Eski Türkiye böyleydi…

Ankara’ya geldikten bir müddet sonra öncelikle kiralık bir ev bulup, İstanbul’daki ailemi, çocuklarımı, göçümü Ankara’ya taşımak için ev aramaya koyuldum. Fakat Ankara’da kiralık ev bulmak o kadar da kolay değildi. Okulda sabahçı ve öğlenci iki grup vardı. Benim derslerim sabah grubundaydı, derslerim bittikten sonra boş vaktimde sokak sokak duyduğum, gördüğüm boş evleri araştırıp, kiralık ev bulmaya çalışıyordum.

Okula birkaç kilometre yürüme mesafesinde kiralık, iki oda bir salon eski bir ev buldum ve ev sahibine; “Kaç lira kira” diye sorduğumda o zamanın parasıyla 105.000 TL dedi. Benim maaşım ise 115.000 TL idi. 1986 yılından bahsediyorum, iktidarda rahmetli Özal’ın Anavatan Partisi vardı. Çok gayretli çalışıyorlardı, fakat o güne kadar ülkede sanayi gelişmemişti. Ankara ülkemizin başkenti olduğu için herkes Ankara’da bir memuriyet bulma peşindeydi. İş bulma veya memur olma ümidiyle çevre illerden başkent Ankara’ya hücum edildiğinden kiralık evler çok pahalanmıştı. 

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Müdür bey çağırdı

Okul müdürümüz emekliliği yaklaşmış, fakat tecrübeli, ilgili birisiydi. Ben okulda yeni öğretmen olduğum için bana sürekli; “Rüstem ne yaptın, ev bulabildin mi?” diye sorardı. Bir gün okul müdürümüz Çankaya İlçe Milli Eğitim Müdürü’nü telefonla arayarak benden bahsetmiş ve “Yardımcı olacağımız bir şey olur mu?” diye konuşmuşlar. Milli Eğitim Müdürü, bizim Müdür Bey’e; “Rüstem Beyi bana gönder, kendisiyle bir konuşayım, belki bir çözüm buluruz” demiş.

Herhalde bana kiralık ucuz bir ev ayarladılar, bana onun müjdesini verecek diye çabucak İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün yanına koştum. “Hocam hoş geldiniz, gerçekten Ankara’da ev bulmak, kiralık ev bulmak çok zordur. Sana müjdeli bir haber vereceğim. Bakanlığımız okul yapımı için Çankaya’da birkaç tane araziyi istimlak etti ve içindeki evler boş duruyor. Anahtarları da bende istersen git bak, hangisini beğenirsen birisinde okul yapılıncaya kadar bedava oturabilirsin. Hem evlere sahip çıkarsınız tahrip edilmez, hem de arazi üstünde çok güzel meyve ağaçları var onlara sahip çıkarsınız, siz kullanırsınız” dedi. 

Ben inanamadım, bana verilebilecek en güzel müjdeli haber bu olmalıydı. Teşekkür edip hemen anahtarları alarak Çankaya’daki adrese koştum. Bahsedilen adresi buldum. Cumhurbaşkanlığı köşküne yakın bir mesafede, Ankara’yı tepeden gören, havadar, gayet güzel bir mevkideydi. Evlerden bir tanesinin bulunduğu konumu beğendim, döndükten sonra Müdür Bey’e bahsettim. Müdür Bey de; “Evler yıkılıncaya kadar oturursunuz artık” dedi.

Gerçekten bana çok büyük bir nasip denk gelmişti. Çocuklarım daha küçüktüler, onları çok özlüyordum. Hafta sonunu adeta iple çekiyordum; cuma günü ders biter bitmez İstanbul’a yola çıkıyor, onlarla hafta sonu hasret giderip tekrar pazar akşamı Ankara’ya dönüyordum. Ankara’da Öğretmenevi’nde belli bir ücret karşılığı kalıyordum. Yemek yiyordum fakat ücretliydi. Yani bir nevi evli ama bekar durumundaydım. İstanbul’da da kira veriyorum, her hafta sonu yol parasını da ilave edince elimde maaştan bir şey kalmıyordu.

Telefon etmek zordu

Seksenli yıllarda cep telefonları zaten yoktu. Vatandaş ev telefonu alabilmek için, PTT’de sıraya yazılıp üç ya da beş sene beklemek zorunda kalıyordu. Ancak o kadar sürede çıkıyordu, ücreti de tabii ki herkesin veremeyeceği kadar da pahalıydı. Çankaya’daki evin müjdesini aldıktan sonra, hafta içi PTT koştum ve İstanbul’a telefon ettim.

Dostlarım PTT’den İstanbul’a telefon ettim diyorum ama bu da kalay değil. PTT’ye gidiyorsunuz, sıraya yazılıyorsunuz, telefon için bekliyorsunuz, sonra görevli “konuşabilirsiniz” diye işaret ediyor, konuşmaya başlıyorsunuz. Araya başka bir telefon karışıyor; “Alo Kırşehir, aradan çık, ben İstanbul’u arıyorum, kardeşim konuşmamı engelliyorsun, çıksana” gibi konuşmalar oluyordu. Yani demem o ki altyapı yeterli olmadığı için hatlar birbirine karışıp, kimin kiminle konuştuğu, hangi şehrin nereye bağlandığını bilmek, bulmak bir hayli güçtü.

O yıllarda herkesin ev telefonu da yoktu. Benim bildiğim sadece Hacı Ahmet abilerde ev telefonu vardı, orayı aradım. Eşime evi toparlamasını, hafta sonu gelip evi Ankara’ya taşıyacağımı haber vermelerini istedim.

Evi taşıdım

Hafta sonu İstanbul’a gidip kiralık bir kamyon bulup, evimi, eşyamı Ankara’daki yeni evimize taşımak üzere komşularla vedalaşıp, yola çıktık. Evimize yerleştik, çevreyi yavaş yavaş tanımaya başladık. Bahçemizde bahar gelmişti. Üzüm asmaları, bir çok meyve ağacı mevcuttu. Eşim ve çocuklar çok sevmişlerdi.

Yanımızdaki diğer boş evlere de yine Milli Eğitim çalışanı aileler yerleştiler ve yeni komşularımız oldu. Oğlum Mehmet Akif 3,5 yaşında, kızım Feyza ise henüz on aylıktı. Yeni gelen komşu çocuklarıyla, bahçe içinde oynayarak yeni arkadaşlar edinmişlerdi. Yeni evimizin kapısında, belediye otobüs durağı mevcuttu. Oradan kartımla otobüse binip okuluma ulaşmam çok kolay oluyordu.

Ankara’ya doğal gaz daha yeni yeni gelmeye başlamıştı. Ancak yaygınlaşması yıllar almıştı. Kışın herkes kömür yaktığından, yukardan Çankaya’dan Ankara’ya bakıyordum ve sanki bir duman denizinin altında kaybolmuş bir şehir görüyordum.

İlanlara baktım

Ankara’ya taşındığım yılın sanırım mayıs ayı sonlarıydı. Bir cuma günü okul kantininde para verip almak istemediğim bir gazete gördüm. Kantinciden “alabilir miyim?” diye rica ettim. Gazeteyi aldım eve götürdüm. Şöyle başlıklarına bakıp, biraz okuyup bıraktım. Ertesi gün hafta sonu olduğu için, eşim sabah namazından sonra gazeteyi okurken ilan kısımlarına da bakmış.

Gazetenin ilan kısmında, büyükçe bir ilan şöyle diyordu: “Lütfen dikkat! Bu seneki kurban bayramında, Suudi Arabistan Mina’daki mezbahada hacıların kurbanlarını kesmek üzere, ülkemizden şu kadar sayıda kasap adayı aranmaktadır. İlgilenenlerin şu telefon ve şu adrese müracaatları rica olunur.” Eşim kahvaltı yaparken bana mevzuyu açtı. “Sen de kasapsın, müracaat etsen belki seni de alabilirler. Zaten kurban bayramı da ağustos ortalarına denk geliyor, tatilde oluyoruz. İstersen bir müracaat et” dedi.

Verilen adres zaten Kızılay’da benim okuluma yakındı. Hemen öğleden sonra gidip, müracaat ettim. Ön kayıt yapıyoruz, yeterli sayıya ulaşıldığında, şu tarihte adayları imtihan edeceğiz, ona göre alacağız” dediler. Verilen adreste İdil İnşaat Ltd. Şirketi yazıyordu. Araştırdığımda Mardin Selamet Partisi milletvekili merhum Fehim Adak Bey’e ait bir şirket olduğunu öğrendim.

Sınav günü geldi ve şirkete vardım. Masa üzerinde bir adet kasap bıçağı ve bir adet de bıçağı keskinleştirmek için kullanılan masat bulunuyordu. “Al bakalım bıçağa bir masat vur, nasıl vuruyorsun?” dediler. Babamın yanında uzun süre kasap çıraklığı yaptığım için ve üniversitede okurken de kasaplıkla ilgilendiğim için bıçağı masada nasıl vurulacağını iyi biliyordum. Bıçağı masatladım, görevliler çok beğendiler ve “tamam, sizi kabul ettik, kaydınızı yaptırın ve pasaport işlemlerine başlayın” dediler. Sınavı kazanmama çok sevinmiştik. Çünkü hac o dönemde ağustos ortalarına denk geliyor, okuluma da engel olmuyordu.

Eski Türkiye

Yıl sonu tatili  geldi, okulumuz tatile girdi ve ben hacca gitmek üzere pasaport hazırlıklarına başladım. Pasaport çıkartabilmem için askerlikle ilişkimin olmadığını belgelemem gerekiyordu. Askerlik yapmadığım için, askerliğimi erteletme belgesini, nüfusumun bağlı olduğu Tirebolu askerlik şubesinden bizzat almam gerekiyordu. Tirebolu askerlik şubesine vardığımda, askerlik şubesi başkanı bir Üsteğmen  bana; “Senin erteleme belgen bize ulaşmamış. Dolayısıyla ben sana pasaport alabilmen için istediğin belgeyi vermeye yetkili değilim” dedi. “Ne yapmam gerekir üsteğmenim?” diye sordum. “Tekrar Ankara’ya döneceksin. O belgeyi İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden alıp bana getireceksin, ben sana istediğin belgeyi ancak o zaman verebilirim” dedi.

Aradan 36 yıl geçti. Bugünün Türkiye’si olsa görüntülü olarak Milli Eğitim’e telefon açar, bu belgenin bana iletilmesini rica ediyorum desem, büyük ihtimal belge bana otomatikman gelir, ben de ibraz eder, istediğim belgeyi alıp geriye dönebilirdim. Fakat o günün şartları böyle değildi. Benim yapmam gereken hemen terminale inip otobüsle Ankara’ya hareket etmekti.

Ertesi sabah Ankara’ya mesai saatinde inip Milli Eğitim’e koşarak gittim. İstediğim belgeyi alıp, aynı gün tekrar Tirebolu’ya geri döndüm. Ankara’dan benim ilçeme uzaklık yaklaşık olarak 700 km, bir o kadar da geri dönüş. Bu mesafeyi iki gün iki kere gidip geldim. Bir sürü masraf ettim. Bugünkü iletişimle ve teknoloji kolaylıklarıyla kıyaslamak için gerisini size bırakıyorum, varın düşünün.

Askerlik erteleme işlemi kurumlar arası yazışma ile yapılması gereken bir prosedürdür. Görev yaptığım okulda öğretmenler içinde askerliğini yapmayan tek kişi bendim. Görev yaptığım okulda uzun süreler askerliğini erteleten ya da askerlik yapmayan erkek öğretmen olmadığı için okul idaresi benim askerlik erteleme belgemi şubeme göndermeyi unutup ihmal etmiş.

Hamdolsun bütün zorluklara rağmen pasaportumu çıkartıp, cebime koydum. Hac için gerekli hazırlıklarımı yapıp, şirketin tarif ettiği üzere kasap bıçağımı, masadımı ve satırımı hazırlayıp, gideceğimiz günü heyecanla beklemeye başladım.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.