. Bu Mushaf’ın ne olduğunu yazının sonunda öğrenmiş olacaksınız.

Sabiha altıncı ve yedinci sınıfı birincilikle bitirdi. Sekizinci sınıfta ise beni başka bir okula görevlendirdiler. Sonra o okulun müdürü ile de anlaşamayınca tekrar eski okuluma geri döndüm. Sabiha ise artık lise bire başlamıştı. Uludere tuhaf bir yerdi, lise çağındaki kızlarda başörtüsü takma diye bir durum yoktu. Yalnız Sabiha ve birkaç arkadaşı başörtüsü kullanıyordu. Ben bu süreç içerisinde Sabiha’nın ailesiyle ve Seyda ile iletişimimi devam ettirmiştim.  

Sonra Sabiha lise birin ikinci döneminde iken ben İstanbul’a geçtim. Beni ara sıra çaldırıyor, ben de onu arıyordum ve konuşuyorduk. Bana heyecanlı bir şekilde okuldaki ve ilçedeki olan biteni anlatıyordu. Bazı haksızlıklara tahammül edemiyor, çok üzülüyordu. Terör örgütüne sempati besleyen arkadaşları ile saatlerce tartıştığını da anlatıyordu. Ben onun samimi bir insan olduğunu bildiğim için onun konuşmalarını sabırla dinliyordum.

Bir gün lise birin sonundayken kaymakamlık çalışkan öğrencileri İstanbul gezisine getirmişti. Bana telefon etti, ancak grubu Eyüp Sultan’dan ayrıldıktan yarım saat sonra Eyüp Sultan’a ulaştığım için kendisini göremedim. Fakat kendisi Eyüp Sultan’da değerli büyüğüm Dr. Mehmet Emin Bey ile o gün tanıştı. Sabiha bana telefonda şöyle dedi: “Hocam İstanbul’u görmem için dua etmiştiniz, bugün çok şükür nasip oldu.” Bir sene sonra bir kez daha bir öğrenci gezisi ile Sabiha İstanbul’a geldi. Bu sefer onunla Eyüp Sultan’da görüşebildik.

Hasta ziyareti

Sonra yaz tatili girdi ve Sabiha seneye üçüncü sınıfa geçecekti. Ama yaz tatilinde bir hastalık musallat olmuş, Şırnak, Diyarbakır ve en son İstanbul Çapa’da aylar süren bir tedaviye girmişti. Daha önce de karnının çok şiddetli argıdını bana hep söylerdi. Bir kandil günüydü, Dr. Mehmet Emin Bey ayakta duramayacak kadar yorgundu, kendisine bu gün yapabileceğimiz en güzel ibadetin hasta ziyareti olacağını söyledim. Bunun üzerine beraber Çapa’ya Sabiha’yı ziyarete gittik.

Sabiha yirmi kilo kadar zayıflayıp küçülmüştü. Beni görünce ağladı. Mehmet Emin Hocam ona hastalar risalesini okudu. Bize; “Burada namaz kılamıyorum, her tarafımda hortumlar var” diye dert yandı. Mehmet Emin Hocam da kendisine teyemmüm ile kılmasını söyledi. O bundan sonra teyemmüm ile kıldı namazlarını. Ama başını kaldırmaya bile dermanı olmaksızın.

O günden sonra her gün bir kaç sefer telefonla görüştük. Artık ağrılara dayanamadığını söylüyordu. Karnında delinmedik yer kalmamıştı. Ara sıra da bana mesaj atıyordu. Hala telefonumda sakladığım mesajlardan birisi de şu şekildeydi: “Üç günlük dünya için gayret üstüne gayret. Ebedi bir yaşam için gayret yok hayret.” (Necip Fazıl Kısakürek)  

Yine bir gün Eyüp Sultan’dayken Sabiha çaldırmış ve ben de onu aramıştım. Mehmet Emin Hocam da selam söylemiş ve duasını istemişti. Bana o gün kendisini başka bir odaya aldıklarını, artık hiçbir şeye dokunmalarına bile izin vermediklerini, iki gündür bir damla bile su vermediklerini söyledi. O gece Sabiha dizlerinde dermanı olmadığı halde bir kuş hafifliğinde bir melek kız olarak ablasıyla bir tartışma yaşıyor. Sabiha ısrarla yerde seccadede iki rekât namaz kılmak istiyor. Fakat durumu kesinlikle buna müsait olmadığı için ablası izin vermeyince yine yatağında kılıyor.

Ertesi günü Nimetullah Yurt Hoca Efendi ile bir mülakat yapmak üzere sabahın sekizinde Aksaray’dan Fatih’e doğru çıkarken telefonum çaldı. Telefondaki ekrana göre arayan Sabiha’ydı. “Buyur Sabiha” dedim. “Ho…. hooocam…” diye hıçkırıklarla ağlıyordu telefondaki ses… “Ben Sabiha değilim ben Sabiha’nın ablasıyım. Sabiha bu sabah öldü.”

O gün bugündür Sabiha aklımdan çıkmıyor. Her Çapa’dan geçişimde tarifi imkânsız duygular yaşıyorum. Melek olup uçan bu kızcağızın cenazesi Uludere’ye götürülüyor, çok rüzgâr esen bir dağın yamacına defnediliyor. Ve sonradan öğreniyorum ki vefat ederken yanında benim yıllar önce hediye ettiğim Kur’an Mushaf’ı bir de gün gün kayıt ettiği kaza namazlarının listesi bulunan bir defter varmış. O defterin en son sayfasına; “Çok şükür kaza namazım kalmadı” yazmış.

Not: Görseldeki resim Ebru sanatçısı Peyami Gürel’in bir eserinden alınmıştır.

Aydın Başar/ Genç Dergi

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Konya velilerinden Demirci Mustafa Doğanay Efendi…

Konya’nın meşhur hafızlarından Hayra Hizmet Vakfı kurucusu merhum Hasan Hüseyin Varol hocamızın hatıralarını rahmete ve …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.