Öteli İzci Dr. Mehmet Emin Hoca

Biz Kur’an’ın hadimleri pür imanlı ve zindeyiz
Bu yoldan dönmeyiz asla Peygamberin izindeyiz

İsmail Bayram

2008 yılının Haziran ayıydı, arkadaşım Umut Bulut ile Eyüp Sultan Camii’nin arkasındaki Mihrişah Sultan Sibyan Mektebine gitmiştik. Arkadaşım oranın sorumlusu Dr. Mehmet Emin Hoca’yı önceden tanıyordu. Onun dört tahtalı bir izci lideri olduğunu, bir ayağının Türkiye’de bir ayağının Afrika’da olduğunu, Sibyan Mektebi’nde çeşitli kurslar düzenlediğini bana anlatmıştı. Benim ise onunla ilk görüşmemdi.

O gün bir şeylerle uğraştığı için bizim yüzümüze bile bakmamıştı. Her gelen konuğa standart olarak söylediği bir kaç cümle konuşmuştu o kadar. Yani sadece bu mekânda Osmanlı Türkçesi kursları verildiğini, dedelerimizin mezar taşlarını artık okuyabileceğimizi vs. söylemişti. Zaten kapıdaki afişte koskocaman; “Dedelerinizin mezar taşlarını okumak ister misiniz?” diye yazıyordu.

İçerisi yeni taşınmış bir ev gibi darmadağınıktı. Daha sonradan öğrendik ki Dr. Mehmet Emin Hoca bu mekânı seneler önce yoğun uğraşlar sonucu tinercilerin elinden güç bela kurtarmış. Sonra bu mekâna ruhunu katmış ve düzen vermeye çalışmış. Tinerci gençlerle de ilgilenmiş, onlardan kaçmamış, onlarla birlikte kahvaltılar düzenlemiş. Onlar da önceleri zarar verdikleri bu mekâna artık hizmet eder hale gelmişler.

Dr. Mehmet Emin Hoca ile tanışan tinercilerin bazıları namaza niyaza başlamış ve iş güç sahibi olmuşlar. Bu kardeşlerimizi daha sonraki zaman diliminde birçok kereler gördüm. Hatta bir defasında Mehmet Emin Hoca’nın onlar için tuttuğu bir evi yine onunla beraber ziyaret etmiştik. Onlarla olan iletişimine gerçekten şaşırıyordum, çünkü çoğumuzun yolda görsek yönümüzü çevireceği tehlikeli tiplerdi.

Bu ilk görüşmemizde çok ciddi ve soğuk gibi görünen ama gerçekte öyle olmayan Dr. Mehmet Emin Hoca bizimle ilgilenmemişti ama bizim bu mektebin kapısında bir kıtmir olabileceğimizi hissetmiş olmalıdır. O gün onun hakkında gönlümden ne geçirmişsem ondan sonraki zamanlarda da aynı şeyleri düşündüm. Gönlüme onun buralı olmadığı; “Anla Mona Roza ben öteliyim” mısraındaki gibi bir “öteli” olduğu düşmüştü.

Efendim burası Eyüp Sultan’dır, evliyanın otağı, aşıkların uğrağıdır, boş bir yer değildir, İstanbul ve Türkiye’nin maneviyat merkezidir. Hakikaten bunu bir çok kereler bütün kalbimle hissettim, buna dair sübjektif tecrübeler yaşadım. Eyüp Sultan bizim için bir ziyaret yeri olmanın ötesine geçti, gönlümüzün bir parçası oluverdi. Sanki şu İstanbul’da onun ikliminde yaşıyorduk ya da manen oraya bağlıydık.  

Tanışma mı taşınma mı?

Derken Mehmet Emin Hoca üst kata çıktı ve bize bir koli kitap ve eşya uzattı; “Şunu alın dışarı koyun” dedi. Sonra bir koli daha, sonra bir çuval, sonra bir çanta derken dışarı taşıdığımız parçalar otuz parçayı geçti. Bunlar dolaplardaki kitap ve diğer malzemelermiş. Sonra bize; “Şu vitrini de dışarı çıkartın” dedi. Vitrin üç parçalı eski bir salon vitriniydi, şimdi olsa kaldıramayacağım cinstendi.

Kendimizi birden bire bir eşya taşıma işinin içinde bulmuştuk. Eşya taşıma işini yaparken bize; “Şunu taşır mısınız?” diye sormamıştı sadece; “Şunu şuraya koyun” tarzında talimat vermiş, iş bitince de; “Şimdi gidebilirsiniz” demişti. Daha doğru düzgün ne iki kelam edebilmiştik ne de tanışabilmiştik. Bu işi iki saatimizi almıştı ve işimiz bittiğinde üstümüz başımız siyah lekeler içinde kalmıştı.

Arkadaşım Umut’la birlikte tam biz gidiyorduk ki Mehmet Emin Hoca; “Durun bir fotoğraf çekilelim öyle gidin” dedi. Fotoğraf çekilirken yanımıza yoldan geçen derviş kıyafetli güzel bir Müslümanı da çağırdı. Hep beraber fotoğraf çekindik. Daha sonra öğrendik ki Mehmet Emin Hoca gelen misafirlerle fotoğraf çektirmeyi çok seviyormuş. Bunu biraz da galiba gelen misafirleri hatırlamak için veya onlara değer verdiğini göstermek için yapıyormuş.

Ayrıldığımda İstanbul’un en renkli ve özel simalarından birisiyle tanıştığımın farkındaydım. Fakat bir gün gelip de onunla güzel bir dostluk kuracağımızı tahmin edememiştim. Birkaç zaman sonra Sibyan Mektebi’ne yalnız gittim. Artık yerlere halılar serilmiş, kütüphane rafları ve oturma yerleri yaptırılmıştı. Bu sefer Mehmet Emin Hoca önceki görüşmemize göre daha sıcak davranıyordu. İlk geldiğim günü, eşya taşımalarımızı falan hepsini unutmuştu. “Damdan düştükten sonra her şeyi unutuyorum kusura bakmayın” demişti.

Kendisine ayırmış

Söylediğine göre bir dönem siyasete meyletmiş, milletvekili adayı olacakmış ki damdan düşerek uyarılmış. Olabilir, belki de Cenab-ı Hak bazı kullarını kirden pastan uzak tutuyor ve muhlisen lillah kendisinin yolunda istihdam ediyordur. Tabir-i caizse kendisine ayırıyordur. Her insanın bu âlemde bir görevi vardır, belki de onu bir ihlas numunesi olarak bizlere örnek olsun ve dua etsin diye göndermiştir. Allah bilir biz bilemeyiz diyor ve haddimi aşmak istemiyorum.

Onu görünce gayri ihtiyari Bedüzzaman Said Nursi’yi hatırlıyordum. Gönlüme doğmuştu da kendisine; “Dağa taşa her tarafa Bediüzzaman’ın kokusu sinmiştir” diye söylemiştim. Bugün hala aynı şeyi düşünüyorum. Allahu â’lem Bediüzzaman, kokusu dağa taşa sinecek kadar büyük bir velidir. Dr. Mehmet Emin Hoca da bu zatın sadık bir şakirdidir aslında. Birçok özelliği tıpkı ona benzemektedir, hatta onda fani olmuş yani onunla kendini özdeşleştirmiş diyebilirim. Kalbinden Bediüzzaman’a giden bir yol bulamayanlar Mehmet Emin Hoca’yı da anlayamayacaklardır. 

Bu görüşmemizden beş altı ay kadar sonra arkadaşım Umut Sibyan Mektebi’nde getir götür işleri yapmak üzere çalışmaya başladı. Bu vesileyle ben de oraya daha sık gitmeye başladım. Arkadaşım Sibyan Mektebi’ne uğrayan garibanlara hakikaten çok iyi davranıyordu. Çay istediklerinde onlara çay götürüyor, bazen dolaptaki yiyeceklerden onlara veriyordu. Bazen böyle dilenciler veya sokakta yatan insanlar geliyordu da onları kesinlikle incitmiyordu. İçeri giren kedilere “kış” bile demiyordu.

Kaderin ağlarını sessizce izlemek ne güzel. Arkadaşımın orada çalışmaya başlaması demek benim de Mehmet Emin Hoca’yı daha çok görmem demekti. Nitekim bu süre zarfında Dr. Mehmet Emin Hoca ile samimiyeti artırmış olduk. Onu her gittiğimde mutlaka fakir fukara birinin derdiyle ilgilenirken, birilerine bir şekilde yardım ederken görüyordum. Kimsenin ilgilenmediği, yüzüne bakmadığı, hatta şerrinden korktuğu insanlarla Mehmet Emin Hoca uzun uzun ilgileniyordu. Günde böyle belki on- on beş kişiyi detaylıca dinliyordu.

Her geçen gün ondan yeni bir şeyler öğreniyordum. İnsanlar nasıl dinlenir ondan öğrenmiştim. Aslında teoride bildiğim şeylerdi ancak o onları içselleştirmemi sağlıyordu. Yaş itibari ile otuz yaş civarında olduğum bir dönemde bütün insanların kıymetli olduğunu ve herkese insan olarak değer vermem gerektiğini biliyordum. Fakat bir dilenciyle ya da kendinden habersiz bir şekilde yaşayan düşünme kabiliyeti fazla gelişmemiş birisiyle muhatap olunabileceğini bilmiyordum. Böyle birisi ile karşılaşsam onunla tutup da sohbet etmezdim. Mehmet Emin Hoca ise onları normal bir insan gibi karşısına alıyor, sohbet ediyor, onlara dini nasihatlerde bulunuyordu.

Dünya fanidir

Eyüp Sultan bir ziyaret merkezi olduğu için caminin arkasındaki Sibyan Mektebi’nin de ziyaretçileri eksik olmuyordu. Zaman zaman çok değişik insanlar geliyordu. Mardin Kızıltepeli Şeyh Selahaddin Efendi’yi türbenin yanında görünce Sibyan Mektebi’ne davet etmiş ve yanındakilerle birlikte ona çay ikram etmiştik. Tabi ki Hocamla da tanışmıştı. Hocamın şeyh efendilere bakışı ise biraz benden farklıydı. “Onlar da bizim gibi insan kardeşim. Perde olmadan ayna olmak lazım” diyordu. Dininin adamı olan herkese saygı duyuyordu.

Bir seferinde Sabiha’nın abisi Dr. Muslih Bey, beni ve Hocamı Sultan Gazi’de misafir olan Uludereli Şeyh Ahmet Efendi’nin yanına götürmüştü. Şeyh efendilerle normal insanlarla konuştuğu gibi rahat konuşan Mehmet Emin Hocam, Şeyh Ahmet Efendi’yi görünce tabii bir şekilde gülümsemeye başladı. Çünkü Ahmet Efendi nur deryası gibi bir zattı ve bizi görünce de çok sevindiği için yüzünde güller açmıştı. Mehmet Emin Hocam onun bu güzelliğini görünce zannedersem ona kanı kaynadı. Gidene kadar Mehmet Emin Hocam o tatlı tebessümünü hiç bozmadı. Onu ilk defa bu kadar çok tebessüm ederken görmüştüm. Onu bu ziyarete ikna ederken; “Hocam bu zat başka” demiştim. O da bana dönerken arabada; “Hakikaten bu şeyh başkaymış” demişti. 

Mehmet Emin Hoca üveysi meşrepli biri olarak, şeyh olduğunu hissettiren ve kendinde makamlar vehmeden kimselerden rahatsız olurdu. Kendinde inciler, elmaslar olduğunu ima eden kimselere karşı kızma derecesinde tepkiliydi. Bir seferinde böyle kendisine evliya süsü verene birisine; “Burası tekke değil, git başka yerde anlat bunları” demişti. Onun yapısı böyleydi, meşrep itibariyle maneviyat ailesinin başka bir şubesine mensuptu. Bediüzzaman’ı okuyanlar onun da diğer velilerden farklı bir hali olduğunu fark etmişlerdir. Aynı onun gibiydi, mesela Üstadı gibi o da hediye kabul etmezdi. 

Bir de Sibyan Mektebi’ne zaman zaman çeşitli mevkilerden sürekli insanlar geliyordu. Bir gün hükümette Bakan olan bir zat ailesiyle birlikte yaklaşık bir saat gelip burada oturmuştu. Mehmet Emin Hocam onlara Risalelerdeki; “Madem dünya fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır” diye başlayan bölümü okumuştu. Özellikle bu bölümün yazılı olduğu bir kart bastırmış ve on binlerce dağıtmıştı. Biz de o kartlardan yanımızda taşıyor ve karşılaştığımız insanlara veriyorduk.

Birkaç ay geçtikten sonra Dr. Mehmet Emin Hoca neredeyse benim selamımı almayacak kadar bana soğuk davranmaya başladı. Gidip orada bir saat oturuyordum da bir cümle olsun benimle konuşmuyordu. Fakat ben bunun gelip geçici bir süreç olduğunu adım gibi biliyordum. Bu hal yaklaşık üç ay sürdü. Bu bir dostluğun pişmesi için, demlenmesi için, olgunlaşması için gereken bir süreçti. Dostun cemali de celali de bir olmalıydı dostun gözünde. Neticede biz Dr. Mehmet Emin Hocamızla öyle olduk ki artık selam vermese, konuşmasa bile tıpkı selam verip konuşmuş gibiydik.

Fakat sonradan sorulsa benim yüzüme bile bakmadığı o günleri hatırlamayacaktır. Çünkü o böyle şeylere asla takılmayan birisidir. Onun kalbinde asla kimseye kızgınlık ve kin yoktur. Diğer taraftan onun tavırlarını her zaman bir bilinç hali ile açıklayamıyoruz. Reel olarak açıklayamıyoruz. Onun davranışları tıpkı onun araba sürmesi gibi zuhurat hali ile yaptığı davranışlardır. Araba sürmesi deyince bundan bahsetmeden olmaz. Çok küçük bir arabası vardı ve böyle bir araba sürme tarzı hiç kimsede yoktu. Biraz korkutucu ve garip bir tarzdı. Tamamen Allah’a emanet gittiğinizi iliklerinize kadar hissediyordunuz.

Burası Eyüp Sultan

Hocamın bir özelliği de şaşırtıcı bir şekilde hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmamasıydı. Yanına gelen özellikle bürokrat veya eğitimcilere; “Cesur olursanız Allah sizi aziz eder, korkak olursanız rezil eder” diye nasihatte bulunuyordu. Bir gün o küçük arabayla ani bir manevra yaparak lüks bir arabaya yaklaştı. Arabadan yüksek sesle müzik sesleri geliyordu. Arabadakilere eliyle camı aşmasını işaret etti. Hah şimdi Hocam belaya bulaşacak diye düşündüm. Arabadaki gençler camı açtılar ve onu duymak için müziğin sesini kıstılar. Hocam; “Kardeş burası Eyüp Sultan, burada Peygamber Efendimiz’i evinde misafir etmiş Halid Bin Zeyd Eba Eyyüb El Ensari’nin kabri var, buradan geçerken radyoda ilahi açsan daha güzel olur. Hadi Allah işini gücünü rast getirsin” dedi. Gençler anlayışlı kimselermiş ki gülümseyip “Allah razı olsun” dediler. 

Hocamın korkusu olmadığına birkaç sefer şahit olmuştum. Sibyan Mektebi’nin bodrum katına bir kedi yavrulamıştı. Bana onu alıp pencerenin önüne koymamı söylemişti. Kedinin yanına gittiğim zaman kedi tıslıyor ve saldırı vaziyetini alıyordu. Ben de haliyle Hocamın dediğini yapamamıştım. Hocama kedinin çok sinirli olduğunu ve onu oradan olmanın mümkün olmadığını söyledim. Hocam hemen o anda aşağı indi ve hiç tereddüt etmeden tıslayan kediyi alarak pencerenin önündeki boşluğa koydu. Artık Hoca’nın bu korkusuzluğunu takip etmeye başladım. Allah dostlarına korku olmadığını biliyordum ama şimdi bunu gözlemlemeliydim.

Bir seferinde Sibyan Mektebi’nin bahçesine iri yarı ve çok kaba saba bir adam gelmiş argo bir şekilde bağırıp çağırıyordu. Sesi çok gürdü, korkudan oralarda dolaşmıyordum. Mehmet Emin Hoca kısa boylu ve zayıf bir insandır ama insanlarla öyle her zaman çok yumuşak konuşan bir yapısı da yoktur. Hatta bazen böyle zuhuratla dik dik konuştuğu da olur. Böyle korkusuz bir yapısı olduğu için de çekinmezdi. Mantık olarak bakıldığında neyine güvenerek böyle dik dik konuşurdu bilemem. Mehmet Emin Hoca bağıran adamın yanına “Hoş geldin kardeşim” diyerek gitti. Sonrasını duymadım on- on beş dakika kadar onunla sohbet etti. Gördüğüm kadarı ile adamın gönlüne gidecek bir yol bulmuştu.

Onun için hayat tebliğ ve davet demekti. Sibyan Mektebi’nin arka tarafında bir dolapta onlarca dile çevrilmiş küçük Risaleler vardı, onları tanıştığı turistlere veriyordu. Sonra özel ilgilendiği, tabiri caizse kıvam bulmalarına yardım ettiği iç dünyası zengin insanlar vardı. Bunların yanı sıra Sibyan Mektebi’nde çeşitli sanatlardan kurslar düzenler ve sanatçı tabiatlı kimselerle iletişim kurardı. Bir seferinde bu kursa katılan bir genç için; “Hocam biraz tuhaf birine benziyor” dediğimde; “O sanatçı ruhlu bir insan, sanatçılar böyle olur” demişti. O günden sonra sanatçılar benim gözümde farklı bir anlam taşımaya başladı.

Sibyan mektebine bunalıma girmiş tipler de geliyordu. Panik atak ya da anksiyete bozukluğu denilen hastalıklara sahip bazı kişilerle Hocam sohbet ediyordu. İşin ehli bilir ki bu dertlerin en güzel çaresi çalışmak ve çeşitli etkinlikler yapmaktır. İşte buradaki sanat kursları bu insanlar için de bir destek mahiyeti taşıyordu. Kurslardan birine liseye giden bir kız gelirdi, bunalım halindeydi, Hocam ona da nasihat ederdi. Bir seferinde o küçük arabasıyla Cülüs Yolu’nun kenarında oturan liseli sevgililerin yanına kadar gidip onlara nasihat etmişti. “Kızım şu anda senin bulunmak istediğin yer burası değil, senin şu anda bulunmak istediğin yer annenle babanın yanı. Vicdanen yaptığından sen de rahatsızsın, bunu hissetmişsindir” dedi.

Gayret aşısı

Bendeniz Mehmet Emin Hoca ile tanışmadan evvel de birkaç sefer tornadan geçmiştim. Gençlik zamanı bir ara zühd takılmış üstüme başıma uzun zaman bir şeyler almamıştım. Sivas’ta bir ağabeyimiz bu halimi fark etmiş bana sürekli mutasavvıfların aşk hallerinden bahsetmişti. Bu abimiz daha önce “Sırlı Dost” diye bahsettiğim kişiydi. Meğer zühd bir yolmuş bir de âşk diye bir yol varmış. Abimizin dediğine göre bu yol amaca daha kolay götürürmüş.

Zühd kim ben kim, aşk kim ben kim, bunları ağzıma almaktan bile korkuyorum. İşte böyle halleri düşünmedeyken Mehmet Emin Hocamın “gayret” aşısı ile karşılaştım. Ne demek bu? Yani öyle murakabe hali ile derinlere dalma yok, içten içe zühd takılmak yok, aşk falan deyip de içten içe fokurdamak da yok… İnsanlara karışacak ve kullara hizmet edeceksin, yani halk içinde Hak ile olacaksın. Onun iç dünyamda yaptığı devrim eğer yanlış anlamadıysam tam da buydu. Zaten kendisi de bunu dile getirirdi, çok yorulduğunda; “Kabirde dinleniriz kardeşim” derdi.

Sevgili okuyucu buraya dikkat kesilmenizi isterim. Mehmet Emin Hoca demek daima hareket demektir. Harekette bereket vardır. Bütün ruh hastalıklarının, sıkıntıların, stresin, huzursuzlukların çaresi hareket halinde olmak ve hayırlı işler yapmaktır. Bunun içindir ki Hazreti Ömer, oğullarına söyle diyordu: “Sabahleyin kalktığınız zaman iş icabı öteye beriye dağılınız. Bir evde toplanmayınız Çünkü ben birbirinize darılmanızdan, bir fenalık çıkmasından korkarım.” (Edebü’l-Müfred, Ahlak Hadisleri, Hadis No: 415)

Bunu nakleden Prof. Dr. Ahmet Coşkun Hoca ise şöyle diyor: “İşsizliğin, eve hapsolup kalmanın, ilme, tahsile, çalışmaya sırt çevirmenin ne büyük bir bela ve musibet kaynağı olduğunu kim bundan daha güzel şekilde ifade edebilirdi? …Beden ve zihin dengeli bir şekilde geliştirilmezse anormal durumlar ortaya çıkıyor. Sonra bedenî hareket, jimnastik, manasız, maksatsız birtakım hareketlere inhisar ettirilmemelidir. II. Abdülhamid’in boş zamanlarında marangozluk yaptığı, ağacı, tahtayı işleyerek bugün müzelerde seyrettiğimiz harika sanat eserleri meydana getirdiğini biliyoruz. Diğer padişahların çoğunun da boş zamanlarında herhangi bir sanat dalında faaliyet gösterdikleri bilinir. Bazı ilim adamlarının boş zamanlarında pratik sanat eserleri ile uğraştıklarını duymaktayız.” (Ahmet Coşkun, Sohbetler ve Hatıralar, s.122, 144)

Hissettirirdi

Yanında bulunduğum süre içerisinde nefsimin çirkinliklerinin bir kısmının farkına vardım. O bu çirkinliklerden kurtulmam ve bir yola sevk edilmem için bana yardımcı oluyordu. Fakat bunları bana nasihat ederek ya da sohbet ederek anlatmıyordu, onun halinden bunları anlıyorduk. Yine onun lisan-ı haliyle verdiği derslerden birisi de insanları gözümde çok fazla büyütmemi istemiyordu. Bazı sufilerin nefsini hakir görerek tevazu adına yapmış oldukları ezik büzük hareketlerden hoşlanmıyordu. Bu tip insanlara fazla ilgi göstermezdi. Böyle iddiasız insanlara daha çok ilgi gösterirdi.

Kendinde bir varlık gören, kendini bir şey zanneden, aşk iddiasında bulunan kişilere karşı mesafeli durmayı fakir de zaten prensip edinmiştim. Çünkü insan günahkâr oluşunu ve kulluğunu hatırladıkça sabit kadem yoluna devam edebilir, değilse ayağı kayar ve bir yerlere savrulur. Nitekim öyle olmamış mıdır? Tasavvuf yolunda gittiğini söyleyenlerin birçoğu maalesef kendilerine olmayan elbiseler biçmişler, kendileri için makamlar hayal etmişler ve yolda kalmışlardır. Kimisi yoldaki gördüğü acayipliklere takılmış, kimisi rüyalara aldanmış, kimisi iltifatlara aldanmış. Allah Teâlâ nefsimize fırsat vermesin.

Arkadaşım Umut’un beni tanıştırdığı garip tipli adam nefsimin hoşuna gidecek şeyler söylediğinde; “Ben ne mal olduğumu biliyorum” deyip ona itibar etmemiştim hamdolsun. Üstelik de onunla metafizik bir tevafuk ile karşılaştığımız halde. Merak ettiyseniz açıklıyayım, bir gün Umut beni Edirnekapı’da birisiyle tanıştırmak istedi. Onun bazı acayip halleri olduğunu söyledi. Onunla görüşmek istemedim ve ciddiyetle karşı koydum. Fakat on milyonluk İstanbul’da tam da o gün karşımıza çıktı. Beraber bir yerde oturup sohbet ettik. Şayet o tip insanların sözlerine itibar edecek olsam manevi makamların peşine düşen insanlar gibi rezil olabilirdim.

Umut’un bir de rahmetli dedesi vardı. Gençlik zamanı onu ziyaret etmiştik. O da benzer bazı garip şeyler söylemişti. Daha önce Sırlı Dost’un da şaka yollu söyledikleri şeylere benzer bir şeydi. İşin garip tarafı bir gün Yahya Efendi Camii’nde namazdan sonra tanıştığım garip ihtiyar da benzer şeyler söylemişti. Hamdolsun bu imtihanları nefsime beş paralık değer vermeyerek aştım. Detaylarını anlatmıyorum fakat belki okuyan gençlere bir faydası olur diye bu kadarını yazdım. Aman kardeşim siz siz olun hiçbir dünyevi ve uhrevi makamın peşine düşmeyin. Unutmayın ki bizim için en güzel makam kulluktur. Cenab-ı Hak peygamberlerinden bile “kulum” diye bahseder.

Kadıköy’e gittik

Bir gün Dr. Mehmet Emin Hocam beni Kadıköy’de oturan anne babasının evine götürdü. Teyze; “Nerelisin” diye sordu bana. Aslen Konya’lı olduğumu, Sivas’ta doğduğumu söyledim. Bir Anadolu insanının saf ve temiz haliyle; “Ümmeti Muhammed’in hepsi birdir evladım” dedi. Birazdan babası Yusuf Amca da abdest sonrasında gömleğinin kollarını düzelterek içeri girdi. Helal ve temiz yemek yemenin zevkiyle yemeklerimizi yedik.

Sofradaki nimetler sanki bize gülümsüyorlar, sanki bizimle arkadaş olmuşlardı. Demek ki, saflık ve masumiyet sofraya da aksedermiş. İnsan böyle zamanlarda nasıl da masumlaşıyor. Normal koşturmacalı bir hayatı yaşarken yaşlı bir çiftin evinde yemek yiyorsunuz ve o sadelik sizi içine doğru çekiyor. Maraş Elbistanlı olan bu aile Anadolu’nun bütün içtenliğini Kadıköy’ün ortasına taşımış adeta. Annesinin saflığı, babasının ise dine sıkı bağlılığı dikkatimi çekti bu ziyarette.   

 Akşam namazını kılmak için hocam, babası ve ben camiye geçtik. Camide kısa boylu nur yüzlü bir sakallı vardı. Bu güzel zatı bir yerden hatırlıyordum. Evet, on yıl önceydi, Sivas Ulu Camii’nde görmüştüm. O eserleri olan, sohbet ve konferanslar veren İbrahim Cücük Hoca’ydı. Ehli takvaya olan hayranlığım bu zatı unutmama sebep olmuştu. Namazdan sonra yanına yaklaştım ve kendisine; “On yıl önce sizi Sivas Ulu Cami’inde görmüştüm” dedim. Tanıştıktan sonra öğrendim ki her Perşembe bu semte sohbete geliyormuş. Dualaştık ve ayrıldık. Meğer on yıl dedikleri bir dakika gibiymiş, ne de çabuk geçmiş. Peki ya ömür?

Bedi apartmanı

Oradan Üsküdar’daki kutlu bir mekâna geçtik. Nurcular Risale-i Nur okuyordu. Hizmet ehli insanlar, salihler ve vakıflar vardı. Sadece yaşlılar koltuklarda oturuyor, diğerleri yerde oturuyorlardı. Dersin sonunda ben de koltuklardan birine oturdum. Baktım ki bazı koltuklar boşaldığı halde gençler oraya oturmuyorlar. Evet, bunun adı “saygı” olmalıydı. İstanbul gibi bir yerde böyle bir edebi kazandıran bir cemaati tebrik etmek lazımdı.

Dersin ardından misafirlerin çoğu gitmiş geriye on- on beş kişi kalmıştı. Kalanların çoğu da dış ülkelerde hizmet eden şakirdlerdi. Sırayla yaptıkları hizmetleri anlatıyorlardı. Bu meclis o kadar güzel bir meclisti ki sadece hizmet edenlerin söz hakkı vardı. Haliyle bize susmak düşmüştü. Ben bugüne kadar birçok sohbete iştirak etmiştim ama bu sohbet farklıydı. Menakıp anlatılmıyor veya “bana göre böyle, sana göre şöyle” türünden sohbetler yapılmıyor, sadece hizmetler konuşuluyordu.  

Ağabeyler Filipinlerdeki hizmetleri anlattılar. Yüz elli kadar yeni Müslüman olan mühtedinin Filipinler’deki nur dershanelerinde kaldığını ve risale okuduğunu, iman ve Kur’an nurlarının orada hızla yayıldığını söylediler. Bir başka ağabey Arjantin’den gelen e-maili okudu. Sonra orayla bir telefon bağlantısı yapıldı. Nurlar Arjantin’e ulaşmıştı hamdolsun. Sözü Dr. Mehmet Emin Hocam aldı, Ugandalı öğretmen Zebra Segava’nın geçtiğimiz günlerde davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğini ve Türkiye’de Müslüman olarak Zeliha Nur olduğunu müjdeledi.

Elmalar yendi

Yatsı namazı kılınmış, çaylar içilmiş, elmalar yenilmişti. Oradakilerin kalplerinden huzur, gözlerinden mutluluk okunuyordu. Gölün huzuru her tarafa dalga dalga yayılıyordu. Ve saygı sevgi ortamı gecenin yarısına kadar sürmüştü. Ki bu kutlu anlar bittiğinde saatler gecenin ikisini gösteriyordu. Bugün benim için tarihî bir gündü. Planlı olmayan bu ziyaretimiz Rabbimizin bir lütfuydu. Fakat onca hizmet ehlinin arasında ben bu mekânda olmayı hak edecek ne yapmıştım? Demek ki Cenab-ı Allah günahkârlardan da lütfunu esirgemiyordu.

Ne güzel insanlardı bu insanlar. Hazreti İbrahim aleyhis selam’ın ateşine ağızlarıyla su taşıyan karıncalar gibi bugünün iman yangınını söndürmek için çalışıyorlardı. Bir kişinin imanına vesile olmanın dünyadaki her şeye bedel olduğunun idraki içerisindeydiler. Herkes kelime-i şahadet getirsin, herkes “Allah” desin diye uğraşıyorlardı. Öyle ya; bir iman yangını varken iman sahibi başka ne yapabilirdi?

İman için koşanlar, iman için yorulanlar, iman için konuşanlar, iman için yazanlar ve hayatlarını iman için vakfedenler, hizmet edenler elbette ki şu kâinatın birer göz bebeğiydi. Kendisi için çalışanlar, kendisi için yaşayanlar ve kendisini göstermek için bir adım öne çıkanlar ise ne kadar nasipsizdi. Rabbim bizi nefsinin girdabında tek başına boğulanlardan değil, kardeşleri ile kaynaşarak hizmet edenlerden eylesin. Amin.  

Bu gece unutulmayacak; dünya gözüyle bir daha görülmeyecek kadar güzel bir geceydi. Sanki cennetteki bir sohbetin ortasına düşmüştüm. Çünkü büyük iman kahramanı Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşayan iki büyük talebesi ile aynı mekândaydım. Orada herkes onlara saygıda kusur etmiyordu ama onlar asla ulaşılamaz bir pozisyonda değillerdi. Belki büyük bir cemaatten sorumlulardı fakat cemaatin her bir ferdi ile ayrı ayrı ilgileniyor, aralarına duvarlar örmüyorlardı. Dünyada ve ahrette şahidim ki ağabeyliklerini hakkıyla yerine getiriyorlardı. 

Mustafa Sungur Ağabey o gece çok keyifliydi çünkü dünyanın dört bir tarafından hizmet ehlinin müspet haberlerini almıştı. Mehmet Fırıncı Ağabey’de çok keyifliydi, çünkü Mustafa Sungur Ağabey’in yanındaydı. Sungur Abi yüzde yüz nur gibiydi. Onu ilk defa gördüğümde gönlüme doğan buydu. Onun için “fena fin nur” dendiğini, Üstad Bediüzzaman’ın; “Senin hayatınla benim hayatım devam edecek” diyerek kendisine iltifat ettiğini sonradan öğrendim.

Gece ikiye kadar

Bu gecenin benim açımdan bir önemi de Mustafa Sungur Ağabey ile dünya gözüyle iki kelam konuşabilmemdi. Böyle bir zatla dünyadayken görüşmek, “Kişi sevdiği ile beraberdir” sırrınca öte âlemdeki görüşmelerin bir müjdesi yahut başka bir ifade ile asıllarının bir gölgesi olabilirdi. Odada otuz kırk kişi kadar kalmıştık. Herkes kendi halinde sohbete daldığı bir ortamda Sungur Ağabey bana; “Seni nerden tanıyorum?” diye sordu. Buraya ilk defa geldiğimi söyledim. Fakat o daha önce beni tanıdığından emin bir edayla içeriden bir ağabeyi çağırtıp ona benim kim olduğumu sordu.

Gelen ağabey edeben ses çıkartmayınca Dr. Mehmet Emin Hocam; “Mânâ olarak buraya yabancı değil Sungur Ağabey” dedi. Bunun üzerine Sungur Ağabey yüzünde bir şaşkınlık ifadesi ile birkaç dakika kadar sessizce bekledi. Bir müddet sonra Sungur Ağabey birkaç kişi ile özel olarak konuşmaya başladı. Herkesin birbiriyle konuştuğunu görünce ben de Dr. Mehmet Emin Hocama doğru yönelerek ona bir şeyler söyledim. O esnada Mustafa Sungur Ağabey birdenbire bana doğru bakarak; “Mehmet Emin’e ne söyledin” diye sordu. Ben de; “Şu genç ne kadar temiz bir gençmiş“ dediğimi söyledim.

“Hangi genç?” dedi. “Sizin biraz önce konuştuğunuz Kastamonulu genç” dedim. “Peki, nereden anladın onun temiz bir genç olduğunu?” dedi. Böyle durumlarda doğrusu ne ise onu söylemek gerektiğini düşünerek; “Sizin bu gence olan iltifatınızdan” diye cevap verdim. Bunun üzerine Mustafa Sungur Ağabey deminki gibi bir şaşkınlık ifadesi ile sukuta daldı. Mustafa Sungur Ağabey’in bu tavırlarına doğrusu hiç şaşırmamış idim. Çünkü onu ilk gördüğümde onun özel bir ferasete sahip olduğunu anlamıştım. İnsanın gözüne bakıyor ve buraya ne için geldiğini anlıyordu. Yaşlı ve hasta olmasına rağmen, odanın içerisindeki herkesle ilgili olması ise ondaki müthiş bir ruh uyanıklığına işaret ediyordu.

Daha önce Sungur Abi ile hiçbir sohbetim olmamıştı. Onun celalli yönünün de olduğunu söylemişlerdi ve her an kızabileceğini tahmin edebiliyordum. Onun; “Nerden anladın?” sorusuna eğer “gönlüme doğdu” gibi bir cevap verseydim zannediyorum Sungur Ağabey’den azar işitecektim. Çünkü nurculuk mesleğinde kişinin kendinde bir varlık görmesine ve kerametvari şeylere takılmasına hoş bakılmazdı. Gerçekten de büyükler insan sarrafıdır, bu gence iltifat ettiğine göre bu gençte bir cevher vardır diye düşünmüştüm.

Böylece Sungur Abi ile dünya gözü ile bir sohbetimiz tamam olmuş oldu. Bu arada Mehmet Emin Hoca gibi kimseye fazla eğilmeyen, aşırı hürmet göstermeyen bir kimsenin Sungur Abi’nin huzurunda yelkenleri nasıl da indirdiğine şahit oldum. Belki de Mehmet Emin Hoca’nın dünyada bu derece dikkat aldığı tek kişi Sungur Abiydi. Kimin söylediğini unuttum ama Mehmet Emin Hoca’nın Sungur Abi’nin manevi evladı olduğunu söylemişlerdi. Aralarında çok özel bir iletişim olduğu hallerinden belliydi. Sungur Abi o gün Mehmet Emin Hocama içinde para olan bir zarf vermişti. Mehmet Emin Hoca da; “Afrika’ya gideceğim Abi, orada dağıtırım” demişti. 

Türbede namaz

O gece mutadı olmadığı halde Sungur Abi gece ikiye kadar dershanede bizimle birlikte kalmıştı. Hatta hasta olduğu için dese nadir geldiği bir dönemdeymiş. Gecenin bir yarısında Dr. Mehmet Emin Hocamla birlikte oradan ayrıldık. Dönerken yolda Mehmet Emin Hocamla yaşadığımız bu günün kritiğini yaparken, kendisinin de o an Sungur Abi’nin kızacağını düşündüğünü fakat nasılsa kızmadığını söyledi. Boğaz köprüsünü geçtikten sonra Mehmet Emin Hoca; “Çok yoruldum, artık bünyem kaldırmıyor, seni Bağcılar’a bırakamayacağım, Sibyan Mektebi’ne bıraksam, orada kalsan olmaz mı?” dedi. Olur dedim ve gece üçe doğru beni Sibyan Mektebi’ne bıraktı.

Böylece o gece mezarlıkların ortasındaki Sibyan Mektebi’nde gecelemiş oldum. Sabah namazını da orada kıldım. Saat on ikiye doğru Mehmet Emin Hocam geldi ve “Cuma namazını türbede kılacağız, seni de götüreceğim” dedi. Orada çalışanları ve belli başlı kişileri alıyorlardı ve Mehmet Emin Hoca da bir tanıdık vesilesi ile oraya girebiliyordu. Eyüp Sultan’da geçen bu gecenin sabahında Cuma namazını da Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesinde kılmış oldum. Namazdan sonra türbenin içinde hıçkırıklarla bir ağlama tuttuğunu hatırlıyorum.

O günler benim için önemli günlerdi. Çünkü ertesi gün imam nikâhım kıyılmış, bir sonraki gün de mütevazı bir düğün ile evlilik hayatına adımımı atmıştım. Düğüne Mehmet Emin Hocam ve hanımı “Hoca Hanım” da katıldı. İki gün önce Eyüp Sultan Hazretlerinin huzurunda evliliğimizin hayrı için de dua etmiştik. Kalbimizde Eyüp Sultan Hazretlerinin sevgisi o kadar fazlaydı ki ikizlerimizin adını da Eyüp ile Ensar koyduk. Rabbim onları ve bütün ümmet-i Muhammedin çocuklarını muhafaza etsin.      

Sibyan Mektebinde

 Arkadaşım Umut Sibyan Mektebi’nde Mehmet Emin Hoca’nın yanında çalışmayı bıraktıktan sonra, ben de ek iş olarak orada çalışmaya başladım. Ev masrafları ve ikizlerin mama masrafları o zaman bizi aştığı için maddi anlamda bir nevi buna mecbur kalmıştım. Çay dağıtmanın yanı sıra içerideki ve bahçedeki her türlü işi yapıyordum. Önemli işlerimden birisi de Dr. Mehmet Emin Hocanın sık sık dağıttığı farklı dillerde yazılmış küçük risaleleri rafa dizmekti.

Orada çalışmaya başladığım günün akşamında ise ilginç bir olayla karşılaşmıştım. Dr. Mehmet Emin Hocamla ilgilendiği tinerci gençlerin evine giderken peşimize bir sarhoş takıldı. Çok kabadayı bir tiplemeydi. Yolda Dr. Mehmet Emin Hocamdan para istiyor, alamayınca da bağırarak küfürler yağdırıyordu. Yaklaşık üç kilometre peşimizi bırakmadı. Nasıl gözü dönmüş, korkunç bir tip olduğunu anlatamam.

Yanımızda sokakta yatan bir adam daha vardı. Sarhoş tam Dr. Mehmet Emin Hocaya saldıracakken araya o girdi de sarhoşun esaslı bir yumruğunu yemiş oldu. Sokakta yatan adamın pazarcıdan aldığı gözlüğü bir tarafa fırlamış, gözünün altı da mosmor olmuştu. Bu arada Dr. Mehmet Emin Hoca ile oradan uzaklaşmaya çalışıyorduk. Dr. Mehmet Emin Hoca adama zaten; “Param yok en fazla canımı alırsın” demişti. Bana da “Benim nefsime ne söylerse söylesin, önemli değil ki aziz kardeşim” demişti.

Elinde jilet vardı

Dr. Mehmet Emin Hoca’nın böyle olaylar karşısında bir teslimiyet ve umursamaz bir hali vardır. O her şeyin Yaratıcısı istemeden kimsenin kimseye bir zarar veremeyeceğini düşünürdü. Bu bakımdan umursamaz bir halde yürürken Dr. Mehmet Emin Hoca ile aramızda bir mesafe oluştu. Bu arada sarhoş bana musallat oldu. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir insan nasıl hareket ediyorsa öyle hareket ediyordu.

Cebinden bir jilet çıkardı ve onu bana değil de kendi koluna sürdü. Kolu kan içinde kaldı. Bana da; “Koluma jileti sen vurdun” dedi. Elinde jilet olan, birisine ne cevap verebilirdim ki? Benden yarasını sardırmak için para istedi. Kolumdan tuttu ve “Beni eczaneye götüreceksin” diyerek baskı yaptı. Böyle durumlarda terslemenin neye tekabül ettiğini biliyordum. Nihat Genç’in Karanlığa Okunan Ezanlar adlı kitabını daha önce okuduğum için kapkaççı ve tinercilerin psikolojisini tahmin edebiliyordum. 

Nihat Genç kitabında diyordu ki; “Onlarla zıtlaşmayın ve onları sakince ikna etmeye çalışın. Netice de onlar da bir insan.” Ben de öyle yapmıştım, faydalı da oldu. Ona işsiz güçsüz bir adam olduğumu, cebimde tek kuruşumun bile olmadığını söyledim. Param olsaydı verebileceğini, ama şimdi olmadığı için veremeyeceğimi kesin bir ifade ile söyledim. Onu en fazla zannediyorum ki; “Olsaydı verirdim” sözüm etkiledi. Zaten kitapta da böyle demem tavsiye ediliyordu.

Bu arada çok büyük bir korku yaşadığım kesindi ama belli etmemiş ve ona güzel güzel nasihat etmeye çalışmıştım. İçkiyi bırakmasını ve Allah yoluna gitmesini falan tavsiye etmiştim. O an sürekli gözümün önüne yeni doğan bebeklerimiz geliyordu. Bu emanetlere sahih çıkabilmeyi diliyordum Mevla’dan. Yeni doğan çocukları olan bir insan bu yaşadığım korkuyu daha iyi anlayacaktır. 

O şerli adam nasihatlerimden sonra param da olmadığını anlayınca birden bire yumuşadı ve ellerimden öpmeye kalkıştı. Sonra Menzil’e gitmek istediğini, içkiyi bırakmak istediğini söyledi. Özür diledi…  Onun kızgınlık hali gibi bu hali de hastalıklıydı… Yani pişman olduğundan değil, duygularını kontrol edemediğinden bir öyle bir böyleydi.

Bu olaydan sonra Eyüp Sultan’a yakın bir yerde olmanın bir bedeli olabileceğini, her şeyin bir bedeli olduğunu düşündüm. Bedavadan kimse hiçbir nimete sahip olamıyor. Cennete gitmek için bile onu hak etmek gerekiyor. Belki de bu yaşadıklarım bununla ilgiliydi. Bu imtihanı da verdikten sonra beş altı ay kadar Sibyan Mektebi’nde getir götür işleri yapmaya devam ettim. Bu işleri de sanki Eyüp Sultan Hazretlerine hizmet ediyormuşum gibi büyük bir istekle yaptım.

Tekerlek helva

Sibyan Mektebi’nde İngilizce, Arapça, Osmanlı Türkçesi, Ebru ve Ney dersleri gibi bir takım etkinlikler yapılıyordu. Zaman zaman toplu açık hava kahvaltıları veriliyor, zaman zaman da sergi, söyleşi gibi etkinlikler yapılıyordu. Kapısında ise fakir fukara eksik olmuyordu. Çünkü Mehmet Emin Hoca onlara sürekli para veriyordu.

Sibyan Mektebi’nin küçük mutfağında çay yapmak ve dağıtmak en önemli işlerimdendi. Tam kapatacağımız sırada bir misafir gelse Hocam benden çay ikram etmemi istiyordu. Ben de elektrikli su ısıtma makinesi ile hemen bir poşet çay yapıp ikram ederdim böyle durumlarda. “Şimdi çayın sırası mı” diye hiçbir zaman düşünmezdim, çünkü ben de misafire ikram etmenin Müslümanın önemli bir vasfı olduğunu düşünürdüm. Sevgililer Sevgilisi’nin de buyurduğu gibi Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etmeliydi.

 İkram demişken bir de helva bahsimiz var, ondan bahsetmeden geçemeyeceğim. Mutfakta kocaman bir tekerlek helva vardı. Onu bir helva firması buraya hediye etmişti ve Hocam da onu büyük bir kahvaltı olunca açmak ve dağıtmak üzere bekletiyordu. Fakat bazı kalabalık kahvaltılar olduğu halde Mehmet Emin Hocam helvayı bir türlü açtırtmamıştı. Birkaç ay sonra; “Hocam bu helva bozulur dağıtalım” dediğimde razı olmamış, helvanın uzun ömürlü olduğunu söylemişti.  

Sibyan Mektebi’ne ara sıra uğrayan benim gibi boğazına düşkün bazı arkadaşlar da helvanın kesilmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Helvanın ilgimizi çeken tarafı kocaman olmasıydı. Bir tarafı hafiften küflenmeye başlayınca Mehmet Emin Hoca helvayı kesmemize izin verdi. Bir kısmını kahvaltılarda dağıttık, bir kısmını da gelen fakirlere verdik. Helva bittiğinde benim de Eyüp Sultan’daki nasibim bitecekti. Yani Mehmet Emin Hocam; “Artık daha gelme” diyecekti. Allah’ın işine bakın ki o işten ayrılınca ikizler de o pahalı mamayı bırakmış artık normal gıdalara geçmişlerdi.

Nefsimin hamlığı

Bu süre zarfınca çok kıymetli insanlarla tanışıp, sohbetler ettim. Dr. Mehmet Emin Hoca bu dönemde bana bazen kıymet veriyor, bir şeyler danışıyor, bazen de beni herkesin içinde çocuk gibi azarlıyordu. Bir gün arkadaşlarım geldiğinde onların yanında beni dışardan bağırarak çağırmış; “Şunu ser” diyerek elime bir kilim tutuşturmuştu. Nefsime bu durumun ağır geldiğini anlayınca henüz hala hamlığımın geçmediğini anlamıştım.

 Dr. Mehmet Emin Hocamın bana olan tavırlarının hiçbirisine gücenmedim. Çünkü onun bu tavırlarının arkasında başka şeyler olduğunu seziyordum. Haşa ki biz Hazreti Hızır ile Hazreti Musa değildik, olamazdık da… Ama bazı şeyler onların kıssasındaki gibiydi. Mehmet Emin Hocamın kızması da sevmesi de birdi benim için. Çünkü her ikisinin de zuhurattan olduğuna inanıyordum…

Bir seferinde Hoca Afrika’nın yöresel kıyafetlerini giyip bahçeye çıkınca, bazıları ona; “Bu komik kıyafeti giymeyin” demişlerdi. Benden de Hoca’yı bu konuda ikna etmemi istediler. Bense birçok meselede olduğu gibi Hoca’nın bu davranışında da bir zuhurat olduğunu ve zuhurata saygı göstermem gerektiğini düşünüyordum. O gönlüne doğduğu gibi istediğini yapardı ve onun her hali boş değildi. Ne olmuş birkaç Afrikalı genci mutlu etmek için bu kıyafetleri giymişse.

 Şu olayı da anlatırsam zannedersem bunun hikmeti biraz ortaya çıkar. Dr. Mehmet Emin Hocam avukat ve neyzen olan bir arkadaşı ile Afrika’ya gitmek üzere havaalanına giderler. Orada vip salonunda kasıntılı ve ciddi tipler olduğunu gören Dr. Mehmet Emin Hoca arkadaşından ney üflemesini ister. Arkadaşı “Bu resmi ortamda böyle bir şey nasıl yaparım” diye düşünse de Hoca’nın ısrarına dayanamaz ve dediğini yapar.

Belki de o da Hoca’nın zuhuratına güvenip dediğini yapmıştır. Bir taraftan o ney üflenirken Hoca da izci şapkasını çıkartıp oradaki zevattan sokak şarkıcıları gibi para toplar. Sonra topladığı o sembolik paraları da Afrika’da bir fakire verir. Anladığım kadarı ile Dr. Mehmet Emin Hocam kasıntının kibirden kaynaklandığını düşünerek böyle kasvetli ortamların resmi havasını bozmaya çalışıyordu.   

Kitaba sığmaz

Dr. Mehmet Emin Hoca’yı anlatmanın bir kitaba bile sığmayacağı kesin. Ama ne var ki bu bilgilerin de bir yerde kayıtlı olması gerekiyor. Çünkü bilhassa üveysi tabiatlı kimseler için Hoca’nın halleri adeta trafik işareti gibi. Nereden anladın diye soracak olursanız, onun kitabında kendini düşünmek diye bir şeyin olmadığına hep diğer insanlara iyilik yapmak için yaşadığına bizzat şahit oldum. Birlikte birçok yere gittik, üveysi meşrepli Nimetullah Yurt Hoca’yı ziyaret ettik örneğin. Beraber çok sohbet ettik, çay çorba içtik. Bana ilk defa damar çorbasını Fatih’te Mehmet Emin Hocam ısmarladı. Ben o zamana kadar damar çorbasını bilmezdim.

Bir seferinde ruhumun huzur kaynağı anneannemi ve dayılarımı, anemi ve babamı Eyüp Sultan’da onunla tanıştırdım. Uludere’deki Sabiha isimli öğrencimle ve o vefat ettikten sonra da onun annesi ve kardeşiyle hocamı görüştürdüm. Hasta olup evden çıkamadığı zaman birçok dost ve hocamızı onun evine ziyarete götürdüm. Noter Metin Abimi, Hasan Keskin, Nuri Adıgüzel, Mehmet Zeki Aydın ve Geylani Akan Hocalarım, Bahattin Balı Abi ve okul müdürümüz Esra Açıkalın Hocam bu eve ziyarete götürdüğüm kimseler. 

Bu ziyaretler içinde okul müdürümüz Emine Esra Hanım’ın ziyareti ile ilgili bir parantez açmak isterim. 2009 yılında İstanbul’da tayin olduğum okulumuzda mescid yoktu ve idareciler de sıcak bakmıyordu. Yeni yapılan binaya geçtik orada da mescid yoktu. Ta ki bir gün okulumuza müdüre hanım tayin oluncaya kadar. Müdüre hanımın geldiği ilk gün toplantıdan sonra, Peygamber Efendimizin işe mescidden başladığını ve ilk icraatının mescid olması gerektiğini söyledim. Şaşırtıcı bir şekilde üst kattaki boş odayı mescide vermeyi hemen o an kabul etti.

Gözlerinde inanç ışıltısı olmasa böyle hayırlı bir işi anında kabul etmesi mümkün değildi. O an kendisine Abdulkadir Geylani Hazretlerinin İlahi Armağan kitabını okuyup okumadığını sordum. “Okudum hocam, nereden bildiniz?” dedi. “Öylesine sordum” dedim. Müdüre hanımı henüz tanımıyordum belki olur da vazgeçer diye aynı gün kartonpiyer ustasını çağırtıp mescidin düzenlemesine başladım. Ertesi gün müdüre hanım mescide bakmaya geldiğinde çok memnun ve mutluydu.

O esnada kendisine; “Hocam siz Dr. Mehmet Emin Hoca’yı tanıyor musunuz?” diye sordum. Bu sefer gerçekten şaşırdı; “Evet tanıyorum bize izcilik kursu vermişti. Ama siz nereden anladınız?” dedi. Ben de ona açıkça anlattım; “Hocam siz bu mescidi yaptırmakla çok güzel bir sevap işlediniz. Ve bu hizmeti gerçekten isteyerek ve gönülden yapıyorsunuz. Bir velinin duasını almasanız böyle güzel düşünceleriniz olmaz. Siz Hocamın duasını almışsınız ki böyle bir şey size nasip oluyor” dedim.  

Emin Esra Hocam gerçekten inançlı bir insan olarak bize her zaman destek oldu. Birkaç ay sonra beni müdür yardımcısı yaptı ve üç yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra istifa edip fiilen öğretmenliğe devam ettim. Esra Hoca başka bir okula tayin olduktan sonra okulumuza Hüseyin Yaşar Bey müdür oldu. Çok tecrübeli ve sakin birisiydi. Tevafuka bakın ki ona da Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin İlahi Armağan kitabını okudunuz mu diye sorduğumda “evet” demişti. ,

Müdür Bey ülkücü bir insandı, inançlı birisiydi fakat fazla inancını ön plana çıkarmazdı. Bir gün okul mescidinde onunla sohbet ederken; “Müdür Bey sınıf ihtiyacı olunca bu mescidi kapatıp sınıf yaparsınız diye endişelenmiştim” dedim. Görünüşte dindar görünmeyen bu saygıdeğer insan bana o gün şöyle demişti: “Sınıf ihtiyacı olsa kendi odamı kapatırım, mescide dokunmam.” Bir de çocuğum hasta olduğun da bu 40 senelik tecrübeli müdürün duygulandığını ve “Aydın Bey lazımsa arabamı vereyim, bizim yazlıkta gidin bir hafta kalın, dinlenin” dediğini unutamam. İyilikler ve iyiler unutulmaz efendim. Tüm yöneticilere ve eğitimcilere örnek olmasını dilerim. 

Onun hali başka

Bir gün Cuma namazı sonrası evinin yakınındaki camide Mehmet Emin Hocamla otururken kızı gelmiş ve “Baba terziye gideceksin ve o pantolonu alacaksın” diye baskı yapıyordu. Çünkü Hoca kendine en ufak bir harcama yapmak istemez ve üstüne başına da bir şey almazdı. Lacivert bir ceket, bir mont bir de kışlık paltosu ile onu hep görürdüm. Onun yapısında kendisine önem vermek diye bir şey yoktu. Yemek yemeye önem vermez çoğu zaman yemek yemeyi unuturdu. Bazen hanımı onu yemek yemesi için ikna etmeye çalışırdı. Belki de Hocam hayatındaki tek haksızlığı kendisine bakmayarak kendisine yapıyordu.  

Dr. Mehmet Emin Hoca’yı tanımanız için onunla yaşadığım şu hatırayı da paylaşmak istiyorum. Bir gün onunla beraber bir camideki bir programa katıldık. Yaşlı bir yazar gelmiş, camide sohbet etmişti. Caminin kapsının önünde yazarın kitaplarını satıyorlardı. Programdan sonra imam odasına girip o yaşlı yazarla sohbet ederken, bir genç içeri girdi. Kapıdaki kitapları yazara teslim etti ve hiç kimsenin kitaplardan satın almadığını söyledi.

Yazar kitapları poşetine yerleştirirken, Mehmet Emin Hocam ona para uzattı ve o kitaplardan beş tane aldı. Aldığı kitapları da bana ve orada bulunan diğer kişilere hediye etti. İşte Mehmet Emin Hocam kitaplarına ilgi olmayan yaşlı bir yazarı bile düşünen bir kimsedir. Çok iyilik yapan ama yaptığı iyiliği daha yaparken unutan bir kimsedir.

Aynı şekilde beni de düşünürdü Hocam. Bir gün bir gence gazete okumadığı halde benim yazdığım gazeteden aldırmış ve ona da; “Bu gazete Aydın yazı yazıyor, onun için aldırdım” demiş. Bunu öğrenince biraz duygulanmıştım çünkü benim yazılarımı en yakınlarım bile okumazken Hocam böyle bir şey düşünüyordu.

Kokan erikler

Bir gün Ayvansaray’dan inip Zal Mahmut Paşa Camii’nin önünden geçerken bir adam el arabası ile siyah erik satıyordu. Ben daha önce böyle güzel kokan eriğe rastlamamıştım. Arabacının yanından geçerken püfür püfür kokusu bana kadar geliyordu. O an gönlüme; “Şu eriklerden Hocama götürsem” diye geçti. Elimi cebime attığımda hiç para olmadığını görünce, bankamatiğe gitmeye üşenip erik almadan Sibyan Mektebi’ne geçtim. 

 Buna biraz üzülmüştüm. Çünkü güzel şeyler gördüğümde neden hep böyle güzel insanlara almak isterim. Hocam mektepteydi, bir müddet sonra elinde bir kâse ile bir genç yanıma geldi; “Hocamız bu erikleri dağıtmamız istedi” diyerekten bana da uzattı. Meğer Hocamız oradan geçerken güzel kokulu eriklerden almış ve dağıtırmış. Tadı da gerçekten çok güzeldi. Hocamın da erikten yediğini öğrenince az önceki üzüntüm kalmadı. 

Hocamın nasıl bir insan olduğunu anlamak isterseniz şu hatıramı da nakledeyim. Bir gün Sibyan Mektebi’ne giderken Metrobüs’te bir aile gördüm. Genç kadının kucağınca kundakta bir bebek, genç adamın elinde de bir seyahat çantası vardı. Tam da tahmin ettiğim gibi kadın hastanede doğum yapmış, şimdi de metrobüsle evlerine dönüyorlarmış. Fakat bir taksi tutup dönmek yerine kalabalık bir toplu taşımaya binmeleri içimi acıttı.

Kadın oturuyor, erkek ise ayaktaydı. Lisan-ı münasip ile dualar ederek “Allah bağışlasın” diyerek iletişim kudüm. Çocuğun adını sordum, sonra ne iş yaptığını sordum. Gayet düşünceli ve sıkıntılı duran genç adam tekstilde çalıştığını söyledi. “Rabbim sizinle beni karşılaştırdı. Bu çocuğun ilk hediyesini ben vermek istiyorum, gönlümden koptu lütfen beni geri çevirmeyin” dedim. O zamanın parası ile 100 lira adamın avucuna sıkıştırdım ve hızla oradan ayrıldım. Adamcağızın itiraz etmeye bile vakti kalmadı. Asıl bir insan olduğu belliydi; “Gerek yoktu” falan dese de ben parayı vermeyi başardım.

Sibyan Mektebine vardığımda Mehmet Emin Hoca yine bana pek yüz vermediği bir evredeydi. Böyle zamanlarda benimle sadece iki üç kelime konuşurdu. Yanıma geldi ve cebinden çıkardığı 100 lirayı bana verdi. “İki gün önce aylığımı vermiştiniz Hocam” dedim. “Bu başka” dedi. Almak istemedim; “Ne parası bu” diye sordum, bu sefer daha kararlı bir ses tonuyla; “Bu başka” dedi.

Ona biraz önce metrobüsteki yeni doğan bebek için verdiğim yüz liradan bahsetmemiştim. İhtiyacım olduğu halde o parayı ona vermiştim ve Allah da bana o parayı aynı anda geri vermişti. Sahtekâr insanların dünyasında bu anlattıklarımın bir anlamı yoktur. Şeytanı bile kıskandıracak şekilde bu olayı tevil edebilirler. Bence bu olay infak eden güzel insanlar için de bir mesaj içeriyor. Kader diliyle diyor ki Rabbimiz, infak edeceğin zaman o kadar düşünmene gerek yok, sen ver Ben de sana veririm.    

Hurma çekirdeği topladı

Dr. Mehmet Emin Hoca her gün onlarca kişiye; “Burası Eyüp değil Eyüp Sultan” diyor, “Pier Loti’ye çıkacağız diyenlere de “Eyüp Sultan Tepesi orası” diyordu. Bir gün Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Eyüp Sultan’a geldiğinde ona bir mektup ulaştırıyor. Mektupta ilçenin resmi adının Eyüp Sultan olarak değiştirilmesini teklif ediyor. Bunun üzerine ilçenin adı resmiyette de Eyüp Sultan oluyor. Bu arada Mehmet Emin Hoca eskiden Eyüp Lisesi’nin müdürlüğünü yapmış o zaman da okulun tabelasını değiştirip Eyüp Sultan Lisesi yazdırmış. Hatta kavşaktaki tabelayı da; “Eyüp Sultan Lisesine gider” tabelasıyla değiştirmiş.

Okuldaki makam odasındaki koltuğunun arkasına Bediüzzaman’ın parmak kaldırarak olan bir resmini asmış. Resmin altında da “Sen de bir gün öleceksin” yazıyormuş. Okul müdürü olarak bayanlarla tokalaşmamak için elinde her zaman kitap taşır, elim dolu süsü verirmiş. Netice irtica bahanesi ile Hocamızı bir köy okuluna öğretmen olarak sürmüşler. Orada çocuklara o zamanlar okunan andımız yerine besmeleyle her işe başlarım şeklinde başka bir metin okutuyormuş.

Dr. Mehmet Emin Hoca’nın bazı kendine mahsus halleri de vardı. Mesele Sibyan Mektebi’ndeki masasının altında bir sürü gülsuyu kutusu vardı ki kutuların üzerinde Efendimizi sembolize eden gül resmi olduğu için onları çöpe atmıyor ve öylece biriktiriyordu. Bir gün Feshane’deki Hac malzemeleri fuarına beraber gitmiştik. Orada yerlerdeki kâğıtları ve hurma çekirdeklerini topladık. “Bunları toplayalım günah olur” dediği için yaptık bunu.

Öğrendim ki yerden hurma çekirdeği toplama işini o sene gittiği Hacda da yapmış. Otel ve Mescid-i Haram arasında gidip gelirken sürekli hurma çekirdeği toplamış. Bunları toplarken de hanımına; “Bana en fazla deli derler” diyormuş. Çıkışta neden bu çekirdekleri topladığımızı sorunca Hocam, İsmail Bilgin’in yazdığı “Medine Müdafaası” adlı kitaptan etkilendiğini söyledi. Bu kitapta Fahrettin Paşa’nın Medine’yi müdafaa ederken, askerleri aç kalınca hurma çekirdeklerini dövdürüp un yaptırdığı yazıyormuş.

Özel bir insan

Sevgili Okuyucu, Mehmet Emin Hoca’nın bana öğrettiği birçok şey içerisinde en çok ufkumu açanları özetleyerek bu bölüme nokta koymak isterim. Bunlardan birincisi şu ki onun gözleri fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini görüyordu. Yolda yürürken ben sohbete dalıp sağımı solumu görmezken o bir kenarda bekleyen bir garibanı görür ve ona yardımda bulunurdu. Ne kadar acelesi de olsa, ne kadar yoğun da olsa o tip kimseleri mutlaka görürdü.

İkinci olarak Hocamız hayatını mesaj vermeye adamıştı. Sibyan Mektebi’nin bahçesine tekerlek ve halatlardan bir park yapmış, en çok görünen noktasına da suni deriden bir pankart asmıştı. O pankartta; “İslamiyet güneş gibidir üflemekle sönmez, gözünü kapatan kendisine gece eder” yazıyordu. Hocamı tanıyabildiğim kadarıyla Hocam böyle yapmakla orada oynayan çocuklara bu mesajı ulaştırmak istiyordu.

O her meseleye böyle bakıyordu, her fırsatta mesajı taşımanın yollarını arıyordu. Mesele turistleri çekmek için dışarıya bir hoparlörle ney sesi veriyordu. Turistlerin bu sesi sevdiklerini söylüyor, gelen turistlere de İslam’ı anlatıyordu. Onunla çok kereler taksiye bindik ve istisnasız bütün taksicilere; “Eğer namazını kılarsan bu bir saatini alır, bir saat namaz kılanın diğer yirmi üç saati de ibadet hükmünde olur” diyor ve buna benzer bir tebliğde bulunuyordu. Onlara; “Arabanıza binen yolculara içinizden dua edin kardeşim” diyordu.

Üçüncü olarak Hocamız Üstad Bediüzzaman’ın müsbet hareket etme düsturunu benimsemişti. Kursa gelen açık kıyafetli bir kıza mezarların ortasındaki bu güzel atmosferden faydalansın diye önceleri hiç ses etmedi, sonradan o kardeşimiz kendiliğinden kıyafetine dikkat etmeye başladı. Dine karşı uzak kesimlere karşı çok sabırlıydı. Onun müsbet hareketinin bir örneği de şuydu. Bir zaman bahçedeki çadırları sokakta yatan insanlar tuvalet olarak kullanmışlardı. Hocam çadırlara büyük elif ba tabloları astı. “Bu Kur’an harflerini görünce buraya yapmazlar” dedi. İşte onun yöntemi böyleydi ve başarılı da olmuştu.

Dördüncü olarak Hocamızın iletişim başarısı çok yüksekti. İnsana değer verir dilencisinden sokakta kalanına kadar onlarla muhatap olurdu. Yeni tanıştığı kişilere; “Falanı tanıyor musun?” şeklinde sorular sorar ve ortak tanıdıklardan bahsederek iletişimi kuvvetlendirirdi. Birinin bir işi düştüğü zaman ilgili kişiyi arar; “Hem Eyüp Sultan’dan dualarımızı iletmek hem de falanca meselemizi halletmek için aradım” derdi. Aynı şekilde mevki sahibi kimselerle de çok kolay iletişim kurardı.  

Gerçek değerleri anlayalım ve onlara kıymet verelim diye, yalancı dünyanın makam ve mevki sahiplerine değil de gerçek gönül dostlarına hürmet edelim diye deryadan bu katreleri size sunmuş bulundum. Kısacası Hocamız başta da söylediğimiz gibi Üstad Sezai Karakoç’un; “Anla Mona Roza ben öteliyim” diye bahsettiği kimselerdendi. Onun yanına sürekli gelen Sibyan Mektebi müdavimlerinden birisi de “Öteli Genç”ti.   

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İrşad ehli bir veli Sami Ramazanoğlu…

Mahmûd Sami Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana‘da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.