Sofralarda misafir, gönüllerde muhabbet…

Nerede o eski güzellikler? Eskiden insanların gönülleri muhabbetle, sofraları misafirle, arzuları hizmetle doluydu. Bizim küçüklüğümüzde evler iki odalı, çok küçük ve geneli de ahşap olurdu. Çatı diye bir şey yoktu, yağmur yağınca genelde evlerin içine sular damlardı.

Oturduğumuz evlerde su bulunmazdı; anne-babalar köyün cümle çeşmesinden getirirlerdi. Tenekeye musluk takıp onu çeşme yerine kullanırdık. Yiyecekler kısıtlı, fakat lezzetliydi. Bulgur pilavının piştiğini eve yaklaşınca kokusundan anlardık. Havuç yerken ellerimiz tatlanırdı. Domates elma gibiydi. Hülasa her şeyin ayrı bir tadı vardı.

Şükür ve sabır vardı

Araç bulunmazdı; tarlaya, dağa, bağa, at veya eşekle gidilirdi ki, onlar da herkeste bulunmazdı. Kaldırım yoktu; yollar, sokaklar çamur doluydu. İhtiyaçlar diz boyuydu; ama yokluk sefalet değildi. Şükür ve sabır en büyük sermaye, aşağıları görmek bir faziletti.

Yollarda sokak lambaları yoktu. Komşulara giderken ya küçük el feneri kullanırdık ya da soba tavasına kül koyar, üzerine de biraz gazyağı döküp onu yakarak önümüzü aydınlatırdık. Koyunların, kuzuların sabahları meleşmesi, akşamları da ahırlara koşuşması insana ayrı bir zevk verirdi. Güneşin göğsümüze doğduğu görülmez, erken kalkan menzile ulaşırdı. Ekmek tandırda yapılırdı. Çam teknede hamur yapılıp, sac üstünde pişirilirdi.

Neydi o günler, insan düşündükçe aklına neler gelmiyor ki… Bir şey tartmak için okka, kile kullanılırdı. Sonbahar olunca kükürt alarak barut yapıp ava gidenler olurdu. Harmanda düven (gem) sürülür, kağnı ile yük taşınır, kışın kızak yapılır, saban ile de çift sürülürdü. Pulluğu çok daha sonraları görebildik.

Kazaklar, çoraplar yün iplikten örülürdü. Sıtma, tifo, verem gibi hastalıklar çoktu; doktor, ilaç yoktu. Çocukları arı soktuğu zaman, ak pürçekli nineler “kocakarı ilaçları” yapardı.

Yardımlaşma vardı

Kalıp yapıp kerpiç dökülür, kazma ile kütük sökülürdü. Her şeye rağmen imece ile yardımlaşma vardı. Düşmanlık yok; dostluk, mertlik, sabır vardı. Yakın akrabalara gelince; teyze, hala bil ki ana; amca, dayı sanki baba idi. Bayramlarda el öpülür, büyüklerden harçlık alınırdı.

Bu kadar detaya inmişken o güzel komşulardan bir şeyler yazmasam noksanlık etmiş olurum. Tarladan, dağdan gelirken arabamız olmadığından yürür, eve ulaştığımızda da çok yorgun olurduk. O güzel komşumuz Nebiye teyze beni evinin önündeki taşın üzerine oturtur ve hemen evine koşarak bir tas ayran getirirdi.

Aradan yıllar geçti, ancak onu unutmam mümkün değil. Aklıma her gelişinde ruhuna bir Fatiha okuyorum. O güzel komşulara bir değil, bin Fatiha okusam yine az gelir.

Nizam abi

Mazi ile gelecek arasında köprü kurmak için bir şeye daha değinmek istiyorum: Babamdan en az 10 yaş küçük olan bir ağabey vardı, adı Nizam’dı. Onun korkusundan mahallenin gelinleri, kızları ayakları çorapsız, başları örtüsüz evlerinden dışarı çıkamazlardı.

Mahalleye bir satıcı gelse, kadınlar Nizam ağabeyin korkusundan satıcının yanına gidemezlerdi. O nasıl saygıydı ki, yaşları büyük olmasına rağmen annelerimiz bile Nizam ağabeyden korkar, ona hürmet ederlerdi. Hatta öyle şuur altına yerleşmiş ki, annem 75 yaşındayken bana şöyle bir rüyasını anlatmıştı:

“Oğlum bu gece bir rüya gördüm. Eski komşularımızla beraber bizim evin kapısının önünde oturuyoruz. Ayaklarımda çoraplarımın olmadığını fark ederek, ‘Şimdi Nizam gelirse kızar,’ diye düşünerek eve koşup çoraplarımı giyeyim diye düşündüm. Birden uyandım ve anladım ki rüyaymış.”

Ne güzel günlerdi

Özler olduk o güzel değerleri… Şimdi evlerimiz güzel, içlerinde sayamayacağımız kadar eşya var. Hayat adeta düğmeleşti. Hatta birçok cihaz düğmesine bile basılmadan idare ediliyor. Evler toprak değil belki beton; ama gelin görün ki, insanlarımız da buzdolabı gibi soğuk artık. Güler yüzlü insan kalmadı. Sofralarda misafir göremez olduk. Hele akrabalık bağları yok denecek kadar zayıfladı.

Basit meseleler yüzünden insanlar aylarca, belki yıllarca küskün duruyorlar. Bu, Allah’ın kitabından ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyor. Bugünlerde şu âyet-i kerimeyi çok okumalıyız:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ Sûresi, 1)

Üzerinde saatlerce düşünülmesi gereken bu âyetin vermiş olduğu mesajı bilmem anlayabildik mi? Allah’ın hakkından sonra akrabalık haklarının gelmesi ne kadar dikkat çekici değil mi?

İki damla yaş kaldı

Çocukluğumda sabah namazında camide en az iki saf insan olurdu; şimdi camiler daha da büyütülüp gelinler gibi süslenmiş, ama içleri boş. Sabah namazını 5-6 kişiyle kıldığımız günler bile oluyor.

Hayal âlemine şöyle bir dalıp 30-40 yıl öncesine gittim. Fiziki olarak çok yol kat etmişiz, fakat madde bizi esir durumuna düşürmüş. Örflerimizi, âdetlerimizi, ananelerimizi koruyamamış; adeta içi boş, dışı süslü bir hale getirmişiz. “O güzelim değerleri bir daha kazanmak mümkün mü?” diye içimden geçirdim.

Geriye bakıp gördüğüm tek şey gözlerimden akan iki damla yaş oldu; ilahi müjde ile yarın cehenneme sütre olabilecek iki damla gözyaşı…

Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.