Dini eğip bükme hürriyeti yoktur…

İslâm’ın tanıdığı din ve vicdan hürriyeti, def-‘i mefâsid / kötülükleri engelleme ve nehy-i ani’l münker prensibiyle dengelidir. İslâm; sapıklığa ve sapkınlığa hürriyet tanımaz. İslâm’da edepsizliğin hürriyeti yoktur. İnkârın, şirkin, putperestliğin ve dalâletin fikir hürriyeti yoktur!

İslâm; şerre giden kapıları kapatan, şerre kilit, hayra anahtar olan bir dindir. İslâm; mikrop üretmez, ürettirmez. Dînin sahipsiz bırakıldığı ortamlarda mikroplar ürer. Hazret-i Osman’ın katledilmesinden sonra siyâsî karışıklıklar zamanında İbn-i Sebeler, Ca‘dlar, Cehmler türedi ve binlerin vebâline girdi.

Sapkınlığa geçit yok

Hiçbir peygamber, dalâlete ve sapıklığa hürriyet tanımamıştır. Meselâ Hazret-i Şuayb; “…İnananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın!” (el-A‘râf, 86) buyurdu. Hattâ; Allâh’ın âyetlerini yalanlayan, alaya alan kişilerle oturup konuşmaya da izin vermez Kur’ân-ı Kerim. Böyle bir ortamda oturmayı, onlardan olmak sayar. Protesto etmeyi emreder. (el-En‘âm, 68; en-Nisâ, 140)

Hazret-i Musa, Tur dağından dönüşte Sâmirî’nin yaptığı altın buzağıya tapar vaziyette buldu. Ne yaptı Hazret-i Musa? Kardeşi Harun’un saçına sakalına yapışıp hesap sordu. Sonrasında Sâmirî’yi sorguladı. Ardından onu kavminden tard etti. Kendisiyle temas yasağı koydu. Hâlbuki Sâmirî, tıpkı dalâletlerine “farklı bir fikir” süsü ve görüntüsü vermeye çalışan devrimiz modernistleri gibi; “Ben onların görmediğini gördüm!” diyordu. Hazret-i Musa bu “sanatkâr”ı toplumun dışına attığı gibi, sanat ve fikir eseri»ni de ateşe attı!.. (Tâhâ, 85-99; el-A‘râf, 150-154)

Peygamberimiz; fitneye mahal olan bir mescidi, Dırar Mescidi’ni Rabbimiz’in emriyle yıkmıştır. Fikir eseri, sanat eseri kılıfları arkasından İslâm düşmanlığı yapanlara da aman vermemiştir. İşte İslâm Ansiklopedisinden bilgi: “Peygamber Efendimiz, Ümeyye bin Ebi’s Salt’ın Bedir Harbi’nde ölen müşriklere yazdığı mersiye şiirinin rivâyetini (okunup aktarılmasını) yasakladı.”

Peygamberimiz, Sakîf kabîlesinin “namazsız din” teklifini reddetti. Hazret-i Ebûbekir, “zekâtsız din” teklifini reddetti ve onlarla cihâd etti. Hazret-i Ali; tekfirci Hâricîlerle önce İbn-i Abbâs’ı göndererek fikren, sonra kılıçla mücadele etti. Ortak nokta açıktır: Temel esaslarla oynayana müsaade edilmez.

Hak ve batıl

Bâtıla kendisini yayma ve çoğaltma hürriyeti tanımaz dînimiz. Zinâ, iftirâ, cinayet, hırsızlık ve eşkıyâlık gibi suçları cezalandırır. Bizzat Peygamber Efendimiz, talebelerini kader münakaşası içinde görünce gazaplandı. Hazret-i Ömer, fitne ehlini kamçısıyla kovalardı. Abdullah bin Mes‘ud ve İmam Mâlik gibi büyük zâtlar; kader, istivâ vb. mevzularda halkın kafasını karıştırmaya kalkan fitne ehlini yanlarından uzaklaştırdılar.

Abdullah bin Ömer radıyallâhu anhümâ bid‘at ehlinin cenazelerine dahî gidilmemesini emrederdi. Hattâ âlimlerimiz; “bilgisizce fetvâ veren, insanlara kaçamak yollarını öğreten mâcin müftü ve câhil tabibi meslekten men etme” kaidesini koymuşlardır.

Müşrikler; oturup kendi putperestliklerini, çeşitli fikirlerle, teşbihlerle îzah etmeye çalışırlardı. Derlerdi ki: “Nasıl bir kralın vezirleri, yardımcıları olursa, bizim putlarımız da Allâh’ın yardımcılarıdır!” Cenâb-ı Hak onlara cevap verdi: “Allâh’a misaller getirmeye kalkmayın!” (en-Nahl, 74) Onlar yine; “Biz bizi Allâh’a yaklaştırsın diye putlara tapıyoruz. Başka bir gayeyle değil!” dediler. Yine yaptıkları işe bir kılıf, bir felsefî îzah getirmeye çalıştılar. (ez-Zümer, 3) Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı ilâhlaştırmasını da tutup putperestliklerine bir delil olarak sunmaya çalıştılar. (ez-Zuhruf, 57-59)

Dinde ihdâs yetkisi sadece Allah ve Rasûlü’nde olduğu için, buna fikir hürriyeti tanınmaz. Elbette, bir şekilde kendilerinde bu salâhiyeti görenler ve bu fırsatı bulanlar bid‘atlerine sahip çıkarlar. Onlar da artık İslâm’ın ana caddesinden uzak düşmüş ve fırkalaşmış olurlar. Tarih boyunca; Hâricîlik, Şîa, Cehmiyye, Kaderiyye, Cebriyye, Mûtezile, Bâtıniyye gibi sayısız fırka, bu; «serbest ipsiz, sapsız düşünceler»in mahsûlüdür. Devrimizde de Tarihselciler, sünneti dışlayan Kur’âncılar aynı kaderi paylaşacaklardır.

Peki; İslâm’da içtihad, tecdid ve teceddüd olmaz mı? Olur elbette… Fakat bir hudut içinde. Sâbiteleri yıkmadan. Esasları çiğnemeden. Ana caddenin içinde kalarak. Fırka ile mezhebin farkı işte bu. Hanefî, Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî, Eş‘arî, Mâtürîdî… nice mezhep var; hepsi İslâm dairesinin içinde kalarak, farklı görüşleri teklif ediyorlar. Fakat ana sütunları yıkmaya kalkanlar, kendilerini dışarıda bir fırkanın içinde bulurlar.

Mücadele edildi

İstikametli müslüman idareciler; tarih boyunca, bâtılla mücadele etmişler, sapkınlığa, dalâlete, başı bozukluğa serbestiyet tanımamışlardır. Herkes bilir ki Nizâmiye Medreselerini kuran irade, İslâmiyet’i o devirde hızla yayılmakta olan Bâtınî akımlara karşı korumak için tesis etmiştir. İmâm-ı Gazâlî o devirde, Selçuklu iradesinin teşvikiyle Bâtıniyye’nin fazâhetini, rezilliğini ortaya döken eserler yazmıştır.

O devirde yaşayan müfessir Zemahşerî de, Nizâmiye Medresesi’ne girebilmek için çok uğraşır. Selçuklu emirlerine kasîdeler düzer. Fakat sağlam duruşlu idareciler, Zemahşerî’ye geçit vermezler. Niye mi? Çünkü Zemahşerî, Mûtezile fırkasına mensuptur. Meselenin bir de şu tarafı var: Zemahşerî, Keşşâf adlı çok kıymetli bir dirâyet tefsiri yazar. Kur’ân’ın i‘câzını çok güzel ortaya koyan bu eseri, medreselere girer. Fakat okutan Sünnî hocalar, i‘tizâlî görüşleri ayıklarlar, çürütürler.

İşte İslâm medeniyetinin, bâtıla koyduğu şerh ve başarıya gösterdiği takdir… Devrimizde de idareciler; ilâhiyat, diyanet ve din sahasında bir tavır göstermek, bir taraf seçmek mecburiyetinde kalacaklardır. Niçin? Anlatalım: Siz; “Memurluk müktesep haktır, Türkiye de lâik bir hukuk devletidir.” diye, meselâ Allâh’a inanmayan veya abdestsiz mihraba geçen bir imamın arkasında namaz kılar mısınız? Bunu bir hürriyet meselesi olarak görebilir misiniz?

Devlet Memurları Kanununda, (657, 48 B özel şartlar) «ortak nitelik» diye bir madde vardır: “Atanmalarında dînî öğrenim şartı esas alınan unvanlarda; îtikat, ibâdet, tavır ve hareketlerinin İslâm törelerine uygunluğunun, çevresinde bilinir olduğu şeklinde ortak bir nitelik taşımak.” Yani ilâhiyat fakültesi mezunu da olsa, müktesep hakkı da olsa; “îtikat, ibâdet, tavır ve hareketlerinde İslâm törelerine uygunluk” ihlâl olursa, bir imamın, bir müftünün vazifesine son verilebilir. Namaz kıldıracak adamda ortak nitelik arıyoruz da; o imamları, müftüleri yetiştiren ilahiyat fakültesi hocasında niye aramıyoruz?

Bu ülkede hürriyet vardır. Sarhoşlar sokaklarda nâralar atabilirler!.. Şizofrenler, meczuplar, saçma sapan sözler söyleyebilirler. Hattâ misyonerler, papazlar, ateistler, herkes propagandasını yapabilir, zaten yapıyor. Fakat gelip de ilâhiyat kürsüsüne tırmanıp bunu yapmasına müsaade edilmemeli!.. Fakülte kürsüleri bu kadar mı ehemmiyetsiz yerlerdir?

Herkes hatırlar; “Hamilelere şeker yüklemesi testi yapılmamalıdır.” fikrinde ısrar ettiği için, Prof. Dr. Canan Karatay; Tabipler Birliği tarafından 15 gün meslekten men edilmiş, itiraz edilen idare mahkemesi de cezayı onaylamıştı. Canan Karatay’ınki fikir mi değil mi? Fakat insan hayatına dokununca, yetki sahipleri o hürriyete müdahale ediyor. Ya dînim bu kadar mı sahipsiz?

Doktorlar; verdikleri reçeteler, uyguladıkları tedaviler sebebiyle mahkemeye verilebiliyor, şikâyet edilebiliyor vs. Hocalar bu kadar mı serbesttir? Bu tarihselciler, oryantalistlerden beslendiklerini asla inkâr etmiyorlar. Daha geçen sene, mevcut Papa, âdeta tâlimat verdi: “Tıpkı bizim kutsal metinlere yaptığımız gibi, Müslümanların da Kur’ân üzerinde eleştirel bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur. Tarihsel ve eleştirel yorum yöntemi, onların gelişmelerine yardımcı olacaktır” dedi.

Dinle alâkası olmayan, fakat millî bir duruşa sahip bir idareci bile; bu ülkede, kökü dışarıda bir anlayışın müesseselerimizde at koşturmasına müsaade etmemesi gerektiğini idrâk edecektir.

Yarın bir imam; “Sarığa, cübbeye ne gerek var, bunlar Arap adeti!” derse, bir müezzin; “Ben Bayındır’a göre ezan okuyacağım, daha erken!” derse, öbür gün bir müftü; “Ben ilçemde tarihsel anlayışa göre fetvâ vereceğim!” derse, diğer gün, bir vaiz; “Ben Buhârî’nin Müslim’in uydurma olduğu gibi görüşlerimi, kürsüden insanlara anlatacağım!” derse, başka bir gün bir müftü; “Biz Ramazân’ı Aralık’a sabitledik!” derse, hacda bir kafile başkanı; “Ben kafilemi şeytan taşlatmaya götürmeyeceğim, Kur’ân’da geçmiyor!” derse, ortalık ne olacak?

İlahiyatlara ayar

İnsanlar; evlâtlarını, İlâhiyat Fakültelerine yollamaktan korkar hâle geldiler. Her gün; 15 asırlık dînin namazını, orucunu, imsâkini, iftarını, Kur’ân’ını, sünnetini, Ramazân’ını tartışıp duran, hiçbir sâbite tanımayan, her türlü provokatif dili kullanıp sonra da fikir özgürlüğü levhasının arkasına saklanan bu şarlatanlara bir; “Dur!” diyen olmayacak mı?

Bugün Hıristiyanlığın hâline bir bakın!.. Yüzlerce din… Bölük pörçük bir ümmet. İslâm ümmeti bu hâle mi gelsin? İlâhiyat Fakültesi denilince, din üzerine sonsuz serbestiyet içerisinde her türlü ileri-geri söz söylenebilecek, her türlü “fikir” oynatılabilecek bir fitne yuvası anlıyorsanız; söyleyin de evlâtlarımızı yollamayalım oraya!

Ehl-i sünnet ve’l cemaat dediğimiz bünye, çok geniş bir sahadır. Elmalılı tefsirindeki gibi bir Kur’ân anlayışıdır. Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihâlindeki İslâm’dır. Bâbanzade Ahmed Naim’in Tecrîd’indeki hadistir. Yedi asırlık Osmanlı’nın şeyhülislâmlarının inandığı, yazdığı, çizdiği, tebliğ ettiği İslâm’dır. Hâl-i hazırda DİB Din İşleri Yüksek Kurulu’nun esas aldığı temellerdir.

Daraltmıyoruz; “İllâ benim düşündüğüm gibi düşün!” demiyoruz. Ama bu kadar savrukluk, bu kadar hudutsuz genişlik olmaz, olamaz… Yarının imamları, müftüleri, vaizleri bu kafalarla yetiştirilemez! Eğer fakülteler bu hudutsuz serbestiyet içinde kalırsa, Allah dînini sahipsiz bırakmaz. Halkın mühim bir kısmı, bu müesseselerden büsbütün soğur. İlâhiyat Fakültelerinin hiçbir itibarı kalmaz. Felsefe kulüplerine döner. Tek Parti zamanında nasıl yer altında devam ettiyse, gerçek hür ve aslî dînî eğitim de bir şekilde yoluna devam eder. Fakat ülkemiz yine yıllar kaybeder.

Evet, bizler; “Kur’ân ve Sünnet bize emânet!” diyen Müslümanlar, idarecilerimizden; firâset ve basîretli adımlar bekliyoruz. Fakat asıl gereken her birimizin kendi şuurlanmasıdır. Dînimizi müstakîm âlimlerden öğrenmeye devam edelim. Elmalılı Hamdi, Ömer Nasûhi Bilmen, Bâbanzâde Ahmed Naim, Abdülfettah Ebû Gudde, Muhammed Zahid Kevserî ve Mehmed Zihni Efendilerin çizgisi… Bu geniş cadde…

Not: Bu yazı Kasım 2018 tarihli Yüzakı Dergisinden kısmen iktibas edilmiştir. Başlık ve ara başlıklar sitemize aittir. Yazının dipnotlarını ve orijinal halini okumak için buyurunuz.

Mustafa Asım Küçükaşçı/ Yüzakı Dergisi

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Merkez bankasını verseler değer mi?

Ankara’da görev yaptığımız zaman bir polis arkadaş geldi; “Abi sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyorum” …

Bir yorum

  1. Allah razı olsun.Durmak yok,uyarılara devam

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.