“Ey gönül hiç derde düş kim, anda derman gizlidir
Gel karış bir katreye kim, anda umman gizlidir.”
Eşrefoğlu Rumi
Şöyle bir geçmişe bakıyorum da Yüce Allah’a en güzel yakardığım zamanlar, bir hüznün girdabında kaybolduğum dönemler olmuş. Velilere yaklaşmam da yine aynı dönemlere rastlamış.
Hayat bana her istediğimi bu dünyada elde edemeyeceğimi, birçok şeyin burada eksik kalmaya mahkûm olacağını çok güzel öğretmiş. Bugün bu hakikati içime sindire sindire kabul etsem de bilhassa gençlik çağımda bunu nefsime kabul ettirmem kolay olmadı.
Gerçi bazı konularda bir olgunluğa sahiptim. Bir kapıyı kapatanın başka bir kapıyı açacağından şüphem yoktu. Hatta ciddi bir hayal kırıklığıyla karşılaştığım bir dönemde; “Her gün bin tren kaçırmak ne güzel” diye bir söz söylemiştim.
Hayatımda kaç tren kaçırdığımı yani kaç arzuma kavuşamadığımı bilemiyorum ama her seferinde yeni bir trenin geleceğine olan itikadımın sağlam olduğunu söyleyebilirim.
Birçok insan gibi benim de hiç kimseyle paylaşmadığım acılarım oldu. Fıtratım gereği hiçbir acımı çocukluğumdan itibaren Allah’tan başka kimseye açmadım. O’nun bana belki bir lütuf olarak sunduğu bu acılardan, bir başkasına nasıl dert yanabilirdim.
“Bir lütuf olarak” dediysem bunun sebebi, acıların insanı tekâmül yolunda belli bir yere getirdiğine inanmamamdır. Böyle düşündüğüm için, hüzünlerimden zevk alacak kadar bir olgunluğa ulaştığımı söyleyemesem de hiç olmazsa onlardan şikâyetçi olmadım.
Onlar sayesinde zamana karşı sağlam durabileceğimi, çocukluktan kalma masum duygularımı muhafaza edebileceğimi düşündüm. O masum duyguları yaşattığım takdirde yaşlılar gözümde her zaman kıymetli olmaya, ağlayan çocuklar ruhumu sarsmaya, sevdalılar her zaman saygın kalmaya devam edecekti.
Hiçbir hüznün semtine uğramayan ruhsuz, duyarsız, asık suratlı bir insan olmaktan korkmadım değil. Doktora gider gibi, kalp katılığımı tedavi etmesi için hüzünlere müracaat ettim. Beni şımarıklıktan, azgınlıktan, zalim olmaktan kurtarsın ve nefsimin kötülüklerinden arındırsın diye bir mürşide intisap eder gibi hüzünlere intisap ettim.
Kimseye kin gütmedim ama bir “iyi niyet” davası gütmeye çalıştım. Hatta hayatın kendisinin bir savaş olduğunu düşündüm. Her şeye rağmen iyi niyeti sürdürme savaşı… Bu zor savaşı kazanabilmek için de hüzünlerimi kendime müttefik edindim.
Sevgili okuyucu. Benim için hüzünlerimin kıymetli oluşu, beni Yüce Allah’a yaklaştırdıklarını düşündüğümden dolayıydı. Kanaatime göre insanı Allah ve peygamber sevgisine götürmeyen hüzünler, sahibine hastalıktan başka bir fayda sağlamazdı.
Hem hüzünlü bir hâle bürünmek, Efendiler Efendisi’nin müstesna bir sünnetiydi. Hem o Ay Parçası’nın miracı da en büyük ıstırapları yaşadığı Hüzün Senesi’nde gerçekleşmişti.
Yaşadığım her bir hüzün dönemi, benim için kulluk yolunda yeni bir açılım anlamına geliyordu. Unutmamam belki kayıt altına almam gereken bu dönemlerden birisini de üniversiteden mezun olduğum yirmili yaşların başlarında yaşamıştım. Öğretmen olabilmek için kamu personeli sınavına çalışmayı bahane ederek İznik Gölü’nün etrafındaki bir eve yerleşmiş, orada yalnız başıma iki ay geçirmiştim.
İleriki zamanlarda velilerin gölgesinde geçen bu huzurlu günler için “gölün huzuru” tabirini kullanacaktım. Sivas’ta İhramcızade’nin karşısında hissettiğim duyguların, burada Eşrefoğlu Rumi’nin yanında hissettiklerimin ve hatta anneannemi düşünürken girdiğim ruh halinin bir sembolüydü göl. Gölün kulağıma fısıldadığı tek kelime ise yalnızca O’nun ismiydi.
Helva ve elma
Gölün kenarında geçirdiğim bu günlerden sonra bir daha bu kadar uzun bir süre yalnız kalmak nasip olmadı. Eskiden beri kurduğum yalnızlık hayallerini de bir daha hiç kurmadım.
Kaldığım ev köyün sınırları dışında müstakil bir evdi. Cuma namazı için haftada bir gittiğim köy camisini saymazsak köylülerle iletişimim hiç olmadı. Bir de su tulumbasını tamir eden Fikret Abi ile olan konuşmamı…
Bu yalnızlığımı nefis terbiyesi için yapılmış bir uzlet veya inziva gibi göstermek istemem. “İstemem yan cebime koy” riyakârlığına düşmekten de Allah’a sığınırım. Dolayısıyla bir mahrumiyet hali içerisinde olduğumu söyleyemem. Mesela yanımda bilgisayarım yoktu ama evde TRT1’i çeken eski bir televizyon vardı. Günde tek öğün yemek yediğim doğruydu fakat bunun sebebi arınma iradesini gösterebilmiş olmam değil, eskiden beri devam edegelen zayıflama isteğimdi.
Haftada bir defa tarihî eserlerle dolu İznik’e gidiyor, lokantada yemek yiyor, o sevimli pazardan öteberi alıp köye geri dönüyordum. Açıkta satılan helva ve çok miktarda aldığım elmalar haftalık pazar alışverişimin vazgeçilmezleriydi. Helva ve elma sevgisi, bana dedemden sirayet etmişti.
Elma ve helva
İşin ilginç tarafı Eşrefoğlu Rumi’nin ve Hızır aleyhis selam’ın elma sevdiğini çok sonraları okuduğum bir kıssadan öğrenecektim. Kıssaya göre Eşrefoğlu Rumi bir gün talebesi Abdurrahim Tırsi’yi elma alması için İznik pazarına göndermiş. Talebesi elma alıp geri dönerken yoldan geçen bir zat onu durdurmuş ve sepetinin içinden bir elma almış.
Döndüğünde hocası ona sepetten elmasını alan zatın Hızır aleyhis selam olduğunu açıklamış. Talebesi onu tanıyamadığına üzülünce hocası ona Yaylak denilen yere giderse onu bir kez daha görebileceğini söylemiş. Bunun üzerine oraya giden talebesi o zatı tekrar görmüş ve duasını istemiş. Hızır aleyhis selam da ona hocası Eşrefoğlu Rumi’nin kıymetini bilmesini ve ondan dua talep etmesini söylemiş.
İznik helvasının lezzetli olmasının hikmetini de yine çok sonraları öğreneceğim başka bir kıssaya dayandıracaktım. Kıssaya göre Eşrefoğlu Rumi bir gün kendi elleriyle helva yapmış ve onu dönemin padişahı Fatih’e göndermiş. Fatih helvayı hasta annesine yedirince annesi iyileşmiş.
Bir de Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n Nüfus adlı eserinde Kâbe’nin önünde Allah’a, helva göndermesi için dua eden bir dervişin hikâyesine rastlamıştım ki onu burada anlatmayacağım. Hızır aleyhis selam’ın izlerini ise ipuçlarını birleştirerek sürmeye çalışacağım.
Saklı bir bahçe
Bir Selçuklu şehri olan İznik’e her gidişimde Eşrefoğlu Rumi’nin merkezdeki mezarını ve yine bir veli olan babasının mezarlığı geçtikten sonraki zeytin bahçelerinin arasına saklanmış üstü açık türbesini ziyaret etmeyi ihmal etmiyordum.
Bilhassa Baba Eşref türbesi sükûneti ve manevî atmosferi ile beni daha fazla etkiliyordu. Genelde kimseciklerin olmadığı bu mekânla sanki ezelden bir tanışıklığımız vardı. Yabancı bir yer değildi, bir dostun eviydi… Dolayısıyla bu ziyaretim, bir dost ziyaretinden ibaretti.
Bu gizli bahçede ben babasını da oğlunu da aynı türbede birlikte ziyaret ediyordum. Hangisi Baba Eşref’ti, hangisi Eşrefoğlu Rumi’ydi fark etmiyordu. En azından ben böyle bir ayrımı yapamıyordum.
Zaten önemli olan; “Firkat kâr etti canıma/ Gelsin âşıklar yanıma” diyen Eşrefoğlu Rumi’nin çağrısına kulak vermek ve âşık-ı sadıklardan olabilmek değil miydi? Onlardan olamadıktan sonra hangi türbeyi ziyaret ettiğimin pek de bir önemi yoktu.
Türbenin girişinde bana hiç kimse “kimsin nesin” diye sormuyordu. Orada yatan mübarek de her ne kadar günahkâr olursam olayım, bununla ilgilenmiyordu. Bana öğüt vermiyor, hiçbir şey telkin etmiyordu. Sadece lisan-ı haliyle “gölün huzurunu kokla” diyordu.
Huzuru kokluyordum koklamasına ama yüz yıllardır bu saklı bahçede nice yaralı kuşun inlediğini de tahmin edebiliyordum. Herhalde; “Bülbül eder zar-ü efgan/ Aşk oduna yandı bu can” diyen Eşrefoğlu Rumi bu kuşlardan bahsediyor olmalıydı.
Beni de bu ellerde yalnız bırakan kader, önce şiddetli fırtınalarıyla sarsmış sonra da bu durgun limana sürüklemişti? Herkes gibi benim de bir öyküm, bir sızım, bir acım vardı. Şükür ki sarsıntılar esnasında istikametim hep göle doğruydu.
Gölün kokusunu, gölünü huzurunu bir kere almıştım. O dinginliği, o sükûneti bir başka yerde bulmam mümkün değildi. Göl benim için huzur bulduğum tek yerdi. Kimde gölün kokusunu alabilmişsem ona yaklaşmış, kimde bu kokuyu duyamamışsam ondan fersah fersah uzaklaşmıştım. Beni göle sımsıkı perçinleyen ise biriktirdiğim hüzünlerimden başkası değildi.
Derin sular
Gölün kıyısına yakın sayılan bu evde geçirdiğim süre zarfınca yalnız kalmaktan asla şikâyetçi olmadım. Ama sadece bir seferinde pazarda kendi bahçesinin ürünlerini satan bir nineden aldığım yarım kilo kuru fasulyeyi eve gidince pişirmiş, tadı çok lezzetli olunca da onu birileriyle paylaşmak istemiştim.
Gerçi her gün akşama doğru göldeki ördekleri bisküviyle besliyor, başıboş köpekler için de bir ağacın altına bir şeyler bırakıyordum. Ama yine de o gün o yemeği birisiyle paylaşmayı öyle çok istemiştim ki! Yaşamayanın asla tahmin edemeyeceği bir duyguydu bu…
Allah’ın neden bizleri bir arada yarattığını; hani şu güncel ifadesiyle neden sosyal varlıklar olduğumuzu bu dönemde daha iyi anladım. Bundan başka anladığım bir hakikat de şuydu ki; nereye gidersem gideyim nefsim de benimle beraber geliyordu.
Akşamları gölün kenarında güneşin batışını seyrediyordum. O anlar nice iç konuşmalar ve hayaller ile baş başa kalıyordum. Bazen üniversitede yaşadığım sıkıntılarımı düşünüyor, bazen de yeni ayrıldığım fakat henüz rüyalarımı terk etmeyen eski şeyhimin sözlerini aklıma getiriyordum. Asıl beni hüzünlere gark eden hikâyemi ise kâğıda dökecek değildim.
Derin bir göl olduğunu bildiğim İznik Gölü ile ilgili de zaman zaman aklıma garip şeyler geliyordu. Mesela seher vaktinde evliyaların ruhları bu gölün dibinde buluşuyor ve sabah olunca da gölün kıyısında birlikte sabah namazını kılıyor olabilirler miydi?
Beyazlar içerisinde Somuncu Babalar, Hacı Bayramî Veliler, Emir Sultanlar, Akşemsettinler, Eşrefoğlu Rumîler, Aziz Mahmut Hüdayiler ve ismini bilmediğim veliler buralarda bir yerlerde olabilirler miydi? Onların yakınımda bir yerlerde olduklarını düşünmek bile bana bir huzur veriyordu. Bursa civarlarında olmanın da bu ruh haline katkısı oluyordu. Netice de İstanbul gibi, Konya gibi, Urfa gibi, Sivas gibi, Bursa’nın da bir ruhu vardı.
İki ayın sonunda İznik’te Hazret’i son bir kez ziyaret edip Sivas’a geri döndüm. İznik’ten ayrılmakla gölün ikliminden ayrılmış olmuyordum. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Sivas’ta da pekâlâ aynı manevî iklimi bulabilirdim. Gider gitmez soluğu Ulu Camii’nin haziresinde medfun olan “Gül Yüzlü”nün huzurunda aldım.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.