Bir sabah ansızın her şey değişti…

30 yıl felçli yaşamış, 35 ameliyat geçirmiş merhum yazarımız Rüstem Kılıç Hoca’nın vefat etmeden kısa bir müddet önce bize teslim ettiği yazılarını yayınlamaya devam ediyoruz. İşte merhum Hocamızın ibretlerle dolu hayatı…

Bursa’ya gelip kiralık evimize yerleştik. Evimiz üçüncü kattaydı, erkek kardeşlerime de yaklaşık 300 metre mesafedeydi. Atamamı yaptırmak için Bursa’da oturan, değerli dostum, meslektaşım, siyaseti ve bürokrasiyi çok iyi bilen bir arkadaşımı da yanıma alıp, İl Milli Eğitim Müdürüne gittik. Müdür bey, bize “Bursa’da sadece branşımızda iki okul münhal, bunlardan bir tanesi merkez Osmangazi ilçesinde bir okul, diğeri ise İznik’te” dedi.  Merkezdeki okula benden önce müracaat eden bir meslektaşımın atandığını, benim ancak İznik’teki okula atamamın yapılabileceğini sözlerine ekledi.

Bilezikli bastonlarla yürüyordum, Müdür Bey’e; “Hocam benim hastalığım yarın bir gün ilerleyebilir ve fakülteye gidip gelmem gerekebilir. Onun için şayet ben İznik’e atanırsam, bu benim için çok zor olur. Arkadaşla merkezdeki okulu becayiş yapmamız mümkün değil mi?” diye sordum.  Müdür Bey benim durumumu o arkadaşa ileteceğini söyledi. Daha sonra öğrendik ki meslektaşımız sağ olsun; “Kabul ederim, değişebiliriz” demiş. Allah ondan binlerce kez razı olsun diyorum. İleriki günlerde de kendisiyle tanışma imkânı bulduk ve iyi arkadaş olduk.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Dikili’ye gittik

Merkezde atama yapılacak olan okul, Osmangazi Bağlarbaşı İnönü İlköğretim Okulu’ydu. Kardeşimle beraber geldik, okul müdürüyle tanışarak görevim için imzayı attım ve resmen Bursa’ya atanmış oldum. Okullar yaz tatilindeydi. Ben de zaten raporluydum. Kardeşlerimi alarak, tedavi için İzmir Dikili’ye doğru yola çıktık. Bakanlıktaki arkadaşlarım yardımıyla daha önce yer ayırttığımız Dikili Öğretmen Evi’ni aradık, bulduk ve yerleştik. Küçük kardeşim Bahtiyar, aracıyla bizi getirmişti. Birkaç gün bizimle kalıp Bursa’daki işinin başına geri döndü. Diğer kardeşim Enver, bana refakatçi olmak için benimle kaldı.

Dikili, İzmir’in Balıkesir sınırına yakın en uçtaki ilçesiydi. Çok sakin, sessiz ve küçük bir belde görünümündeydi. Sabah kahvaltımızı yapıp, biraz oyalandıktan sonra kardeşimle birlikte yürüyerek, deniz kenarına iniyorduk. Harika bir denizi, bembeyaz bir kumsalı vardı. Kardeşimle birlikte denize girerdik. O, biraz yüzdükten sonra sahile çıkıp, şemsiyenin altından beni izlerdi. Ben uzun süre yüzerdim, yorulunca şişme yatağımın üzerine yatarak dinlenir, tekrar yüzmeye devam ederdim.

Çünkü doktor bana beyincik üzerindeki ödemin çözülmesi için, uzun süre yüzmemi, kum ve güneş banyosu yapmamı tavsiye etmişti. Yüzme işim bittikten sonra, sahile çıkıp kızgın kumun üzerine yatıyordum ve uzun süre güneş alıyordum. Böyle devam ederken, tüm vücudumdaki deriler patates soyar gibi dökülmeye başladı. Öğretmen evinde kalıp, yaklaşık 25 gün tavsiyeleri uygulamama rağmen şikâyetlerimde herhangi bir azalma ve yürüyüşümde bir düzelme meydana gelmemişti.

Tekerlekli sandalye

Hava durumunun denize girmeye müsait olmadığı günlerde, kardeşimle birlikte çevreyi dolaşır ve tanımaya çalışırdık. Hatta bir gün dolmuşla Çandarlı Körfezi’ne kadar gitmiştik. Son dönem Osmanlı’nın meşhur paşalarından biri olan Çandarlı Halil Paşa’nın doğum yeri olduğu için onun ismi ile anılan bir beldeydi. Coğrafi yönden çok müsait olduğu için günümüzde, Ege bölgesinde üretilen malların ihracatının kolayca yapılabileceği, ülkemizin en büyük limanlarından birisi Çandarlı’da yapılmaktadır. Rahmetli babacığım 50’li yılların başında, denizci olduğu için askerliğini meşhur Çandarlı isimli savaş gemisinde, subayların çaycısı olarak yapıp, tamamlamıştı.

Dikili’den Bursa’ya dönerken, Balıkesir’in Havran ilçesinin köylerinden geçiyorduk. Köylülerden bir vatandaşın, eşeğin sırtına topraktan pişme, iki tane, kocaman küp sararak, içine su doldurup, evine taşıdığını gördüm. Su toprak kapta, yazın soğuk, kışın da ılık tutulur. Gerçekten harika bir su kabıdır. “Demek ki köylüler, atalarının yıllardır kendilerine miras bıraktığı gelenekleri devam ettiriyorlar” dedim ve hayret ettim.

Bursa’ya geldikten sonra, raporlarım bittikçe, üçer aylık tekrar yeniliyordum ve artık 93’ün sonlarına yaklaşmıştık. Evden çıkıp kardeşlerimin iş yerine gidebilmek için, merdivenlerden bastonlarla iniyordum. Almanya’da çok ünlü araba fabrikalarından birinde, işçi olarak çalışan amcam rahmetli İbrahim Efendi “Yeğenime gerekli olabilir” diye bana gelirken, hediye olarak, bir adet tekerlekli sandalye getirmişti. Sandalye merdiven dibinde duruyordu. İnince oturup, manuel sandalyemi ellerimle sürerek, günü geçirip, arkadaşları görmek için kardeşlerimin iş yerine giderdim.

Bir sabah

93 sonu 94 başlarıydı. Bir akşam uyumak için yattım. Sabah namaza uyandığımda, vücudumun belden aşağısının tutmadığını fark ettim. Ayağımın başparmağını oynatmaya çalışıyordum. Fakat o bile oynamıyordu. Moralim bir anda çok bozulmuştu. Sabahleyin kardeşime haber gönderdim ve arabasıyla geldi. “Kardeşim hemen beni Bursa Tıp Fakültesi Hastanesine götür” dedim. Fakültenin beyin cerrahi polikliniğinde muayene için beklerken, kardeşimin mahalleden tanıdığı bir arkadaşına rastladık. Kardeşimin arkadaşı, daha önce bel fıtığı ameliyatı geçirmiş ve kontrolü için muayeneye gelmişti.

Tıp fakültesine ilk defa geliyordum ve hiçbir tanıdığım doktor yoktu. Beyefendi, bel fıtığını aynı zamanda hastanenin başhekimi olan bir doktora ameliyat olduğunu ve kendisinin çok iyi bir doktor olduğunu söyledi. Biz de mecburen onun tavsiyesine uyarak o doktora muayene olabilmek için, randevu alıp beklemeye başladık. Sıram geldi, içeri girip Doktor Bey’le tanıştım ve şikâyetlerimi anlattıktan sonra beni fiziki olarak muayene etti ve “Belinde bir durum olabilir, konuyu anlamamız için bir MR filmi çektirmen gerekir” dedi.

MR’ı çektirip doktor beye gösterdim. Uzun uzun inceledikten sonra kaza geçirdiğim için belimde bir kist oluştuğunu ve kesinlikle ameliyat olmam gerektiğini söyledi. Doktor Bey’e; “Peki hocam ne zaman ameliyat olabilirim?” diye sorduğumda, bana; “Sırada bekleyen çok var, en erken üç ay sonra” deyince neredeyse bayılacaktım, bir anda nevrim döndü. “Peki, hocam, daha erken ameliyat olabilmem için başka bir yol yok mu?” diye sordum. Bana; “Şayet ücretli olarak özel yatarsan, seni bir kaç gün içinde ameliyat edebilirim” dedi.

Üniversite öğrencisi iken bijuteri ticaretinden biriktirdiğim parayı, eşimin ziynet eşyalarını da tekrar almak kaydı ile satıp, çocuklarımızın eğitimi ve geleceği için yatırım olur düşüncesiyle satın aldığımız Pendik Kurtköy’deki arsamı satarak ameliyat masraflarım için kullanmak zorunda kaldım.

Birinci ameliyatımın ertesi günü sabah Doktor Bey ve ekibi vizite geldiler ve bana; “Kalk bakalım, yürüyebilecek misin?” dediler. Korkarak da olsa yataktan doğrulup, yavaşça ayağa kalktım. Doktor bey koluma girdi, ayakta duruyordum. Sonra da adım atmaya başladım, odayı dolaştıktan sonra tekrar yatağıma oturdum. Sevinçten ağlamaya başladım. Doktorlar gittikten sonra Rabbime çok şükrettim. “Yarabbi sana hamd olsun, tekrar bugünleri bana gösterdin. Ne kadar şükretsem azdır” dedim. Eşim de baktım benim kadar sevinmiş, onunda gözleri nemlenmişti.

Fakat sevincim 24 saat bile sürmeden ertesi gün sabah, ayağımın başparmağını dahi oynatamıyordum. Tekrar eski halime dönmüştüm. Doktor olmadığım için fazla ayrıntısına girmeden şu kadarını söyleyebilirim, beyin sapından kuyruk sokumuna kadar ilik boşluğunu dolduran bir sıvı vardır, gayet berrak aynen su gibidir.

İlk ameliyatta belimde bir zar içinde biriken sıvıyı boşaltmışlardı. Meğer aynı sıvı biraz daha yukarı çıkarak, yine başka bir zar içinde tekrarlamış. Tabii bu sonuca ulaşmak söylediğim kadar kolay olmuyor. Önce bir MR filmi çektiriyorsun, manyetik resonance deniyor. Ondan sonra ancak sıvı nereden, nasıl tekrarlamış, uzmanları bakarak görüp, karar veriyor.

MR furyası

İnsan sağlığının bir avuç vicdansızın insafına bırakılmayacak kadar önemli olduğunun anlaşıldığı 2000’li yıllara kadar, ülkemiz adeta MR cenneti olmuştu. Her köşe başında kurulan, özel sağlık merkezlerinde MR ve tomografi filmleri ücretli olarak çekiliyordu. Uzun bir süre ülkemiz için, sağlık altyapısı yeterli olmadığı için, devlet hastanelerinde bu filmleri çektirmek çok meşakkatliydi. Aylar sonraya ancak randevu verilebiliyordu. 

Hastanede MR sırası bekleyemeyecek kadar durumu acil olan vatandaşlar, mecburen özel film merkezlerine yönlendiriliyor, oralarda tetkikleri yapılıyordu ve çok yüksek ücretler ödemek zorunda kalıyorlardı. Vicdanlı bir doktordan duyduklarımı söylüyorum, bazı hastane doktorları, kurulan bu merkezlerin ortağı olduğu için hastalarını isim vererek buralara yönlendiriyormuş.

Ayrıca bu makinalar çok yüksek oranda radyasyon yayıyorlardı. Hastalar film çektirirken aldıkları radyasyonu aylarca vücutlarında taşıyorlardı. Ayrıca ülkemizdeki cihaz sayısı, makinaları üreten ülkelerden biri olan Almanya’daki mevcutlarını bir kaç kez katlıyormuş. İnsan sağlığının hiçe sayılması bir tarafa, ayrıca ülkenin millî kaynakları bilinçsizce tüketilip yok ediliyordu. 

İncir ağacı

Ücretli serviste yatmaya devam ederken bir MR daha çekildi ve on milimdeki sıvının biraz yukarıda tekrar toplanıp, beyinden gelen emirleri vücuda iletmediği anlaşıldı. Sıvı biraz daha yukarıda zar içinde toplanıyor, baloncuk oluşturup beyinden gelen emirleri aşağı tarafa geçirmiyordu. Boşaltmak için de bir hortum takıldı. 

Yaklaşık iki aylık süre içinde, dört ya da beş kez bu şekilde omurilik ameliyatı olduktan sonra, yürümeye başladım, fakat çok yorulmuştum. Özel bölümde yatıp, özel ameliyat olup, masrafları karşılamak çok da kolay değildi. Her ameliyattan sonra, ameliyatta yapılan harcamaların faturası bana geliyordu ve şöyle bir bakıyordum.

Normal ameliyatta kullanılmayan ameliyat setleri, ayrıca Doktor Bey’in başka hastaneden benim ameliyatım için çağırdığı, kendi branşından hekim arkadaşının gidişgeliş ve muayene masrafları benim faturaya iliştirilmişti. “Doktor bey, özel serviste bir süre daha yatacak olursam ocağıma incir ağacı dikilebilir, lütfen beni normal servise alın” dedim. 

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in de; “Biz insanı en güzel surette yarattık” (Tin, 4) buyuruyor. Allah’ın yarattığı insanoğlunun organları gerçekten çok kıymetli ve değerlidir. Ancak kalp, beyin ve beyindeki emirleri vücuda ileten omurilik bambaşka organlardır. Ameliyatlarından birisinde, omuriliğin kenarından geçen sempatik sinir grupları zarar gördüğü için, vücudumun özellikle kol ve bacak kısmında nöropatik ağrı diye adlandırılan, bir ağrı oluştu.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Pazarcının sevinci…

Bir güz günüydü. Yakın köylerden sebzelerini satmak için getiren insanlar, akşamın da yaklaşmasıyla birlikte telaşlanmışlardı. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.