Zahid El Kevseri’nin etkileyici hayatı…

“Son Osmanlı Devri Âlimleri” diye bir ifade kullansak aklımıza gelen ilk isimlerden biri mutlaka Muhammed Zâhid el-Kevserî olmalıydı ve bizim İslâmî hassasiyet taşıyan gençliğimiz onun hayat seyrini, gayretlerini, ümitlerini, çilelerini, fikirlerini, eserlerini çok yakından tanımalı, bilmeliydi… Ne yazık ki ismi akla gelmiyor, gençlerimiz onu tanımıyor…

“Bu gerçek ilim ve irfan ehli insan yeterince tanınmıyor” ifadesi bize yetmiyor; çünkü tanınmaması, fikirleri ve İslâm’la yoğrulu bir nesilden neler beklediğinin bilinmemesi için özel olarak gayret sarf edildiğine de inanıyoruz. “Tanınmıyor; çünkü İslâm’a hasım, İblis’e dost olanlar yeni neslin gözlerini o ve onun gibiler için perdeledi” diyebilseydik keşke. Bunu da diyemiyoruz.

Ne yazık ki İslâmî hassasiyetinin ve gayretinin varlığına inandığımız insanlar içinde de bunu yapanlar var… Yanlış kişilerin peşinde, yanlış yollarda doğruyu aramanın getirdiği şaşkınlıkların sebep olduğu zaman kayıpları gerçekten esef verici boyutlardadır…

Kirli hava ile şişirilmiş kof bir balon kadar bile kıymetinin olduğuna inanamadığımız sun’î kahramanlar ile dünya makam ve metâının, aldatıcı zînetlerinin göz kamaştırıcılığına kapılmış, kendisini iki cihan saadetinden mahrum etmiş insanların yanılttığı kitleler, oradan oraya sürüklenir hale gelmiştir. Önce onu biraz tanımaya çalışalım, sonra dertleşme sadedinde söyleyeceğimiz birkaç kelime daha var.

İsmi, Nesebi ve Memleketi

Adı Muhammed Zâhid. Babasın adı Hasan Hilmi. Dedesinin adı Ali Rıza. Dedesinin babası Necmeddin… Âile Dedesi Ali Rıza hayatta iken göçerek Kafkas’lardan gelmiş Düzce’ye yerleşmiş bir âiledir. Dedesinin babası olan Necmeddin, Hicrî 1280 (1863) yıllarında Kafkasya’da vefat etmiş, dedesi Ali Rıza ise Düzce’ye göçün peşinden henüz Hacı Hasan Köyü kurulmadan hayata gözlerini yummuştur.

El-Kevserî nisbeti ise, adı Kevser olan dedelerinden birisinden gelmedir. Sülâlenin bir kolu, onun adıyla anılmaya başlamış, bu koldan gelen Muhammed Zâhid de el-Kevserî olarak yâd edilmiştir. Babası Hasan Hilmi ise Hicrî 1345 (1926) yılı, Rebîu’s Sânî ayının on ikinci günü olan Çarşamba günü yüz yaşlarında iken Düzce’de vefat etmiştir.

Hacı Hasan Köyü, babası Hacı Hasan Efendi tarafından kurulmuş, Zâhid Efendi de Hicrî 1296 (Mîlâdî 1878) yılında bu köyde dünyaya gelmiştir. Aylardan Şevval ayı, günlerden Salı günüdür ve o dünyaya gelirken sabah ezanları okunmaktadır. İlim yolculuğunun ilk basamaklarını Düzce’de tırmanmaya başlamış, ilk temel bilgileri Düzce’de bulunan ilim ehlinden almıştır.

Hicrî 1311 (1893) yılında hem hilâfet, hem de ilim merkezi olan İstanbul’a gelmiş, Kadıasker Hasan Efendi’nin inşa ettirdiği Dâru’l Hadîs’e yerleşmiştir. Burayı tercih sebebi amcası Musâ Kazım Efendi’nin burada bulunmasıdır. Fatih Câmii’nde devrin en önde gelen ilim adamlarından olan Şeyh İbrahim Hakkı Efendi’den ders almış, Hicrî 1318 (1900) yılında vefat edinceye kadar onun yanından ayrılmamıştır. Onun vefatından sonra Şeyh Ali Zeynelâbidîn el-Alasonî’den ders okumaya başlamış, 1322 (1904) yılında icazet almıştır.

Bu yıllarda bir ilim ehline âlimlik pâyesinin verilmesi için beş yılda bir imtihan yapılırdı ve bu konuda Sultan’ın iradesi bulunurdu. İmtihan 1325 (1907) yılında oldu. İmtihan heyetinin başında Şeyhulislâm’ın Ders Vekili olan Ahmed Âsım Efendi vardı. Diğer âzâlar ise şunlardı: Daha sonra Şeyhülislâm olacak olan Muhammed Es’ad Efendi. Kadıskerlik makamına getirilecek olan Dağıstanlı Mustafa Efendi. Yine Kadıasker olacak olan Tosyalı İsmail Zühdü Efendi.

Muhammed Zâhid Efendi bu güzîde insanlardan ders almış, diğer üstadlarla da bilgilerine bilgi katmıştı. İmtihan elbette ki başarılı geçmiş, kendisine âlimlik pâyesi verilmişti. Muhammed Zâhid Efendi, bu tarihten itibaren Fâtih Câmii’nde ders vermeye başladı. Asırlarca nice ilim ehlinin yetiştiği bu ilim ocağındaki hocalığı, Birinci Cihan Harbi’ne kadar sürdü. Bu harp Hicrî olarak 1332 (1914) yılında çıkmış, asırların mirasını taşıyan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sürmüştü.

Büyük iddialar ve vaadlerle hükümeti ele geçiren, Ulu Hakan Abdülhamid‘i tahttan indirerek bu ümmetin bilinen ve bilinmeyen bütün düşmanlarının ekmeğine hem yağ hem de bal sürme gafletini gösteren İttihat ve Terakkîciler, siyâsî gafletleri kadar ilmî ve manevî gafletler de sergilemeye devam ediyorlardı. Bu gafletlerinden biri de “ıslah” iddialarıyla perdeledikleri ilim yuvalarına yönelik değişikliklerdi.

İttihatçılar, güzel kelimeler bulmakta, güzel kelimelerle oluşturulan perdelerin arkasında kasten veya gâfilâne akıl almaz tahriplerde bulunmakta oldukça ustaydılar. İlmî alanda da öyle oldu. Göze ve kulağa hoş gelen basîretsiz adımlar atıldı… Derslere yeni çeşniler katılarak çoğaltıldı. Hocalar da derslere bağlı olarak çoğaltıldı. Tahsil süresi ise azaltıldı. Böyle ilim tâlibi çok şey öğrenecek, hiçbir şeyi kemâliyle öğrenemeyecek ti…

Artık bir kitabı bütünüyle okuma, bir ilim dalını bütünüyle öğrenip hazmetme, bir ilim alanındaki bilgiyi bir hocadan ahlâkı ve bakış açılarıyla birlikte alma, nesepteki asâlet silsilesi gibi ilimdeki asalet silsilesini de devam ettirme ortadan kalkmaya başlamış, yerini Avrupa usûlü her ilim dalından örnekler alma, gerisini talebenin iradesine bırakma devri başlamıştı…

Bu yıllar, içten içe ibret verici garip mücadelelerin, basîret ve şuur imtihanlarının yaşandığı yıllardır. İlim alanında da mücadeleler devam etmiş, ilminin zindeliğini, vücudunun dinçliğini yaşayan Muhammed Zâhid Efendi bu mücadelelerde hep hakkın yanında olmuş, hep basîretli göz ve gönül taşıyanlar arasında yer almıştır.

Kastamonu’ya yolculuk

Her şeyin karmakarışık hale geldiği bu günlerde Muhammed Zâhid Efendi Kastamonu‘ya tayin edildi ve üç yıl kadar orada ders verdi. O Kastamonu’da olduğu sırada ibret verici bir olay daha cereyan ediyordu: 1914 yılında yeni bir değişiklik geçiren ve giderek Avrupa üniversitelerine benzetilmek istenen Dâru’l Fünûn’da Fıkıh ve Fıkıh Tarihi (İslâm Hukuku ve İslâm Hukuku Tarihi) dersi için bir hoca atanmak istenmişti.

Ne yazık ki, hemen hemen her devirde bulunan ve güçlünün, elinde imkan bulunanların safında yer almaktan hoşlanan mürekkep yalamışlar vardır. O devirde ittihatçıların çevresinde dolaşmaktan hoşlanan ve onların arzularına uygun söz söylemekte oldukça mâhir olan hocalar bu kürsüyü ele geçirmek için harekete geçmişlerdi. Müracaat edenlerin çokluğu sebebiyle imtihan açılmasına karar verildi.

Haber Kastamonu’da bulunan Zâhid Efendi’ye, onun İstanbul’a dönmesini arzulayan vefalı dostları tarafından ulaştırıldı. Haberi alınca İstanbul’a gelerek son günde imtihan için müracaat etti. İmtihan yapıldığında birinciliği alan oydu. Ancak Zâhid Efendi’nin heyeti hayran bırakacak derecede ilmini ortaya koyarak kazandığı bu imtihan, İttihatçıların hiç hoşuna gitmemiş, tayini durdurmuşlardı.

Bu arada yine ibret verici şuur imtihanı derinden derine devam ediyordu. Neticede birinci olan insan dururken kendi şakşakçılarından birini tayinde zorlanan İttihatçılar, içten bir hocanın bu açığı doldurmasını istemişler ve tayin den vazgeçmişlerdi.

(Burada yine de dikkatler den kaçmaması gereken birkaç husus var: Birincisi : Her şeye rağmen ilin hakkını veren ve Zâhid Efendi’nin ilmini takdir eden imtihan heyeti. İkincisi: İmtihanda birinciliği alan insan varken başkasını tayin etmenin doğuracağı tepkiyi dikkate alan, bunun pek onurlu bir davranış olmayacağını hissedebilen idareciler… Zaman neler aldı götürdü dersiniz!..)

Üç yıl kadar Kastamonu’da kalan Zâhid Efendi, burunları bir hayli sürtülen ittihatçıların durumundan ve yapılan sulh anlaşmasından istifade ile yeniden ilim merkezi İstanbul’a dönmek arzusuyla Kastamonu’daki görevinden istifade etti.

Karadeniz’de bir yolculuk

Mevsim kıştı ve her taraf karlarla kaplıydı. Bu karda kışta kara yoluyla İstanbul‘a gelmesi imkansız gibiydi. İnebolu‘ya inerek deniz yolunu denemek istiyor, bu arada da memleketi Düzce‘ye uğramak, İstanbul’a gitme imkanı yakalayıncaya kadar orada kalmayı arzuluyordu. İnebolu’ya geldi. Günlerce uygun bir gemi bekledi, ancak gelmedi.

Bekleyiş uzun sürünce küçük ve eski bir gemiyle yola çıkmak zorunda kaldı. Dalgalarla durmadan savrulan, bazen akıntılarla sürüklenen, her an dağılacakmış hissi veren bu gemiyle Ereğli’ye kadar geldi. Ereğli’de bu gemiyi terk ederek küçük de olsa sağlamlığına güvendiği bir kayıkla Düzce’nin limanı sayılabilecek Akçakoca’ya varmak için yola çıktı.

Ereğli’den sabahın erken saatlerinde ayrılmışlardı. İkindiye doğru Akçakoca göründü. Ancak deniz giderek çılgınlaşmaya başlamıştı. Dalgalarla boğuşarak sahile ulaşma mücadelesi verdikleri bir sırada kayıkları gelen azgın bir dalgayla ters döndü. Bütün güçlüklere rağmen ters dönen kayığa tutunmayı başarmışlardı. Şimdi gerçek bir can mücadelesi başlamıştı. Hem durmadan kendilerini oradan oraya savuran dalgalarla, hem de sularla birlikte iliklerine kadar işleyen soğukla boğuşuyorlardı.

Sahilde bulunan ve onların içinde bulunduğu durumu gören insanlar, derhal denize bir kayık indirip yardımlarına gelmek istedilerse de çok geçmeden iyice azgınlaşan dalgalar onlara bu imkanı vermedi; çaresiz geri dönmek zorunda kaldılar. Ancak kıyıda bulunan ve kendine güvenen iki kardeş, oldukça uzun bir halatı bellerine bağlayarak kendilerini dalgaların içine atmışlar, amansız bir uğraştan sonra kayığın yanına gelmeyi başarmışlar ve halatın bir ucunu kayığa bağlayarak sahile dönmüşlerdi.

Şimdi sahilde bulunanlarla birlikte kayığı çekmeye çalışıyorlardı… Bu uğraşma ve boğuşma sırasında peş peşe gelen azgın dalgalar halatı sahildekilerin elinden tekrar koparmış, kayık yeniden kıyıdan uzağa sürüklenmişti. Bir süre sonra peş peşe gelen ve zaman zaman burgular yaparak beklenmedik taraflardan saldırıya geçen dalgalar, kayığa tutunanları da savurmuş herkes birbirinden habersiz hale gelmişti. Muhammed Zâhid Efendi için de bu devre, artık ümitlerin tükenmeye başladığı devreydi. Karmakarışık duygular içindeyken kendinden geçti. Artık boğulma başlamıştı… Ancak ecel gelmemişti.

Gözlerini açtığında kulaklarında uğultu vardı ama artık dalgalar yoktu… Öğrendiğine göre kendisini de, diğer yolcuları da kurtaran kayığa halat bağlamayı başaran o iki kardeşti. Gençliklerinde gemicilikle uğraşmışlar, maddî durumları düzelince denizle uğraşmayı yetiştirdikleri gençlere bırakarak başka alana geçmişlerdi. Durumu görünce dayanamamış, tecrübe ve güçlerini yeniden ortaya koymuşlar, bu ilim ve irfan ehlinin kurtuluşuna da vesile olmuşlardı.

Hareketsiz vücudunu sahile çıkardıklarında onu öldü zannetmişler, ancak yaşlıca bir insanın; “Siz üzerinize düşeni son una kadar yapın ısrarı üzerine” ciğerindeki sular boşaltılmış, gerekli ilk yardımlar yapılmış ve oldukça uzun sürse de gayretler boşa gitmemiş, bir müddet sonra hayat emareleri yeniden başlamıştı… Evet, Zâhid Efendi boğulmaktan kurtulmuştu ama yanında taşıdığı birbirinden güzel el yazması eserler kurtulamamıştı… Bu, sonraki yıllarda hatırladıkça hep üzüldüğü bir olaydı…

Dâru’ş-Şafaka’ya tayin

Muhammed Zâhid Efendi, biraz kendisine gelince Akçakoca‘dan Düzce‘ye geçti. Düzce’de hem dinlenip kendine gelmek, hem de yollar rahatlayıncaya kadar yakınlarıyla bir arada olmak istiyordu. O Düzce’de iken İstanbul’da Dâru’şŞafaka’ya hoca tayin edildiği haberi geldi. Haberi alınca yeniden İstanbul’un yolunu tuttu.

Dâru’ş Şafaka’da bir ay kadar ders vermişti ki, bir nevî ihtisas hocalığına tayin edildi. Bu tayinde daha önce girmiş olduğu imtihanın da tesiri vardı. Çünkü şu anda kendisiyle birlikte ders veren arkadaşlarının yaşça en küçüğüydü. Daha sonra sırasıyla; “ders vekilliği meclisine âzâ” seçildi, “ders vekili” tayin edildi ve ders vekilliği meclisinin başına getirildi… “Ders Vekilliği” ve “Ders Vekilliği Riâseti” sıradan vazifeler değildi. İlmî mertebelerin en üst kademeleriydi. “Ders Vekili” Şeyhulislâm’a vekâleten ders veren âlim demekti.

Zaman içinde gelişen bir çerçeve neticesinde şeyhulislâmların üç vekili oluyordu: Bunlardan birincisi fetvâlar içindi. Bununla görevli âlime, “Fetvâ Emini” denirdi. İkincisi: İlmiye sınıfının başında bulunan, devletin ilmî alanın gelişme ve seyrini, âlimlerin durumunu, medreseleri, ilim yuvalarını takip eden vekil idi ve kendisine “Ders Vekili” denirdi. Üçüncüsü ise kadıların durumunu ve mahkemelerin işleyişini takip eden vekil idi. Bu da “Şer’î Tahkîkat Vekili” veya diğer adıyla “Reisi” idi. Kısaca Muhammed Zâhid Efendi, Şeyhulislâm vekili olmuş, ilmî alanda onu temsil eder hale gelmişti.

Azli ve azil sebebi

Muhammed Zâhid Efendi’nin riâseti sırasında ibret verici bir başka olay cereyan etti. İstanbul’da yangınlardan zarar görenlere yardım için kurulan cemiyet, Sultan III. Mustafa‘nın yaptırmış olduğu Lâleli Medresesi‘ni yıkıp yerine kendi cemiyetlerinin gayesine uygun bir bina yaptırmak isteyince arzulanan bütün şartları taşıyan medresenin yıkılmasına karşı çıkmış, cemiyetin başında bulunan Tevfik Paşa, siyasi gücünü kullanarak emeline ulaşmak isteyince de onunla çok ciddî bir hukuk mücadelesine girmişti.

Açılan davanın seyri sırasında Tevfik Paşa sadrazam olmuş, makamını kullanarak Zâhid Efendi’ye geri adım attırmak için tekrar yüklenmişse de onun daima dik duran başını haksızlık karşısında eğmek mümkün olmamıştı. Tevfik Paşa, boyun büktüremediği bu şahsiyetli insanı azledip yerine başkasını tayin ederek emeline ulaşmak istemiş ve onu riâsetten azletmiştir. Ders vekilliği ise devam etmektedir.

Ancak Zâhid Efendiyi bu azil de susturamamış, yerine tayin edilen ders vekâleti meclisi reisine giderek; en azından susmasını, davayı geri çekmemesini istemiş, şayet davayı geri çekerse sözlü ve yazılı saldırılarının hedefi olacağı yönünde onu uyarmıştır. Zâhid Efendi’nin sözleri, tesirini göstermiş ve dâvâ bundan sonra da devam etmiştir. Ancak değişen şartlarla devlet yıkılmış, yeni kurulan cumhuriyet de medreseyi yıkarak yerine “Kızılay” binası yaptırmıştır. Muhammed Zâhid Efendi’nin bu tavrı ve duruşu, ilim ve irfan ehli bir insandan artık iyice özlemini, hasretini duyduğumuz bir tavır ve duruştur…

Vatandan ayrılış

Asırlar boyu İslâm’ın hizmetkârlığını yapan Osmanlı Devleti bir birini takip eden hatalarla ömrünün son günlerini yaşar gibiydi. Çatırdayan devleti ayakta tutmak için bütün gücüyle çalışan İkinci Abdülhamid, içten ve dıştan aralıksız sürdürülen gayretlerle tahttan indirilince sanki bütün çiviler yerinden çıkmıştı. Dış güçlerin arzuladığı da zaten buydu.

Her adımda yollarını kesen, dahice manevralarla önlerini tıkayıp onları adım atmaz hale getiren, yıpratıp hasta adam haline getirdikleri uçsuz bucaksız devleti hâlâ elinde tutmasını bilen, hilafetin o tahammül edilmez gücünü çok ustalıklı kullanan, her türlü saldırı ve iftira kampanyalarına karşı koyan, bir türlü köşeye sıkıştırılıp istenen darbeler indirilemeyen bu insan artık yol üstünde değildi. Onun elini, kolunu kendi ülkesinin insanları bağlamıştı…

İddiaları, kullandıkları kelimeler ve vaatleri alabildiğine büyük fakat ufukları dar, tecrübeleri kıt, basîretleri kapalı, kendileri küçük İttihat ve Terakkî ele başları, derme çatma bir ordunun derme çatma ihtilaliyle ele geçirdiği iktidarın sarhoşluğunu henüz üzerinden atmadan iç siyasette kör dövüşü başlamış, dış siyasette uçuruma sürüklenişin kapıları neredeyse sonuna kadar açılmıştı.

Bu sürükleniş, birinci dünya harbine katılışla hızlanmış, hilafetin çöküşüyle uçurumun dibini bulmuş, İslâm âlemi sanki yetimliğin burukluğunu yaşar hale gelmişti. Asıl hedef elbette ki Sulan İkinci Abdülhamid değildi. Onun temsil ettiği makam, onun ayakta tutmaya çalıştığı devlet, bu devleti oluşturan ve asırlar boyu iman bağıyla birbirine bağlı milletti.

O, hedefe gidişi engelleyen zekâyı taşıyan beyindi. Onun ortadan kaldırılışı ciddî merhalelerden biriydi. Ancak saldırıların durması anlamına gelmiyordu. Hilafet makamına olan sevgi bütünüyle bitirilmeli, Siyonistler ve Hıristiyan dünya (özellikle İngilizler) için bir kabus haline gelen bu makamın bütün geri dönüş yolları kapatılmalı, ümmet şuuru silinmeli, bir daha bir araya gelemeyecek bir hale sokulmalıydı.

Bunu temin etmek için padişah aleyhine, hilafet aleyhine, ümmet aleyhine, onlarla iç içe olan tarih aleyhine, uğruna nice fedakârlıklara katlandıkları değerler aleyhine söz söylemek bir vatanseverlik, bir münevverlik alâmeti sayılır hale geldi. Sürdürülen dehşetli tezvir ve iftira kampanyalarıyla hava öyle bulandırıldı, öyle sis çökertildi ki, aradan uzun yıllar geçtiğinde de bu bulanıklık dağılmadı, sis perdeleri açılmadı, gerçekler bütünüyle yüzünü gösteremedi.

Nice yanlışların doğru, doğruların yanlış bilinir hale geldiği bu devrede hakikatleri gören gözlerin çektiği acı ve ızdırab şüphesiz daha derin ve engindi. İlim, irfan ve basiret sahibi insanların en başta genlerinden biri de şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullahi aleyh idi. Yıkılan koca devletin toz bulutları henüz havada dolaşırken o da kendisini yersiz, yurtsuz ve gözün görüp elin ulaşamadığı bir çaresizliğin içinde hissetmeye başlamıştı.

Her gelen gün, bir önceki acılara yenisini ekliyordu. Meçhullük karanlığının kapladığı ufuklarda ışık belirtileri görünmüyordu. Bu sırada kendisine yakınlık duyan dostlarından tutuklanması için zemin hazırlandığını duydu. Kararını vermişti. Haberi aldığı gün evine dönmek yerine limanın yolunu tuttu. Evlerden, iç yerlerinden sıyrılarak limana indi. O an kim bilir gönül dünyasında ne fırtınalar esiyordu. Ancak esen bu fırtınalar arasında bile tavırları kararlı idi.

İstanbul’dan İskenderiye’ye giden “ElAbbasiye” gemisiyle anlaştı ve acıtatlı nice hatıralarını yaşadığı, ona bağlı nice ümitler yeşerttiği vatanını geride bırakarak vaktiyle bu devletin bir parçası olan, şimdi yabancı sayılan Mısır diyârına doğru yol almaya başladı. 13 Rebi’ulâhir 1341 (3 Aralık 1922) tarihinde İskenderiye‘ye ulaştı. Orada birkaç gün dinlenip kendine gelince, içinde bulunduğu değerlendirmek için bir parça nefes alınca Kahire‘ye geçti.

Şimdi istikrar arayışı içinde idi. Bir an önce kendisine ve ailesine yeni bir yurt arıyordu. Bir süre Kahire’de durduktan sonra tekrar İskenderiye’ye geçti. Henüz bu ülkeye geleli yıl olmamıştı ki İskenderiye’den deniz yoluyla Beyrut‘a, oradan da demiryoluyla Şam‘a geçti. Altı ayı geçkin Dımaşk‘ta kaldıktan sonra Filistin üzerinden Mısır’a döndü. Önce Hulvan’a indi. Sonra Ezher’in kuzeyinde bulunan ve el-Ezher Meydanı’na bakan Ebu’z Zeheb Camii’nin kuzeyinde yer alan ve “Türkler Tekkesi” diye anılan “Muhammed Bey Medresesi’ne geçti.

İstikrar arayışları devam ediyordu. 1347 yılında Filistin üzerinden demiryoluyla ikinci Şam seyahatini yaptı. Dımaşk’ta bir yıl kadar kaldıktan sonra aynı yolla Mısır’a döndü. Onun Şam diyârından hatıralar taşıdığı kadar belki çok daha fazla bu diyarın ehli de onun hatıralarını taşıyacak, onu unutmayan hayır ve gıpta ile yâd edecek, gelecek nesillere anlatacak insanlar olacaktı. Bu tarihten sonra artık Mısır’da kalacaktı. “Dâru’l Mahfûzât el-Mısriyye’de Türkçe vesikaları Arapça’ya tercüme ederek rızkını temin imkanı bulunca Türkiye’de bırakmış olduğu ailesini yanında getirtti. Kalan günlerini yine vefakar ailesiyle bölüştü.

Ailesiyle ilgili birkaç söz

Gerçek bir fazîlet ve takva misali olan hanımıyla birinci dünya harbi başlamadan önce evlenmişti. Biri erkek, üçü kız dört çocukları oldu. Oğluyla kızlarından biri henüz İstanbul‘da bulunduğu yıllarda vefat etti. Mısır’a hanımıyla birlikte kızı “Seniha” ile “Meliha” geldi. Seniha 20 Şevval 1353 tarihinde Kahire Hulvan’da tifodan öldü. Meliha ise 7 Recep 1367’de bir Cuma gününde şeker hastalığının sebep olduğu genel bünye zaafı sebebiyle hayata gözlerini yumdu ve kız kardeşi Seniha’nın yanına gömüldü.

Her ikisinin de gıpta edilecek bir ahlak güzelliğine sahip olduğu nakledilir. Yine nakledilenler arasında şu ibret verici hatıra vardır: Meliha vefat ettiği Cuma gününün öğle vaktine kadar namazlarını kılmıştı. Daha sonra sağlık durumu birden kötüleşmiş, ikindi vakti girdiğinde yanında bulunan babasına üzerinde namaz borcu olarak sadece o günün ikindi namazı olduğu söylemiş ve babasını buna şahid tutmuştu. Bu gerçekten ibret verici bir durumdu.

Ziynetlerin en güzellerinden olan ilim, irfan, zühd ve takvâ ziyneti ile ziynetli olan bu aziz insanın güzel hasletlerle donanmış kızı, ağırlaşan ve kendisine namazı eda imkanı bırakmayan hastalığı sebebiyle kılamadığı namazını dile getiriyor ve üzerinde sadece ve sadece bu namazın kaldığını söylüyordu ve bir süre sonra ruhunu teslim ederek borçlu olduğu Rabb’ine doğru yol alıyordu. Son varış şüphesiz O’na idi; dünyadan ayrılış da bu ikrarla… Böylece bu âlim ve zâhid insan bütün çocuklarını henüz kendisi hayatta iken toprağa veriyordu…

Bu hicret Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin hayatının en büyük dönüm noktalarından biri oldu. Dünyevî açıdan sıkıntılar çeker olmuştu. İstikrarlı bir hayattan istikrarsızlığın kucağına düşmüş, Şeyhulislâm vekili iken bulduğu imkanları ve bolluğu artık bulamaz olmuştu. Ancak uhrevî açıdan durum çok farklı idi. Her şeyden önce yaptığı hicret Rabbi uğruna, dini yolunda idi. Gerçek dâvâ erleri zor günlerde, fedakârlık isteyen günlerde belli olurdu. Şimdi zor günler başlamıştı. İmtihan günleriydi, hak dâvâyı omuzlama günleriydi. O bunu yapamaya, inancını yaşatmaya, yaşaması için mücadele vermeye hazırdı.

O, bu hicretle Türkiye’nin sınırlarını aşmış, bütün İslâm âlemine açılan ufuklara yelken açmıştı. Kendisini dört duvar arasında çaresizliğin kucağına terk etmemiş, zâlimden merhamet umma aczini yaşamamış, mücadele için meydana çıkmıştı. Mısır’da bulunması ona bütün İslâm âlemi ile bağ kurma, ortak dil Arapça ile konuşma ve yazma imkanı hazırlamıştı. Bir çok farklı ülkeden ve ırktan talebesi olmuştu.

Hem ilmiyle, hem de ahlâkıyla beslediği yepyeni bir ilim ordusu yetiştiriyordu. Bilgilerini, duygu ve düşüncelerini, hem dersleri, hem sözleri ve yazılarıyla başka gönüllere aktarmaya başlamıştı… Dîn-i Mübîn’i içten ve dıştan yıpratma gayretlerinin, hoyratça saldırıların önünde geçit vermez bir kale olmuştu. Bu alandaki mücadelelerinin en büyük yardımcısı, hak yoldaki azm ve gayreti gibi gurbeti de paylaşmaya başladığı yakın dostu Son Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi oluyordu.

Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin gurbet günleri dünyevî açıdan sıkıntılıydı. Ancak dünya hayatının kendisi gibi bu sıkıntılar gelip geçiciydi. Ebedî hayat için hazırladıkları ise şüphesiz kalıcıydı… Acılı ve sıkıntılı günlerinde bile vakarını kaybetmiyor, sarsılmıyor, dış dünyaya acı ve sıkıntılarını mümkün mertebe aksettirmiyordu…

Gönüllerde büyük tesirler uyandırarak gurbet ilde sürdürdüğü ilim, irfan, ibret, salih amel defterini kapatmayacak hayırlı meyveler, zühd ve takvâ dolu kalan ömrü, Hicrî 1371 (Mîlâdî 1951) senesinde Zilkade ayının 19. (Ağustos’un 11.) pazar günü ikindi namazı sıralarında saat 16: 35’de son buldu. Vefat ettiğinde başında vefalı hayat arkadaşı aziz zevcesi vardı. Vasiyeti gereği ruhunu teslim ederken o Fatiha okumuştu. Bu sabır ve sebat dolu hanım, yavrularını bu hayattan yolcu ettiği gibi hayat arkadaşı Zâhid Efendiyi de yolcu ediyor, son nefesinde başında o bulunuyor, Allah Kelâmı Zikri Hakîm’i o okuyordu.

Cenâze namazı pazartesi günü öğle namazını müteakip Ezher Câmii‘nde kılındı. Namazını Ezher Şeyhlerinden Abdülcelîl İsa Efendi kıldırdı. Vefat ettiğinde 75 yaşlarındaydı. Kabir taşına vasiyeti üzerine kendisinin yazdığı (aslı Arapça olan) şu ibretli mısralar nakşedildi: “Ey ibretli nazarlarla bu kabrin başında duran insan! Bilesin ki dünün ziyaretçisiydi, bugünün kabirdeki uzananı… Ölüm gerçek; gâfil olma, hazırlıksız yakalanma, hep uyanık ol! Senden önce gelip geçenlere de esirgeme duânı. Zâhidü’l Kevserî şimdi kabrine uzanmış yatıyor, affı için niyaz ediyor, merhamet diliyor ve o günü bekliyor.”

Onu tasvir eden birkaç kelime

Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullahi aleyh uzun boylu, güzel görünümlü, heybetli bir insandı. Sakalı kısaydı. Gözleri keskin, kulakları da çok iyi duyardı. Son derece zeki idi. İnsanı dehşete düşüren bir hafıza gücü vardı. Bir şey gördüğünde veya duyduğunda onu yıllar sonra bile net olarak hatırlar, aktarırdı. İsimleri hafızasında tutma kabiliyeti tarif edilmeyecek kadar güçlüydü. Hatta onu yakından tanıyanlar; “O, unutmak nedir bilmezdi,” diyerek hafıza gücüne olan hayranlıklarını ifade ediyorlar.

Hakkında söylenen sözlerden bir demet…

Sizlere bu aziz insanla ilgili söylenen sözlerden bir demet sunmak istiyorum. Bu sözlerin onu, ilmî seviyesini, hizmetlerini daha iyi anlatacağına inanıyorum. Bir şey daha istiyorum. Arkasından böyle sözlerin söylenmesini isteyenlerin, o sözleri hak edecek, söyletecek bir hayat sürmelerinin gerekliliğini… Şu anda gördüklerinizin ve kendisini Kaf Dağı’nın tepesinde sananların, gerçek ilmi ve ilim ehlini bilmeyenlerin arkasından nasıl sözler söyleneceğini tefekkür etmenizi de arzu ederim… Bizim tefekküre ihtiyacımız var ve biz ondan ne kadar uzağız!..

Şimdi Muhammed Zâhid Efendi‘nin vefâtının üzerinden bir yılı geçkin bir zaman sonra Muhammed Ebu Zehrâ‘nın kaleme aldığı bir makaleden bazı bölümleri okuyoruz: “Bir yılı geçti. İslâm, dünyâ hayatının basitliklerinden kendisini kurtaran, bir mü’minin kendisini Rabbine ibadete verişi gibi ilme veren bir âlimi kaybetti. İslâm ümmetinin önderlerinden bir önderi… O, ilimle uğraşmanın, bir ibâdet olduğunu biliyordu. Bir âlimin, bir başkasını veya başkalarını değil sadece Allah rızası elde etmeye çalıştığı bir ibâdet…

Yer yüzünde büyüklük taslamak için değil, fesat yaymak için değil, makam elde etmek için değil, dünyanın gelip geçici metâlarına sahip olmak için değil, hakka yardım etmek için ve Hakk’ı râzı etmek için… Bu âlim, İmam Zâhid el-Kevserî’dir. Allah mekânını Cennet kılsın, ondan razı olsun ve onu râzı eylesin. Yaşadığımız bu yıllarda hayata gözlerini yumup da İmam Kevserî kadar, yerini boş bırakan bir âlim oldu mu, bilemiyorum. Çünkü o, selefi sâlihînden bir bakiyeydi, ilmi rızıklanma kapısı, belli bir hedef ulaşma merdiveni etmeyenlerdendi…

O, “Âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır” rivâyetinin kendisinde gerçekleştiği bir âlimdir. Onun sahip olduğu bu miras, kendisiyle iftihar edilen bir şeref vesilesi veya diğer insanlara tepeden bakma vasıtası değildi. O bu mirası, İslâm’ı yaymak, hak ve hakikatlerini gözler önüne sermek, içine sinmek isteyen vehimleri gidermek, onu insanlara bütün saf ve berraklığıyla, billûrâne yapısı ve aydınlığıyla göstermek için bir cihad vesîlesi görüyordu. İnsanlar onun nûruyla yaşamalı, onunla yol bulmalıydı, hakka yönelmeliydi.

Bu miras, peygamberlerde olduğu gibi bir âlimin cihad kaynağı olmasını, onların sabrettiği gibi zor ve acılı anlarda sabretmeyi bilmesini, hak ve hidayete davet edilenlerin kör inatları karşısında metânetini koruyup sıkıntılara, çilelere göğüs gerebilmesini gerektirir. Bu miras, sebebine sarılanlar, hakkını verenler, üzerine düşenin ne olduğunu bilenler içi şereftir. İmam Kevserî böyle bir âlimdi…

Bu aziz insan, bu Ulu İmam yeni bir anlayış, yeni bir mezhep ortaya çıkarma gayretkeşliği içinde olanlardan değildi. Önceden ortaya çıkmamış bir şeyi ortaya çıkarma peşinde de değildi. Bu günlerde insanların dilinde sık dolaşmaya başlayan “müceddidlik” iddiasında da değildi. Aksine bu tür tavırlardan nefret ederdi. O, hak yol yolcularının gittiği yoldan, Allah yolunda ilim ve irfanla yoğrulan âlimlerin peşinden giden bir âlimdi.

Bununla birlikte ben diyorum ki; “O, tecdîd kelimesinin gerçek mânâsıyla o bir müceddid idi. Çünkü tecdîd, bu günkü insanların anladığı gibi, bütün bağlardan sıyrılmak, Peygamberliğin o ilk günlerine geri dönmek demek değildir. Tecdîd, Dîni Mübîn’e yeniden canlılığını, berraklığını kazandırmak, içine karışan, bünyesine takılan vehimleri temizlemek, ayırıp atmak, asıl cevheri nasıl ise o şekilde insanlara yeniden o saflık ve berraklıkta anlatmaktır; açıklamaktır.

Sünnet-i Seniyye’nin ihyâ edilmesi, bid’atin yok edilmesi, insanlar arasında Dini Mübîn’in temel direklerinin yerli yerine oturmasıdır. Gerçek ve doğru mânâsıyla tecdîd budur. İmam Kevserî Allah Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem’in sünnetini ihyâ etmiş, kitapların kıvrımları arasında gizli kalanlarını ortaya çıkartmış, râvîlerinin üsluplarını, metotlarını açıklığa kavuşturmuş, kaleme aldığı kitapları ve risâleleriyle Rasûlullah’ın sözleri, fiilleri ve takrirlerinden meydana gelen Sünnet-i Seniyye’yi, insanların gözleri önüne en güzel şekilde sermiştir….”

Muhammed Ebu Zehra‘nın onun ilmî kadrini dile getiren sözleri sayfalar dolusu devam ediyor… Geçmiş âlimlerin kitaplarını nasıl gün yüzüne çıkarttığını, onlara neler kattığını, neler kazandırdığını, nasıl bir ilim, cihad, sebat ve mücadele ruhu taşıdığını, inandığı dâvâ uğruna nelere katlandığını, Sünnet-i Seniyye’yi, ilmi nasıl gönüllere sevdirdiğini, dünyâsının asla ahiretine engel olamadığını aktarıyor, onun ilmine, ahlâkına, sabrına, azmine hayranlığını ifade ediyor, sözlerini duâlarla bitiriyor.

Şimdi Şeyh Muhammed İsmâîl‘in, “Nûru’l İslâm” dergisinde onunla ilgili olarak kaleme aldığı satırlardan bir kaçına göz atıyoruz: “1371 Hicrî yılının Zilkâde Ayının 19. Pazar günü, Kahire’nin mahallelerinden bir olan Abbâsiyye Mahallesinde bir insan Rahmân’ın rahmetine kavuştu. Dünya çapında bir âlim, emsalsiz bir araştırmacı, geniş ufuklu, sarsılmaz derecede köklü bir ilmin sahibi, muhakkik, dâhî bir mütefekkir, hayatında hiç kimsenin bileğini bükemediği bir ilim yiğidi, dinsizlere ve sapıklara karşı Allah’ın kınından sıyrılmış kılıcı, Allah Rasûlü’nün sünnetinin büyük destekçisi, mücâhidi, sağlam akîdenin bekçisi ve müdâfâcısı Allâme, Ulu ve Fazîlet Yüklü İnsan Muhammed Zâhid İbn Hasan el-Kevserî…”

Ve herkesin imreneceği kelimelerle devam eden satırlar. Hayatı hakkında hemen hemen en geniş bilgi veren vefakâr talebesi Ahmed Hayri‘den bir cümle: “Kevserî, Zâhid isminin gerçekten yaşayan misali olan bir zâhid idi. Akılara sığmayacak derecede dünya malına, makamına karşı kanaatkâr olan bir insandı…” Bu cümlenin arkasından çektiği sıkıntıların, yoklukların dile getirilmesini üstadının sevmediğini, onu incitmemek için kendisinin de fazla dile getirmeyeceğini aktarır. Hakkında çok şeyler yazıldı, çok şeyler söylendi. Onu “Saadet Asrı’nın güzel hasletlerini yaşadığı asra taşıyan âlim” görenler ve böyle tarif edenler oldu. Hakkında şiirler yazıldı, mersiyeler söylendi…

Ancak gönüllerimize çok acı gelmesi gereken bir gerçek vardı. Onun hakkında yazı yazanlar, onu yâd edenler hep gurbet diyarında onu tanıyanlardı. Hep İslâm’ın yayıldığı başka beldelerin insanlarıydı… Kendi doğup büyüdüğü, acısını tatlısını (daha çok da acısını, derdini) paylaştığı vatanın insanları değildi. Onu unutmayanlar, unutamayanlar çok oldu; ancak kendi vatanında tanınmadı, bilinmedi, bilenleri çok az oldu. O, yeni nesillerin örnek alacağı bir insandı; ancak asıl örnek alması gereken kendi ülkesinin gençliği neredeyse onu hiç tanımadı…

Son devirlere, ilk devirlerin samimiyetini, sıcaklığını, azmini, ilim ve irfan düşkünlüğünü, cihad ruhunu taşıyan bir âlim geldi geçti bu diyardan. Düzce‘de doğup, Nil Nehri‘nin sularının yakınlarında sessizce batan bir güneş… Bıraktığı aydınlık eserleri, yetiştirdiği ilim ve irfan ehli, gönülden sevenleriyle ışığı devam eden bir güneş… Onun için söylenen mısralardan bir demetle sözlerimize son veriyoruz:

Ey Hanefîler topluluğu! Yumdu Fakîhiniz hayata gözlerini,
Size uzatılan dilleri şimdi kim koparır, kim boşa çıkarır iftiraları?
Korkarım benzerinin bir daha çok zor bulunacağından,
Hak Dîni yaşayışta, takvâda, güzel yaratılışta, hasletlerle doluşta.
Hüznüm gönlüme acı verirken bir hikmet geliyor aklıma,
Öncelerden söylenmiş, gece sohbetlerde sıkça tekrarlanmış;
Zaman yemin etti; “getireceğim size” diyerek bir benzerini,
Ey zaman! Tutamadın bu yemini, ver şimdi keffâretini!

Bütün nifak ehline set çektin, karşı geldin,
Güçlüydün, azimliydin, geçit vermedin…
Nil Diyârı’na geldin, aziz, mükerrem bir misafir olarak…
O Nil, misafirine ikramda kusur etmez; onun beldesi,
Nice misafirler kucakladı, nicelerini ağırladı hiç gönül kırmadan.
Orda kitleler buldun seni misal, seni önder tanıyan,
Besledin sen onları, nasihat yüklü sözlerin fazilet aktardı gönüllere.

Sözün daha fazla uzamaması için, arzulu ve gayretli olanların arayıp bulabilecekleri ümidiyle oldukça büyük bir yekun tutan eserleriyle ilgili bilgi veremedim. Gariplikler yaşadığımız bu günlerde dilimin ucuna gelen bir çok sözü de söylemedim. Samimi gönüllerce tanınacağı, unutulmayacağı ümidiyle…

Not: Bu yazı Dr. Şerafettin Kalay Hocamızın Şubat 2004 tarihinde Vuslat Dergisi’nin 32. sayısında ilk bölümü yayınlanan ve dört sayıda tamamlanan yazı dizisinin tamamıdır. Yazı İrfandunyamiz.com sitesi tarafından birleştirilmiş ve düzenlenmiştir.

Dr. Şerafettin Kalay/ Vuslat Dergisi

İslam Alimleri ↗

Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.

Abide Şahsiyetler ↗

İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Değerli alimlerimizden bize kalan…

Değerli âlimlerimiz, günden güne dünyamızdan ayrılmaktalar. Efendimiz bir âlimin ölümünü bir kabilenin ölümünden daha fena …

2 Yorumlar

  1. Böyle güzel insanların hayatlarını güdeme getirmek çok faydalı. Tebrik ve teşekkürler.

  2. Merhum birçok kitabı ezberlemiş cihan çapında asrının güneşi denmeyi hak etmiş bir alimi hakiki

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.