Tadını alan Kur’an’a doyamaz

26 Kasım 2011 Cumartesi günü sabah dokuzdan akşam dokuza kadar Abdullah Yıldız Hoca’yla beraberdik. Sağ olsun beni de arabasıyla katıldığı programlara götürdü. Bugüne tam üç program sığdırdı. Beraber geçirdiğimiz on iki saatlik bu zaman diliminde ilk durağımız Haznedar’da bir camiydi. Orada Van-Tiran gezisindeki izlenimlerini anlattı. İkinci durağımız Kâğıthane civarındaki Davetder oldu. Orada çok kitap okuyan mücahid ruhlu kardeşlerimiz Hoca’yı dikkatle dinlediler. Sandalyeler kaldırıldığında mescide de dönüşebilen bu mekân sade ve mütevazı; sohbet ise samimiydi.

Hocamızın konuşmasından önce iki güzel kardeşimiz çıktı ve bir Mushaf’tan bir de mealden olmak üzere birkaç ayet okudular. Genelde bu tür programlarda ya sadece Mushaf’tan okunur ya da önce Mushaf’tan ayetler okunup bitirildikten sonra mealden okunur. Doğrusu bir ayet okunduktan sonra hemen ardından onun mealini okumak çok daha farklı bir Kur’an okuma yöntemi. Okunan Kur’an tilavetinden sonra Abdullah Yıldız Hoca her zamanki gibi yine faydalı bir Kur’an sohbeti yaptı. Bu sohbetten aldığım kayıtları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Şöyle başladı Abdullah Yıldız sohbetine: “Üstad Sezai Karakoç’un şu ifadesini Kur’an’la alakalı yaptığım bütün konuşmalarda mutlaka hatırlatıyorum. Diyor ki: ‘Müslümanlar Kur’an’dan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.’ Şimdi bu ifadeyi şöyle anlarsak nasıl olur? Bir akademi veya üniversite veya bir enstitü kurduk diyelim. Dense ki bu enstitünün bir tek görevi olsun o da dünyadaki Müslümanların veya ümmetin bu duruma düşüşünün sebeplerini araştırsın. Ekonomik, siyasal, sosyal, hukukî, tarihsel sebepleri nelerdir; bunları ortaya koysun. Bu enstitü yıllarca uğraşsa, veriler toplasa, sonuçlar yayımlasa birileri de dese ki bunları özetleyin bir kitap yapın, onu da özetleyin bir sayfa yapın, onu da özetleyin bir cümleyle anlatın. Bunu en güzel özetleyen Üstad Karakoç’un söylediği bu cümleden daha güzel bir cümle bulunamaz diye düşünüyorum.”

Mevdudi’nin; “Yeryüzünde kendisinin nasıl okunması gerektiğini beyan eden yegâne kitap Kur’an-ı Kerim’dir” sözünü de paylaşan Abdullah Yıldız sözlerine şöyle devam etti: “Dini metinler içerisinde veya diğer dinlerin kutsî kabul ettiği metinler içerisinde bir mukayese yaptığımızda bu hakikati görüyoruz. Kur’an kendisinin okunmasını ve anlaşılmasını istemektedir. Aliya Izzetbegoviç der ki: ‘Bu Kitap edebiyat değildir, tarih değildir. Bu Kitap hayatın kitabıdır. Onu bir roman gibi veya tarih gibi okursanız anlayamazsınız.’ Çünkü Kur’an bizim için hayat kitabıdır, bizim için bir kılavuzdur. Ama her alanda kılavuzdur. Ekonomide, siyasette, aile ilişkilerinde, aklımıza ne geliyorsa o alanda bir kılavuzdur. Kur’an’ı okuduğumuzda, anlamaya çalıştığımızda ve anladığımızı uyguladığımızda her şeyimiz değişir. İlk nesilleri tarif ederken diyorlar ki: Onların etlerine, kemiklerine, kanlarına, iliklerine kadar Kur’an işlemişti. Kur’an’la hemhal olmuş, onu sindirmiş ve her şeylerine onu yansıtmışlardı. İşte onu tanımak bunun için lazım. Kur’an’ı tanımak demek her şeye Kur’an gözüyle bakmaktır. Sahabeden İkrime radıyellahu anh her Kur’an’ı eline aldığında; ‘Bu Rabbimin kelamı, bu Allah’ın sözleridir’ der rengi uçup kaçar, titrer sonra kendine gelir, dünyayla irtibatını keserek onu saygıyla okurdu. Yani sahabe Kur’an’ı Allah’la konuşuyor gibi okurdu. Kur’an okuyan veya namaz kılan bir kimse Rabbi’yle sohbet etmektedir esasında. Kiminle sohbet ettiğimizi bilerek okumak. Tadını alanlar Kur’an okumaya doyamazlar. Bir roman okursunuz ikinci defa okuyamazsınız. Ama Kur’an’ı defalarca okuduğunuz halde sıkılmazsınız. Her okuyuşunuzda zihninizde yeni şimşekler çakar. Her okuyuşunuzda yeni anlamların kapısı aralanır. Kur’an’ın mucizevi özelliğidir bu.”

Kur’an’ın bizim için hayatımızın her alanında, her konuda bir izah, bir açı, bir çözüm, bir çıkış yolu olduğunu söyleyen Abdullah Yıldız Kur’an kıssaları konusunda şunları söyledi: “Bilhassa Kur’an kıssaları hayatımız için örnekler sunmaktadır. Kur’an kıssalarını okurken, onu iyi anlamak ve bugüne taşıyarak okumalıyız. Mesela firavun diyordu ki: ‘Bizim onlar üzerinde ezici bir gücümüz vardır, dilediğimiz gibi ezeriz.’ Bu, gücün hukukunu oluşturmak anlamına gelir, yani güce dayalı bir yönetim anlayışını örnekler. Bugün de dünya üzerinde güce dayalı yönetim anlayışlarını ikame edenler vardır. Demek ki öncekilerin tarihi aslında sonrakilerin de tarihidir. Bugünün gerçekleri yarın yeniden tekerrür edebilecektir. Bunun için Kur’an kıssalarını okatosoyurken oradaki yasaları, ilkeleri kavramaya çalışmaktır esas olan. Bir televizyon kanalında güzel bir kıssa yayınlanıyor. Abdullah Bin Mübarek yaşlı bir kadınla konuşuyor, ne soruyorsa kadın ayetlerle cevap veriyor. Sonra araştırıp soruşturuyor ki bu kadın kırk senedir Kur’an’dan başka bir şey konuşmuyormuş. Neden hep Kur’an’dan konuştuğunu sorunca kadın; Kâf suresi 17-18.ayetleri okuyor: “İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” Derler ki Abdullah bin Mübarek öğrencilerine hep bu kadından bahsetmiş ve onu hep örnek göstermiş. Yani yaş ve kuru Kur’an’da her şeye cevap vardır. Bu bağlamda, kim Kur’an’dan referans alarak konuşursa doğru söyler. Kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse adil hükmeder. Kim onunla davet ederse sırat-ı müstakime kavuşturulur.”

Konuşmasında Sünnet’in önemine de değinen Abdullah Yıldız şunları söyledi: “Tabiî Sünnet de çok mühimdir. Efendimiz’in sünneti, sireti, yaşantısı, modeli örnekliği zaten Kur’an’dır. Onun ahlakını soranlara Aişe Annemizin; ‘Siz Kur’an okumuyor musunuz?’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 163) diye cevap vermesi bu hakikati ortaya koymaktadır. Demek ki Efendimiz’in hayatı Kur’an’dır. Onun için ona yaşayan Kur’an denilmiştir.

Başka bir rivayette onun ahlakını soranlara Hazreti Aişe Annemiz; ‘Siz Mü’minun Suresi’ni okumadınız mı?’ diye cevap vermiştir. Demek ki onlara daha pratik bir örneklem üzerinden cevap vermeyi uygun görmüş. Şu halde onun ahlakını anlamak için Kur’an’ın tamamını okuyacağız. Ama bir yerden başlamamız mı gerekiyor, o zaman da hususi olarak Mü’minun Suresi’ni okuyacağız. Peki, bu surede Rabbimiz bizden ne istiyor bir bakalım. Mü’minun Suresi; ‘Mü’minler felah buldu’ diye başlar. Kurtuluş için ilk önce bizden mü’min olmamız isteniyor. Mü’min olmak demek Allah’ın birliğinden, ilahlığından, rabliğinden emin olmak demektir. Mü’min olmak; ‘La halika illallah’ yani ‘Allah’tan başka yaratıcı yok’ demekle olmaz. Bunu Firavun da Ebu Cehil de Mekkeli müşrikler de söylemişlerdir. Mü’min olmak için; ‘Allah’tan başka ilah yok’ demek gerekir. Yani hayatıma Allah’tan başka kimse karışamaz ve hayatımla ilgili her şeyi Allah belirler demektir bu. Surede ikinci olarak bizden namaz isteniliyor. Fakat huşu içinde bir namaz isteniliyor. Dizi veya maç aralarına sıkıştırılan bir namaz değil. Huşu; her şeyden kendimizi yalıtarak ‘Allahü ekber’ dediğimizde elimizin tersiyle dünyayı, sahip olduklarımızı, ticareti geriye doğru iterek namaz kılmaktır. Her zaman imandan sonra namaz gelir. Bütün peygamberlere bu emredilmiştir. Sonra; ‘Onlar lağvden yüz çevirirler’ buyruluyor. Boş şeylerden, boş konuşmaktan, boşa kürek çekmekten, boşa para harcamaktan, boşa su tüketmekten, boşa enerjinizi sarf etmekten sakındırıyor. Bir Müslüman Allah’ın kendisine verdiği enerjiyi, malı, mülkü, parayı, hiçbir şeyi boşa harcamayacak. Hani sorarlar ya; ‘Boş vaktinizi nasıl değerlendirirsiniz’ diye. Müslümanın boş vakti olmaz. Atasoy Müftüoğlu Abi der ki: ‘Siz vaktinizi kuşanmazsanız, sizin boş bıraktığınız yeri mutlaka şeytan doldurur.’ Televizyon başında durma noktasında istatistiklerde bu sene birinci olmuşuz, geçen sene ikinciydik. Amerika’yı da sollamışız. Elektronik aletlerin başında harcadığımız vakitlerin oranı da çok yüksek. Telefonu, interneti vs…”

Abdullah Yıldız Hoca sohbetin sonunda kitaplarını imzaladı. Oradaki okumaya meraklı gençler üçer beşer kitaplardan aldılar. Ben de oradakiler de Kur’an nurlarından feyz aldık. Çok güzel bir Kur’an sohbeti oldu.

Akşam olmak üzereyken arabaya bindik ve Bayrampaşa’daki programa doğru gittik; bu programı bir köy derneği tertip etmişti. “Hocam nefesiniz yormayın, programa da bırakın” dediysem de; “Ben alışkınım” demesi üzerine arabada tam gaz sohbete devam ettik.

Yerel televizyonları takip edenler bilir ki binlerce köy derneği vardır ve bu köy dernekleri sair zamanlarda horon, halay, çiftetelli türü oyunların oynandığı çeşitli programlar düzenlerler, sonra üç beş kuruş bir televizyon kanalına vererek bu eğlencelerini uydu vasıtası ile dünyaya izletirler. Sinop Boyabat’ın Tepeköy Derneği ise Kur’an ve Namazla Diriliş Programı düzenleyerek hayat kitabımıza olan ilgiyi artırmak için bir faaliyet düzenlemiş. Akşamüzeri yapılan program Tepeköy Derneği Başkanı Hüseyin Akman Bey’in kısa ve samimi konuşmasıyla başladı. Konuşmasında gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden örnekler vererek toplumumuzun içine düştüğü acı durumu çok güzel bir şekilde özetledi. Bu durumdan kurtulmanın çaresinin Kur’an ve Sünnet’e sıkı sıkıya sarılmak olduğunu ifade eden Hüseyin Akman Bey, programa katılmayan hemşerilerine ise küçük bir sitemde bulundu. “Bir şarkıcıyı getirseydik, bu salon gibi üç salon daha doldururduk” diyen Hüseyin Bey; “Bir dahaki Kur’an ve namazla diriliş programında buluşmak üzere” diyerek sözlerine son verdi.

Açılış konuşmasından sonra küçük kızlarımız şiir ve ilahilerini seslendirdiler. Ardından Abdullah Yıldız ve Ahmet Bulut Hocalar paneldeki konuşmalarını icra ettiler. İlk olarak söz alan Abdullah Yıldız Hoca şunları söyledi: “Biz bir tek Kitab’ı anlamakla sorumluyuz. Diğerlerini anlamasak, kavramasak Rabbimiz sormaz. Allah bizi bir tek kitaptan yani Kur’an-ı Kerim’den sorumlu
tutuyor. Onda Hazreti Adem’den beri gelen bütün peygamberlere gelen vahyin ana mesajı var. Kitapların anası, sonuncusu ve mütekamili olan bir kitaptır. Zuhruf Suresi’nin 44. ayetinde bu kitaptan sorulacağımız açıkça ifade edilmektedir. Bu sorguyu geçemezsek, yani anlamaz ve onu yaşamazsak Allah korusun sonuç çok korkunç: Nar; Cehennem; Sakar… Bunun için değerli kardeşlerim Kur’an’ı okuyacağız, anlayacağız ve tevhidin hakikatini kavrayacağız. Peki, tevhidin hakikati nedir? Ebu Cehil ve diğer müşrikler Allah’a inanmıyorlar mıydı? İnanıyorlardı. Onlar; ‘La halika illallah’ yani ‘Allah’tan başka yaratıcı yok’ diyorlardı. Ama sorun ne idi öyleyse? Hayatlarında Allah’ın otoritesini kabul etmiyorlardı, Allah bize karışmasın diyorlardı. Hayatımıza yön verme ve her alanını belirleme hakkı Allah’ın olmasın diyorlardı. Günümüzde de demiyorlar mı, Allah’ı siyasete karıştırmayın, ekonomiye, hukuka karıştırmayın. Allah yaşatır ve yönetir. Yönetmesine razıysanız La ilahe illallah’ı anlayıp benimsemişsiniz demektir. Karı koca ilişkilerinden, iş hayatına kadar, eğitim hayatından basın yayın hayatına kadar her alanın kurallarını Allah belirler. Bu otoriteyi kabul etmiyorsa insan, ‘La ilahe illallah Muhammedur resulullah’ı kelime olarak söylemesinin bir manası yok. Rahmetli Ömer Lütfi Mete kardeşimiz vardı, çok kıymetli bir insandı. Beş vakit namazlarını da kılardı. Çok yoğun işleri olduğu için namaz platformuna katılamadı ama bu hayırlı işte benim de imzam olsun diyerek kitapçıkta yer aldı. Rahmetli, ‘Allahsız Müslümanlık’ diye bir kitap çıkartınca bazı tepkiler almıştı; böyle şey olur mu falan diye. Bu kitapta ‘Allah bizi yarattı ama hayatımıza karışmasın’ anlayışını eleştiriyordu. Bizi yedirsin, içirsin, nimetlerini versin, biz ona itaat etmeyelim, namaz kılmayalım, böyle şey olur mu diyordu.”

Konuşmasında Lort Gladson’u hatırlatan Abdullah Yıldız şöyle dedi: “Kimdi bu adam? Afrika’dan Amerika’ya kadar uzanan dünyanın dört bir yanında sömürgeler elde eden İngiltere’nin sömürgelerden sorumlu bakanı. Yani bir nevi dünya valisi gibi bir şey. O dönemde İngilizlerin sömürgelerine baktığımızda en çok Müslümanların olduğu ülkeler olduğunu görüyoruz. Tabiî o dönemde İngilizler, Müslümanları kendimize nasıl daha güzel kul köle ederiz diye sürekli kendi içlerinde tartışıyorlar.

Bu konunun konuşulduğu özel bir toplantıda Lort Gladson çekmeceye elini atıyor ve bir kitap çıkartıyor. Bu kitap Kur’an-ı Kerim. Diyor ki: ‘Bu elimde gördüğünüz kitap Müslümanların elinde kaldığı sürece biz Müslümanları kesin olarak mağlup edemeyiz. Ne yapıp yapacağız bu kitabı onların elinden alacağız ki onlar üzerinde hâkim olabilelim.’ Zaten bu gayeyle çalışmaları olan bu insanlar hedeflerine ulaşmak için hâlâ çalışmaya devam ediyorlar. Müslümanların nasıl bu kitapla arasını açarız diye düşünüyorlar. Bu konuşmasında Lort Gladson diyor ki; ‘Onları öyle bir hale getireceğiz ki okuyacaklar ama anlamayacaklar.’ Şimdi bu adam yaptığı bu konuşmada bir keramet mi gösterdi? Dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslüman kardeşlerimizle görüştüğümüzde bu hedefe büyük ölçüde ulaştıklarını maalesef müşahede ediyoruz. Son olarak yaptığım Arnavutluk, Makedonya ve Kosova gezimde bunu çok iyi gözlemledim. İnsanlar dininden bilinçli ve programlı olarak zorla uzaklaştırılmışlar.”

Bu durumu bizdeki bazı sıkıntılarla kıyaslayan Hocamız konuşmasının devamında şunları söyledi: “Biz de birçok sıkıntılar yaşadık zamanında. Bırakın Kur’an öğretmeyi, dini neşriyatı evinde bulundurmanın yasak olduğu dönemler yaşadık. Bizim bütün üstadlara hürmetimiz var. Bediüzzaman Said Nursi, Mehmed Zahid Kotku, Gönenli Mehmed Efendi, Mahmud Efendi; hepsinden Allah razı olsun. Bunlardan birisi de Süleyman Hilmi Tunahan; O sancılı dönemde gizli Kur’an kursları açtı. Takibat, jandarma, polis üçgeninde tedrisatını sürdürdü. On tane tren bileti aldı, öğrencileri ile kompartımanı doldurdu. Takur tukur sesler arasında Kur’an eğitimini o şekilde gizli gizli verdi. Bu ülkede bunlar yaşandı.”

Hocamız konuşmasın son bölümünde değerli ilim adamı merhum Muhammed Hamidullah Hoca’dan da bir hatıra nakletti: “Muhammed Hamidullah var büyük âlim, Allah gani gani rahmet eylesin. Bu zat o dönemde hacca gitmiş. Osmanlının torunları Türkler nerede diye düşünmüş ve onları bulmuş.

Altınoluk’un karşısına doğru giderken bakmış tüm hacıların ellerinde Kur’an var, bakmış ki bizimkilerin ellerinde Kur’an yok. Türkleri çok seviyor ya hüsn-ü zan etmiş: ‘Herkes Kur’an’ı yüzünden okuyor Türkler ise herhalde hepsi hafız; ezberden okuyorlar’ diye düşünmüş. Sonra bu düşüncesini bizimkilerden birine söylemiş. Bunu duyan hocalarımız kızarmışlar bozarmışlar ve ‘Hocam maalesef durum bildiğiniz gibi değil, ülkemizde uzun yıllardır Kur’an okumak ve okutmak yasaktı, bizimkiler Kur’an okumayı bilmiyorlar’ demişler. Hamidullah Hoca bunu duyunca: “Vah Osmanlı’nın torunları demek siz bu hale düştünüz’ diyerek hüngür hüngür ağlamaya başlamış. O bizim halimizi görmüş ve ağlamış ama biz bugün kendi halimize ağlayamıyoruz. Sıkıntı burada.”

Bu güzel ibretlik hatıra ile Abdullah Yıldız Hocam konuşmasını bitirdi. Muhammed Hamidullah Hoca’nın bu hatırasını dinlerken ben de müteessir oldum.

Aydın Başar, İrfan Yolculuğu, Asalet Yayınları, İstanbul, 2020, s. 48-54

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Mehmet Feyzi Efendi farklı bir zattı…

İmam hatipte okurken yaz tatillerinde İstanbul gibi manevi üstadların bol olduğu bir şehirde birçok güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.