Dede Paşa hazretlerini görür görmez bayılmışım…

Erzincan’ın maneviyat büyüklerinden merhum Abdurrahim Reyhan Efendi mürşidi Dede Paşa Hazretleri ile tanışması ve bu süreçteki bazı hallerini anlatıyor. Sûfi psikolojisini anlamak isteyenler ve tasavvufa ilgi duyanların ilgisini çekeceğini umuyoruz.

Annem çok kuvvetli rabıta sahibi idi. Her gözünü yumuşta dedem (Muhammed Beşir Efendi Hazretleri)le görüşürmüş. Bize hamile iken çok hikmetli rüyalar görmüş… Babam annemden bu rüya ve hâlleri kimseye anlatmamasını istermiş. Beşi erkek ve ikisi kız olmak üzere yedi evlat sahibi olan babam en çok bizi severdi. Bizi okutmayı, zahirî ilim sahibi yapmayı çok isterdi. Ama ömrü buna vefa etmedi.

Kendimi bilmeye başladığım yıllarda içimde öyle bir his vardı ki, sanki daha önce büyümüş, her şeyi görüp öğrenmiş, sonra tekrar küçülmüştüm. İçimde bir mürşidin kudsiyyetini idrak eden, onun sevgisini, aşkını, hasretini duyan bir cihet, böyle bir his vardı. Dedemin zamanına yetişememiş olmama çok üzülür, ağlardım. Sanki dedemin büyüklüğünü, makamının kudsiyyetini, kemalatını tamamen müşahede etmişim gibi ona âşıktım, yangındım. Ona ulaşamamaktan üzgün ve bitkindim.

İlk intisab

On dört yaşımda iken babam vefat etmişti. Bu yaşlarda Hacı Abdurrahman Efendi’den ders aldım. Bu zat zamanının meşhur âlim ve meşayihi idi. Bunu inkâr etmemekle beraber, kendisine tam bir bağlılığım da oldu diyemem. Yani dedeme olan hasretimi, içimdeki boşluğu gideremedi. Paşa Hazretleri ile hiç görüşmeden önce bir rüya görmüştük.

Bu arada, babamın vefatında bir akşam evimize kısa bir tâziye ziyaretinde bulunan ve daha sonra bir daha görmediğim Dede Paşa Hazretleri’nin çok büyük bir zat olduğu, tevazuu, kemalatı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, muhabbeti bütün ihvanlar ve büyüklerimiz arasında söylenir, tekrarlanır olmuştu. Kendisine içimizde bir sevgi belirmekle beraber, mürşid olduğu ve inabe verdiği hususlarında kesin bir bilgim yok idi.

1957 senesinin sonbahar aylarında bir rüya gördüm. Uyanır uyanmaz Paşa Hazretleri’ne bir gönlüm aktı, bir muhabbet duydum ki hemen gidip kendisine kavuşmak arzusu içimde dayanılmaz bir his hâlinde belirdi. Yani öteden beri dedeme duyduğum sevgi, aşk, muhabbet, iştiyak aynen bu tarafa çevrildi. Fakat bu dayanılmaz arzuyu çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kaldık.

İlk görüşmemiz

Aradan üç ay geçtikten sonra bir gün işittik ki Dede Paşa Hazretleri Erzincan’a gelmiş ve bizim bulunduğumuz yeri teşrif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca elimdeki çay bardağını tutamaz oldum. Rahatsızlandığımı beyan ederek meclisten ayrıldım. Ne olduğunu kelimelerle anlatamayacağım bir hâl ile evimize koştum. Evin içine girmedim.

Merek dediğimiz, hayvanlarımızın otunu, samanını, yemini koyduğumuz yere kendimi attım. Orada tepindim, çarpındım, yuvarlandım, ağladım, haykırdım, sızlandım. Üstüm, başım, elim, yüzüm ot, saman ve toza bulanmıştı. Ama biraz sakinleşmiş, durulmuştum. Kalktım, üstümü başımı çırpıp fırçaladım. Elimi, yüzümü yıkadım. Bir abdest tazeledim.

Yavaş yavaş biraz önce ayrıldığım ve şimdi Paşa Hazretleri’nin bulunduğu Muharrem Efendi’nin evine gittim. Heyecanım hâlen geçmemiş olmakla beraber şuurum biraz yerine gelmişti. Haşa, bir bilgim olduğundan değil, sanki birisi bana tarif etmiş gibi Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odaya girmeden üç İhlas bir Fâtiha okudum. Önce Peygamber Efendimiz’in, sonra sırası ile Şâhı Nakşıbendî Hazretleri’nin ve pirlerimizin ruhuna hediye ettim ve yavaş yavaş Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odanın kapısını araladım.

Bir ayağımı içeri attım. Diğer ayağım henüz dışarda iken, boyu beş metreden fazla olan odanın kıble tarafındaki peykenin üzerinde oturan Paşa Hazretleri’ni görür görmez oracığa, kapı aralığına düşüp bayılmışım. Daha gerisini hatırlamıyorum. O zaman Paşa Hazretleri beni bizzat kucaklayıp kaldırmış, odaya almış. Bir süre sonra gözümü açtığımda ilk defa bedenen Paşa Hazretleri’nin huzurunda idim.

Mübarek iki bardak çay getirtmiş. Birisi kendisi, biri de benim için. Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evladına, çocuğuna içirdiği gibi çayımı mübarek elleri ile bana içirdi. Bu arada Paşa Hazretleri‘nin elbiseleri, oda, bardak, kaşık, her şey gayet açık bir lisanla zikre başladılar. Bunu apaçık görüyor ve duyuyordum. Orada tekrar kendimden geçtim. Yatsıya kadar bir kendime gelip bir geçiyordum.

Bazı haller

Nihayet yatsı namazı kılındı, hatme okundu, dersimizi aldık ve evimize döndük. Boy abdestini alıp tövbe namazına durduk. Paşa Hazretleri’nden ders aldıktan hemen sonra şöyle bir rüya görüyorum: Dedem, Paşa Hazretleri ve babam üçü bir arada bulunmakta iken dedem bize hitap ediyor ve: “Yavrum, bizi hayatta iken görmediğine niçin bu kadar üzülüyorsun! Bak, Dede Paşa hayatta. Onu görmüş olmanın bizi görmekten hiçbir farkı yoktur. Buna inan ve artık üzülmeyi bırak” diyerek bağlanacağımız kapıyı bize açıkça işaret ediyor.

Geceleri hiç uyuyamıyorum. Ama sabahleyin bütün gece uyumuş gibi dinç kalkıyorum. Mübareğe öyle gönlüm aktı ki ne mal ne iş ne hayat, hiçbir şeyin önemi yok. Tek arzum onu görmek ve onunla olmak. Bir seneden sonra başka şeyler başladı. Gözümün önüne siyah zemin üzerine Peygamber Efendim’izin ism-i şerifleri yazılı büyük büyük levhalar getirmeye başladılar. Bu levhalardan da kuvvetli bir nur neşrolmakta ve bizi ihata etmekte idi. Bu nur ihatasında vücudumuz ortadan kayboluyor, nura gark oluyorduk.

Bir zaman da böyle devam etti. Daha sonra, bir süre de bize kabristanları gezdirdiler. Pîr-i Tâgî Hazretleri’nin Gavs-ı Âzâm (Hazretleri’nin), Abdulkâdir Geylanî ile Şâh-ı Nakşıbendî Hazretleri’nin bir arada gösterilen kabr-i şeriflerini ziyaret ettirdiler. Bunlar olup biterken ne uyku hâlindeyim ne de uyanık durumdayım. Tarif edilemeyen, ikisinin ortası bir hâldeyim. Sonra sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar uyusam, hiç uyumamış gibi abdestime sahip oluyorum.

Cübbe giydirdi

Paşa Hazretleri bize çok iltifat ederlerdi. Bilhassa ilk zamanlar her huzuruna çıkışımda ayağa kalkarlardı. Bunu ben hiçbir zaman hazmedemez, bu gibi iltifat ve itibardan huzur duymaz, bilakis ezilir, ağlar mahvolurdum. Hatta bir defasında Erzurum’da bir evde misafir bulunuyorduk. İkindi namazı kılınacaktı. Paşa Hazretleri sırtındaki cübbeyi çıkartıp bize giydirdi, başındaki sarığı çıkarıp bizim başımıza sardı ve namazı bizim kıldırmamızı emretti.

Ben bu iltifat karşısında ezilmiş, mahcubiyetten bitkin bir hâle gelmiştim. Bunu hisseden Paşa Hazretleri’nin: “Benim efendim, neden böyle yapıyorsun? Sen bizim büyüğümüzsün!” demesi üzerine, gayr-ı ihtiyarî mübareğin yüzüne karşı: “Etme, etme, etme!” diye bağırmışım. Bunun üzerine namazı kendileri kıldırdılar.

Bu hadisede bize manevî bir terbiye vermenin, manevî bir geçitten geçirmenin gerçekleştiğini hissettim. Bu gibi hâller pek çok defa tekrar etti. Zahirde çok hoş görünen bu hâllerin hiçbirini hiçbir yerde mevzu etmedik. Zira bu hâllerin hepsinin Paşa Hazretleri’nce lüzumlu görülen, terakkinin gereği olan lütuflar serisi olduğunu idrak ediyordum.

On beş yıl sonra

Bir gün Erzurum’dayız. Paşa Hazretleri’nin mahdumlarından Hacı Hüsameddin Efendi bir beygire iki sepet üzüm yükleyip satışa getirmiş. Ebat olarak birbirinden hiçbir farkı olmayan bu sepetlerden biri bizim, diğeri Paşa Hazretleri’nin imiş. Yapılan tartı sonunda Paşa Hazretleri’ne ait sepet, bizimkinden on beş kilo fazla geliyor.

Bunu hayretle gören Hüsameddin Efendi dayanamayıp soruyor: “Paşam, bu sepetler aynı büyüklükte. İçindeki üzümler de aynı bağdan toplandı. Nasıl oluyor da size ait sepet on beş kilo fazla geliyor?” Paşa Hazretleri cevap verdi: “Arada on beş yıl var. On beş yıl sonra o sepetin ağırlığı da tamamlanacak.” Aradan yıllar geçti ve bir gün Paşa Hazretleri buyurdu ki: “Sizin artık hilafet zamanınız geldi. Sohbet ve teveccüh yapmaya ehil oldunuz. Beş kişilik bir talip bir araya geldiğinde teveccüh yapacaksın.”

Bu kesin emri önce yalnızken şahsımıza bildirdiğinde, yukarıda bahsettiğimiz üzüm, sepet, tartı farkı hadisesinin üzerinden tam on beş sene geçmişti. Paşam bilahare bu sohbet ve teveccüh emrini Pişkidağlı Ahmet Efendi, Muharrem Efendi, Necati Efendi ve Hacı Validemizin huzurlarında da tekrarlamış ve “İnşallah Hazret-i Pîr’in tacını başına örteceksin” diye dualar etmiştir.

Fakat ben o günlerde sıkılarak, utanarak düşünürdüm: Büyük hizmetler yapmış biri değildim. Esaslı bir bilgim, tahsilim yoktu. Bu durumda hiçbir şey istemeğe, beklemeğe hakkım, yüzüm olamazdı. Ümit dahi etmiyordum. Paşa Hazretleri’nin aciz bir hizmetkârı olmak, ümit ve temenni edebileceğim en son, en yüksek mertebe idi. Fakat her şeye rağmen, teveccüh tarifesi elimize verilmiş ve derhâl bir nüsha yazdırıp, getirmemiz emrolunmuştu. Emre itaatsizlik edilemezdi.

Derhâl gidip 24 saat içinde, tarifenin bir kopyasını yazdırdım ve aslını getirip iade ettim. Ama içim bir türlü rahat olamıyor, gösterilen lütfa kendimi hiçbir şekilde layık görememekten, verilecek vazifelerin ifasında muvaffak olamamak korkusundan dolayı huzursuz oluyordum. O güne kadar dinleyebildiğimiz sohbetlerden ve Reşahat kitabından okuyabildiğimiz kadarından edindiğimiz bilgiye göre tasavvuf yolundaki taliplere pek çok hizmetler düşüyor, bir hayli meşakkatin çekilmesi gerekiyor.

Biz ise ne hizmet ettik ne meşakkat gördük ne letâif çektik. Sadece bin tesbihlik bir ders verdiler. Bilahare “Onu da çekme, kazaya kalsın. Sen işinle meşgul ol.” buyurdular. Hâlbuki etrafımızda pek çok âlimler, tahsilliler, hizmeti geçmişler ve letaif çekenler vardı. Onlar dururken bu kadar büyük bir vazifenin şahsımıza tevcih edilmesi bir nimet midir, yoksa bir mihnet midir karar veremiyor, başaramamak korkusu ile Paşam Hazretleri’ne iltica ediyor, yalvarıyordum.

Bir izahat

Bu hisler içinde bocalayıp, yakardığım bir sırada Paşa Hazretleri’nin odasında baş başa yalnız bulunuyorduk. Teveccüh tarifesini kendilerine sunmuştum. Kitabı elimden aldı. Sağ tarafındaki yastığın üzerine koydu. Ben önünde çöktüm. Beni affetmesi için derunumdan yalvarmaya devam ediyordum. O mübarek gözlerini gözlerime dikerek:

“Benim Efendim, neden bu kadar korkuyor, çekiniyorsun? Ben de senin gibiyim. Ben de aldığım bir emri ifa ediyorum. Bu vazifenin sana tevcihi Hazret-i Pîr (Muhammed Beşir Efendi Hazretleri)’in emridir. Bu hizmeti, bu nimeti veren sana onun kolaylığını da verecektir şüphesiz! dedikten sonra beni ikna ve tatmin etmek için şu izahatı lütfetti:

“Efendim, halife üç yönden gelir. Birincide insanın zahir ilmi olur. Tarikatın rüknünü, adabını öğrenir, anlar. Ona zahirden emir verirler; “Sen halifesin” derler. İkinci şekilde insan sofu meşrep olur. Zikir ve ameli ile temayüz eder, çok emeği geçer, bir âlim olur. İlmi ile amel eder. Böylece geçen emeği ve ibadeti karşılığında ve tarikatın rükün ve adabını da anlamış olması kaydı ile yine zahiren hilafet emri verilir.

Üçüncüsü ise kişi âşık meşrep olur. Bunun ne ilmine bakarlar ne de ameline. Bunların vazife emri ise maneviyattan, bizzat Resulullah Efendimiz’den gelir. Bunları duyunca bizi öyle bir cezbe almış ki kendimize hâkim olmamız imkânsız. Yaptığımız vücut hareketleri ve çırpınmalarla çıkardığımız ses ve odada husule getirdiğimiz sarsıntı dışarıda bulunan Hacı Validemizi hayret ve dehşete düşürmüş. Bu hâl ne kadar sürmüş, daha neler olmuş, gerisini hatırlamıyorum.

Bir ziyaret

Bir gün öğle vakti Paşa Hazretleri’ni ziyaret için hane-i saadetlerine gittim. Giderken içimde huşu ile karışık bir korku, bir çekingenlik vardı. Yanımda Ahmet Efendi (Pişkidağlı), Muharrem Efendi (Efe) gibi bir büyüğüm olsa idi onlardan cesaret alabilirdim. Olmayınca tek başıma içimi bir korku kapladı. Kapı önünde kararsız dolandım durdum. Sonra öğle ezanı okundu. Çarşı Camii’ne gidip öğle namazını kıldım. Camiye gitmekteki bir gayem de benimle Paşa Hazretleri’ni ziyarete gelecek birilerini bulmaktı.

Namazdan sonra etrafa bakındım, ama aradığım gibi birine rastlayamadım. Çarnaçar (ister istemez), üzgün ve korkak bir vaziyette evin yolunu tuttum. O Şah’ı rahatsız etmek, incitmek, uykuda ise uyandırmak endişe ve korkusu ile birkaç defa kapı önüne geldim, geri çekildim, dolandım, bekledim. Ne kapıyı vurabiliyorum ne bırakıp gidebiliyorum.

Üçüncü defa kapı önüne geldiğimde, birden kapı açıldı ve Paşa Hazretleri ile yüz yüze geldik. Ben büyük bir suçluluk hissi içinde boynumu büküp öylece kaldım. Mübarek o zaman boynuma sarıldı, elimden tuttu ve: “Yavrum, Yavrum! Neden çekingen davranıyorsun? Sen ne zaman gelirsen gel. Bu kapı sana daima açıktır” diyerek beni içeri aldı. O da namazı yeni kılmış, ama henüz yemeğini yememiş. Hacı Validemiz yemek getirdi, masaya koydu.

Mübarek somyada oturuyor. Masayı ve yemeği önüne getirdik. Hacı Valide bana da bir sandalye verdi, oturup birlikte yememizi söyledi. Paşa Hazretleri’nin huzurunda, onunla birlikte yemek yemek benim ne haddime! Buna nasıl cesaret ederim? Hacı Anne beni ısrarla sandalyeye oturttu. Ama yemeğe uzanmaksa aklımın ucundan bile geçmiyor.

Hacı Anne yememiz için devamlı ısrar ediyor. Ama mübarek Paşa Hazretleri’nin hiç aldırdığı yok. Öyle bir azametli ki beşeriyeti ortadan kalkmış, tarif edilmez bir heybet belirmiş. Valide tekrar ısrar edince Paşa Hazretleri’nin Valide’ye: “Canım, ne ısrar edip duruyorsun? Kendi hâline bırak!” demesi üzerine ben sanki ağaç yıkılır gibi sandalyeden aşağı devrildim. Gözlerimden yaşlar boşandı, ağladım, üzüldüm. Çünkü bütün bunlara ben sebep olmuştum.

Biraz sonra Salim Efendi geldi. Onun içeri girmesi ile Paşam Hazretleri’ndeki o azamet gitti, heyet-i asliyesine rücu etti. Biz de bu suretle selamete çıkmış olduk. Paşa Hazretleri Valide’ye seslenip; “Bak, şimdi bunlara bak. Buraya yemek ilave et de yesinler” dedi.

Türbe ziyareti

Bir gün ikindi namazından çıkmıştık. Paşa Hazretleri bana Pîr-i Sâmi Hazretleri’nin ve Beşir Efendi Hazretleri’nin türbe-i şeriflerini ziyarete gideceğini bildirip benim de birlikte gitmek isteyip istemediğimi sordu. Boynumuzu bükerek kabulümüzü ima ettik.

Pîr-i Sâmî Hazretleri’nin kabr-i şerifine yaklaştığımızda Paşa Hazretleri önce kabre doğru ağır ağır, dura dura ilerliyor. Biz de arkasından onu takip ediyoruz. Önce mezarı aşağıdan ta’zim ile ziyaret etti. Sonra kancalı zincirini açıp kabrin üzerine çıktı, ayaklık kısmına gelip oturdu. Biz biraz geride, ayakta durarak olanları takip ediyorduk.

Kainatta bir zerre

(Abdurrahim Reyhan Efendi bazı tasavvuf ehlince bilinebilecek hallerden bahsettikten sonra sözlerini şöyle bitiriyor) Çok gerilerde kaldı. Ama şimdi biz ne durumdayız efendim? Her türlü hatadan, gururdan, benlikten Allah’a sığınırım. Ne ilmimiz ne amelimiz ne de hizmetimiz itibariyle bir kıymetimiz yok. Ama ne yapalım, bir emirdir verilmiş. İhsanlarına şükür. Amelim havf ü recâ, makamım da (Salih Baba’nın deyimi ile) “Şems-i Hudâ zerresiyem.”

Yani işim korkmak, yalvarmak. Bütün ihvan için korkmak, onların havfini çekmek, onlar için kaygılanmak, onlar için yalvarmak. Makamım ise kâinatta bir zerre. Cenab-ı Hakk cümlemizi Habib’ine bağışlayıp rızasına muvafık ve mutabık eylesin. Cümlemizin elini şeyhimizin eteğinden kesmesin. (Âmin)

(Not Bu yazı Mehmet Ali Demirci’nin derlediği Gülden Bülbüllere Tasarruf adlı kitaptan kısaltılarak derlenmiştir. Başlıklar sitemize aittir. Fatihalara ve dualara vesile olması niyazı ile.)

Abdurrahim Reyhan Efendi

İrfanDunyamiz.com

İLGİLİ YAZILAR

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İnsan dilinin altında gizlidir…

Arifler; “İnsan dilinin altında gizlidir” derler. İnsanın konuştuğu sözler iç aleminin bir aynasıdır. Kişinin malayani …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.