11 Kasım 2011’de Cuma namazını Küçükçekmece’de bir camide kılmıştım. Büyük bir cami olmasına rağmen ağzına kadar doluydu. Caminin dışındaki çimenlere de hasırlar döşenmiş; bir o kadar cemaat de dışarıda vardı. İşin güzel tarafı şuydu ki bu cemaatin neredeyse tamamı gençlerden oluşuyordu ve bu pırıl pırıl gençlere vaaz-u nasihat eden hoca ise Şifa Tefsiri’nin müfessiri Mahmut Toptaş Hocamız idi.
Bu sıradan bir vaaz değildi, Hocamız cemaati ayetlerin saf ve berrak hakikatleriyle buluşturuyor, onları Kur’an-ı Hâkim’in nurlarına doyuruyordu. Kim bilir her Cuma yaptığı bu vaazlarla kimlerin gönüllerine Kur’an’ın hikmet tohumları ekiliyordu? Kimlerin kalpleri artık bundan sonra Fatiha ile atacaktı? Efendim, bu güzel ve mübarek vakitte Mahmut Toptaş Hocamızdan Fatiha Suresi üzerine şunları dinledim:
“Müslümanların yüzde doksanının ezberinde olan sure Fatiha Suresi’dir. Son yüzyılda en fazla tefsiri yapılan sure de yine Fatiha Suresi’dir. Yani normal tefsirin dışında sırf Fatiha Suresi’ni tefsir eden değerli ilim adamlarımız da olmuştur. Kimisi bu sure için iki yüz sayfa tefsir yapmış, kimisi de daha fazla. Böyle uzun tefsir yapan bir müfessirimiz tefsirin sonunda demiş ki: ‘Bu sadece benim anladığım, benden sonra gelenler daha başka şeyler de anlayacaktır.’ Bu misal Fatiha’nın anlam bakımından ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Abdullah bin Mesud radıyellahü anh, Hazreti Ömer radıyellahü anh döneminde Kûfe’de halka tefsir dersi verirken demiş ki: ’Benim söylediklerim benim anladıklarımdır. Bundan sonra gelecek olanlar da kendi dönemlerinin ihtiyacını bu ayet-i kerimelerden alacaklardır.’ Kur’an Allah celle celalüh’ün kelamı; kâinat da Allah celle celalüh’ün yarattığıdır. Çocuklukta hocalarımızdan öğrendiğimiz çok güzel şeyler vardı.
Rabbimizin sıfatları bize tanıtılırken, Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kudret, Kelam, Tekvin diye, Kelam ile Tekvin sıfatını yan yana koyup öyle öğretirlerdi. Kelam sıfatının tecellisi Kur’an-ı Kerim, Tekvin sıfatının tecellisi de ‘kün’ emri ile oluşan kâinat yani yaratılanların tamamıdır.” İnsanoğlunun hem kâinatı keşfetmekle görevli hem de Kur’an’ı tefsir etmekle görevli olduğunu söyleyen Mahmut Toptaş sözlerine şöyle devam etti:
“Herkes kendi çağının ihtiyacını alıyor Kur’an’dan ve tabiattan. Hipokrat döneminde doktorlar kendi dönemlerinin hastalıkları için ilacı tabiattan alıyorlardı. Lokman Hekim de kendi dönemi için yine tabiattan ilaç buluyordu. İbni Sina geldi o da aynı tabiattan kendi çağının hastalıklarına ilaç buldu. Günümüz ilaç sanayindeki araştırma ve geliştirme merkezleri de yine aynı tabiattan ilaç buluyorlar. Tıp ilmi de diğer ilimler gibi hiçbir zaman sona ermeyeceği için bundan sonra da aynı tabiattan ilaçlar bulmaya devam edecekler. Bunun için tabiat üzerinde sürekli araştırmalar yapılacaktır.
İşte Allah’ın Kitab’ı da aynı öyledir. Kur’an her dönemin ihtiyacına cevap vermeye devam etmektedir. Cenab-ı Allah’a nasıl en güzel şekilde şükredebiliriz bunu bize Kur’an-ı Kerim öğretmiştir. ‘Elhamdü lillahi Rabbil âlemîn’ diyerek en güzel şekilde şükredebiliriz. Çünkü biz Allah’ın gösterdiği övgü ile O’nu en güzel şekilde överiz. O’nun; ‘Rabbül Âlemîn’ oluşu bütün her şeyi düzene koyması demektir. Yani arının ne yapacağını, kelebeğin ne yapacağını, ağacın, çiçeğin, böceğin, ayın, yıldızın ne yapacağını Allah celle celalüh belirlemiş ve kâinatı da O düzene koymuştur. İnsanın da neyi nasıl yapacağını öğretmek için O’na ilahi kitaplar indirmiştir.
O kitapların nasıl uygulanacağını göstermek üzere de Peygamberler göndermiştir. Ve son olarak Hazreti Muhammed Mustafa sallellâhü aleyhi ve sellem’i göndermiş ve o sizin en güzel örneğinizdir demiştir. Yani ‘Kur’an nasıl yaşanacak’ diye bir soru mu soruyorsunuz? Size gönderilen emir ve yasakların tamamı Peygamber aleyhis selam tarafından uygulanmıştır; o halde onu önder ve örnek olarak kabul edin.”
Allah’ı zikretmenin önemine değinen Mahmut Toptaş bu konuda şunları söyledi: “Esma’ül Hüsna’nın yani Rabbimizin en güzel isimleri içerisinden en çok zikrettiğimiz yani andığımız ‘Allah’ ismidir. ‘Subhanallah, Elhamdülillah, Allahüekber’ derken hep bu ismi zikrediyoruz. Ondan sonra en çok Rahman ve Rahim isimlerini zikrediyoruz. Her işimize başlarken; ‘Bismillah’ir Rahman’ir Rahim’ diyoruz; yani bu isimleri söylüyoruz. Sonra bu isimleri her namazda Fatiha’nın içinde de ayrıca söylüyoruz. Ben size; ‘Siz günde en az beş yüz kere Allah’ı zikredersiniz’ desem. ‘Ben o kadar zikir etmiyorum Hocam’ dersiniz. Oysa ediyorsunuz. Sabah kalkarken, elbise giyerken, yemek yerken, su içerken, evden çıkarken, abdest alırken, arabaya binerken; ‘Bismillah’ir Rahman’ir Rahim’ diyorsunuz. Bakın burada bu üç ismi defalarca zikretmiş oldunuz. Bir de namazlarda söylediklerimizi ve namaz sonunda tesbihte söylediğimiz zikirleri de hesap edersek bu beş yüzü de geçiyor. Bundan otuz kırk sene önce bir gazetede şöyle bir haber yapılmıştı. Fransız kültür ataşesinin ülkesine gönderdiği bir mektup gazetelere konu olmuştu. Bu raporda deniliyordu ki: ‘Yetmiş yıldır verdiğimiz emeklerin hepsi boşa gitti. Açık tarafı kapalı tarafından fazla bir kadın bile arabasına binerken hâlâ; ‘Bismillah’ir Rahman’ir Rahim’ diyor. Demek ki bizi gavur etmek için çok uğraştılar, çok para harcadılar, çok sinsi programlar uyguladılar ama bunu başaramadılar. Diyor ki: ‘Ümidinizi kesin. Üzerinde elbise bırakmadığımız kadın sahneye çıkarken besmele çekiyor. Bizim bunları gavur etme imkân ve ihtimalimiz kalmamıştır.’ Bu adam çok isabetli bir araştırma yapmış ve böylece raporunda bildirmiş.”
Asıl meselenin Allah’ın buyruklarını uygulamak olduğunu söyleyen Hocamız bu konuda şunları söyledi: “Biz demek ki Allah’ı gün içerisinde defalarca zikrediyoruz. Ancak doktora gittiniz, doktor reçeteyi yazdı, verdi elinize, siz de eve geldiniz, reçetedeki kelimeleri saymaya başladınız. Elinize tesbihi aldınız ‘aspirin, gripin’ diye çekmeye başladınız. Yetmiş bin defa bunu söyleseniz hastalığınız iyileşir mi? Veya bir yemek kitabını alıp üç günde baştan sona okusanız karnınız doyar mı? Demek ki doktorun verdiği reçeteyi alıp uygulamazsak hastalığımız iyileşmiyor. Yemek kitabındaki tarifi de alıp yapmazsak karnımız doymuyor. Neyi söylemeye çalışıyorum? Besmeleyi evet çok sık tekrar edeceğiz ama onun bir içeriği var; onu alıp hayatımıza uygulayacağız. Peygamberimiz: ‘Sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler.’ (Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16) buyurmuştur. Bunu kıymetli hattatlarımız çok güzel levhalara yazmışlar, etrafını da süslemişlerdir. Birçok yerde asılıdır bu hadis-i şerif.
Şimdi biz her besmelede Rahman diyoruz, Rahim diyoruz. Bu yaptığımız zikir merhametli olmamızı sağlamıyorsa bu zikirden maksat hâsıl olmuyor demektir. Günde yüz kere besmele çekiyorsak, kendimize karşı, anne babamıza karşı, eşimize karşı, çocuklarımıza karşı, çevreye karşı ve tüm mahlûkata karşı merhametli olmuyorsak, Allah da bize karşı merhametli olmayacaktır. Demek ki çiçeğinden böceğine kadar yeryüzündeki her şeye merhamet etmek zorundayız. Şimdilerde ben pek görmüyorum ama eskiden bizim çocukluğumuzda nezaket diye bir şey vardı. Çocukların oynadığı taşı ayağı ile yana itelemeyen; bu da bir mahlûktur diyerek eğilip onu eliyle yana iten adamlar vardı. Ayağının ucuyla taşı itelemeyi onu aşağılamak olarak gördüğü için eliyle kaldıran nazik insanlardı bunlar. Adamın okuma yazması yoktu ama böyle incelikler yapıyordu. Efendimiz: ‘Yola eza veren şeyi kaldırmak imandandır’ buyuruyor. (Müslim, İman, 58) Bunun için o adam geliyor başkasının ayağı takılmasın diye o taşı eliyle kaldırıyor. Yol konusundaki bu hadisten anladığımız kadarıyla yolun ortasına araba koymak ve diğer arabaların geçmesine mani olmak da iman zayıflığından kaynaklanıyor.” Bismillah’ir Rahman’ir Rahim’i söyleyen bir insanın ilk önce kendisine karşı merhametli olması gerektiğini söyleyen Mahmut Toptaş şunları söyledi:
“Çünkü ayet-i kerimede Cenab-ı Allah cehennem narından önce kendinizi koruyun sonra ailenizi koruyun buyurmaktadır. Aileniz; ilk önce yakın akrabalarınız, sonra uzak akrabalarınız, sonra komşularınız ve sonra da insanlık ailesidir. Evet, tüm insanlar bir ailedir. Delilimiz ne? Efendimiz son haccında Arafat Dağı’nda okuduğu Veda Hutbesi’nde; ‘Arap olanın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, Arap olmayanın da Arap olana üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır’ diye buyurdu. Sonra şöyle dedi: ‘Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır.’ (Tirmizî, Sünen, Menâkıb 73; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/ 361, 524) Bu hadisi Birleşmiş Milletlerin kapısına yazsalar ne güzel olur. Demek ki biz Âdem aleyhis selam ’a ulaşan bir aileyiz. İşte Rahman ve Rahim’e inanan bir kimse önce kendi canını sonra cananını dünyada rezil bir hayat yaşamaktan, iffetsiz, şahsiyetsiz bir hayat yaşamaktan kurtaracak; sonra kendisini ve ailesini ahirette yanmaktan kurtaracaktır. Bazı anneler babalar var, bütün gelirini varlığını, çocuğunun istikbaline harcıyor ama istikbali seksen doksan seneyle sınırlıyor. Oğlunun veya kızının saçının teline zarar gelmemesi için anne baba titriyor ama onların öldükten sonraki hayatı ile hiç ilgilenmiyor. Rabbim merhametli olduğundan dolayı peygamberler göndermiştir. Ve hayatınıza tatbik edin diye de bir kitap göndermiştir. Buna göre hareket ederseniz hem bu dünyada hem ahirette hayatınız güzel olacaktır.”
Hocamızın vaazı burada bitti. Namaz çıkışı Mahmut Hocamızla tanışıp telefonunu aldım. Birkaç zaman sonra kendisini aradığımda beni cumartesi günü Sultan Ahmet’teki Cantaş Yayınları’na davet etti. “Gelirken yemek yeme” dedi. Haftada bir gün ortağı olduğu bu yayın evine geliyormuş. Ben de sözleştiğimiz gün denilen yere gittim. Bir ağabeyimiz güzel bir menemen yaptı, gazetenin üzerine tavayı koydular, üçümüz beraber bir tabaktan yedik. Biraz sonra yazar ve eczacı güzel insan Necati Tuncer Abi geldi. Elindeki çoraplardan birini Hocamıza diğerini de bana hediye etti. Necati Abi çok tatlı güzel hatıralar anlattı.
O günden sonra devrimizin önemli simalarından Mahmut Toptaş Hocamızla zaman zaman görüştük, telefonlaştık. Hocam sağ olsun oğlunun Münzevi Camii’ndeki düğün merasimine de çağırdı. Düğüne dönemin Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ömer Dinçer Bey de katılmıştı. Kendisi Hocamızın talebelerindenmiş. Evet, efendim zamanıma şahidlik etmek için bu detayları da sizlere nakletmiş oldum. Bizleri Kur’an hakikatlerine sevk eden bu güzel Cuma vaazından sonra sizleri yine bir Kur’an aşığının sohbetine götüreceğim. Kur’an sevdamız artarak hep devam edecek inşallah. Buyurun.
Aydın Başar/ İrfan Yolculuğu