Öyle konuş ki sözün “kavl-i adl” yani “doğru ve adil söz” olsun. Sözünü hakikat terazisiyle tart da söyle, ölçülü olsun. Adaletli söz söyleyebilmek için önce adil bir karakterimizin olması lazım. Adaleti içselleştirmemiz lazım. Peki, adil insan kimdir?
Adil insan, kimliği ve dünya görüşü ne olursa olsun, hep mazlumun ve mağdurun yanındadır. “Adalet, yönetimin temelidir” temel prensibini esas alır. Adalet, hikmettir. Karşıtı zulümdür. Adil insan, her şeye hikmetle, akl-ı selimle, zevki selimle ve gerçekçilikle yaklaşır.
Adil insan, vizyonu ve misyonuyla, duruşu ve dürüst oluşuyla, hep “arayan” değil “aranan” kişi olmasıyla, pasif değil aktif, edilgen değil etken, niteliksiz değil nitelikli kişiliğiyle öne çıkan erdemli insandır.
Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymak, doğru hüküm vermek haksızlıktan sakınmaktır. Adaletin zıddı zulüm, haksızlık, adam kayırmak gibi kötü davranışlardır.
Yüce Allah buyurur ki: “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Nisa, 135)
Hazreti Âdem aleyhis selam’dan son Peygamber Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’e kadar gelen bütün peygamberler hak ve adalet anlayışını insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Yeryüzünde ilahi adalete uyulduğu sürece insanlar arasında huzur, barış ve sevgi hâkim olmuş, ilahi adalet ölçülerine uyulmadığı dönemlerde ise zulüm, kan, gözyaşı ve haksızlık hâkim olmuştur.
İslam, hak ve adalet anlayışı üzerinde yükselen bir dindir. İslam dininde adalet denince din, dil, ırk, cinsiyet ve ülke farkı gözetmeden insanlara, insan olarak yaratıldıkları için eşit davranmak ve Allah’ın insana doğuştan verdiği can, mal, akıl, namus ve din gibi insan için hayati önem arz eden hakları korumak akla gelir.
Kahraman ecdadımız tarihte bu anlayışla hareket ettiği için asırlarca farklı kültür ve farklı ırklara mensup milyonlarca insanın kardeşçe, huzur içinde bir arada yaşamalarını sağlamıştır. Ne zaman ki hak ve adalet anlayışından ayrılmalar başlamış işte o zaman zulüm ve haksızlıklar, bölünüp parçalanmalar başlamıştır.
İşte bu prensip ve bu ruhla koca İslam Devleti vücut bulmuş, bu adalet anlayışıyla insanlar akın akın İslam’ı kabul etmişlerdir. İslam’da adalet hayatın her alanında gösterilmelidir. Savaşta adalet, barışta adalet, nimetlerin paylaşımında adalet, ölçü ve tartıda adalet, söz söylerken adalet, çalışmada ve ücrette adalet, çocuklar arasındaki sevgi ve mal paylaşımında adalet, eşimize karşı adalet, komşularımıza karşı adalet, kısaca her zaman her yerde adalet.
Hatta İslam ibadette dahi adaleti tavsiye ediyor. Nefsimizin ve bedenimizin bizde hakkı olduğunu beyan ediyor. Hülasa adalet, kâinatın düzeni, bir devletin bekası, ailenin ve toplumun huzuru, dünyanın saadeti, müminlerin ise ahirette huzur ve mutluluğudur.
“Adaletin en güzel örneğini Müslümanlar vermişlerdir. Çünkü İslamiyet’in adalet mefhumuna kattığı mana, bütün tasavvurların üstündedir; “İnsanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.”. “Ne Arab’ın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arab’a bir üstünlüğü vardır. Üstünlük takvadadır”. “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanımanız için sizi şubelere ve kabilelere ayırdık. Şüphe yok ki Allah yanında en saygı değeriniz, günahtan en çok korunanızdır” buyruklarını bu din ilân etmiştir.
Bu üstün terbiye ile Cenâb-ı Peygamberin rahlesinde yetişen Hazreti Ömer radıyellahu anh kendini şerefli görerek, başkasını hiçe sayıp hakarette bulunan kimseyi asla affetmemiştir. Buna en güzel örnek: Kisrâ ve Kayser’in devletini yıkan, saltanatını alt üst eden Mısır fâtihi Amr bin As’ın oğlu, babasının mevkiine dayanarak haksız yere bir kıptiyi hiçe sayıp tokatlamıştı. Durumdan haberdar edilen Hazret- Ömer’in bu çirkin olay karşısında rengi değişmiş, kısas yapılması için Amr’e emir vermiş ve şu cümleleri de ilâve etmişti: “Ey Amr! Analarından hür olarak doğan insanları ne vakit köle ettiniz?”
İşte adalet ve eşitlik konusunda bu derece hassas olan Hazreti Ömer devrinde ikinci hâdiseden bahsetmek, konumuzu daha iyi aydınlatır: Hazreti Ali radıyellahu anh âdeti üzere Hazreti Ömer’i ziyarete gelmişti. Sohbet ederlerken, bir adam halifenin huzuruna çıktı ve gayet açık bir ifâdeyle söze başlayarak Ebû Talib’in oğlu Ali’den şikâyetçi olduğunu söyledi. Bunun üzerine, az öncesine kadar kardeş gibi baş başa verip sohbet ettiği arkadaşına karşı tavrını değiştiren Hazreti Ömer; “Ey Abelhasen! Kalk da davacı ile birlikte bulun…” diye emir verdi. Hazreti Ali derhal kalkıp davacının yanında yerini aldı.
İki taraf da dinlendi, delilleri karşılaştırıldı ve netice hükme bağlandı. Davacı ayrılıp gittikten sonra, Hazreti Ali’nin yüz hatlarından, müteessir olduğu anlaşılıyordu. Hazreti Ömer bunu fark etmekte gecikmedi ve “Ey Ali! Adalet ve hükmümden memnun olmadın mı?” Hazreti Ali böyle bir soru bekliyordu, derhal cevap verdi:
“- Evet, memnun olmadım…”
“– Niçin?”
“– Çünkü siz davacının yanında bana künyemle hitap ettiniz, “Ey Ebelhasen” dediniz. Bilirsiniz ki künye ile çağırmak Araplarda bir saygı ifadesidir. Hasmımın yanında beni künyemle çağırmanızı adaletinize yakıştıramadım!..”
Bu cevaba son derece sevinen ve duygulanan Hazreti Ömer:
“– Allah senden razı olsun ey Ali! Beni irşad ettin” diyerek yerinden kalktı ve Hazreti Ali’yi kucaklayarak gözlerinden öptü.
İnsanlık tarihinde hangi milletin fertleri ve hükümdarları hak ve adalete bu derece saygı göstermiştir? Evet, bunun birçok örneklerini yine ancak İslâm tarihinde görebiliriz. Müslüman, en zayıf ve en aşağı bir kardeşinin hukukça kendisine denk olduğundan şüphe ederse, o olgun bir Müslüman değildir.İşte bu adalettir ki muhtacına verilen sadakayı, fakirlere karşı bir minnet değil, belki sadaka vermeye muktedir kimselerin mallarından harcamayı gerektiren bir borç kılmış; zengine bu hakkı ödeme hususunda da eşitlik mefhumunu bozacak böbürlenme imkânını vermemiştir.” (İslâm Türk Tarihinin Altın Sahifeleri, Celal Yıldırım, s. 211-213)
Prof. Dr. Şemsettin Dursun/ İrfanDunyamiz.com