Hainlerin tuzakları bitmez…

Sivil hayatta öğretmendik fakat artık yeni baştan öğrenci olmuştuk. Saat 9:00 olunca hemen çantamızı koltuğumuzun altına alarak, sınıflarımıza derse koşuyorduk. Derse giren hocalarımızın hepsi de rütbeli komutanlardı ve bize; “Arkadaşlar, dersleri iyice dinleyip, not alın sınavlardan geçemeyen olursa, yılsonunda onları öğretmen değil de er olarak kıtaya gönderebiliriz” diye korku salıyorlardı.

Derslerinizin çoğunluğu muhabere ile yani haberleşme ile ilgili olduğundan Amerika’dan bize gönderilen haberleşme cihazlarının prototipleri sınıflarda mevcuttu. Hocamız cihazı alır, işlevinin ne işe yaradığını, parçalarını ve parça isimleri dâhil en ince ayrıntısına kadar anlatır, şekillerini de tahtaya çizerdi, biz de yazılanları önümüzdeki deftere not alırdık.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Ne oyunlar vardı

Amerika 60’lı ve 70’li yıllarda, Vietnam’da girdiği savaşta başarısız olunca, kullanılmış tanklarını Nato yardımı diye Türkiye’ye hibe olarak verdi. Türkiye kendi silahlarını tankını topunu üretmesin diye bizi uyutmaya kendi aklınca devam ediyordu. Mamak’ta yedek subay öğrenciyken bir Yarbay hocamız derste şöyle bir şey anlatmıştı:

“Bu yardım tanklarını taşıyan Amerikan gemilerinden birisi Gölcük Limanı’ndan tankları karaya boşaltırken, tankın bir tanesi denize düşmüş. Amerika tankları bize bedava hibe olarak verdiği için, denize düşen tankı çıkarmak bayağı bir maliyetli olacağından askeri yetkililer ‘acaba çıkarsak mı çıkarmasak mı’ diye tereddüt etmişler. Olayın trajikomik yanı böyle. Limana yanaşacak olan gemileri engellemesin diye vinç çağırarak tankı düştüğü yerden zorda olsa çıkarmışlar.”

Mamak’ta olduğumuz dönemde, Aselsan’da askeri bir telsiz imal edilmişti ve derslerde muhabereci olduğumuz için hocalarımız bize tanıtıyordu. Örneğin telsiz ormanda arandığında çalarken kurbağa sesi, çekirge ya da kuş sesi çıkartarak düşmanları yanıltabilme özelliğine sahipmiş. Ayrıca dışı plastik bir maddeyle kaplı olduğu için, yere ya da beton bir zemine düştüğünde kırılmama özelliğine sahipmiş. Anlayacağınız özellikleri anlata anlata bitmiyordu, fakat altı üstü bir telsiz üretebilmiştik. Bunları aradan geçen 30 küsur seneden sonra bugünle kıyaslanması için anlatmaya çalışıyorum. 

Köstek oldular

Burada bir parantez açıp bazı önemli konulara girmek istiyorum. 1983 seçimlerini Turgut Özal kazanmış ve başbakan olup, kabinesini kurduktan hemen sonra da kolları sıvayıp, ülkeyi içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarmak için hızla çalışmaya başlamıştı. Öncelikle sanayici ve iş adamlarını bir araya getirip, onlara herkesin elini taşın altına sokması gerektiğini ve bu ülke için yapacaklarının en güzelini yapmaları gerektiğini üstüne basa basa söylemişti.

Ülkemiz insanları ne zaman topluca bir kalkınma hamlesi başlattıysa, sanki gizli bir el; “Hayır sen bu kadar ileri gitme, bunları yapamazsın” diyerek aşağı çekiyordu. Ülke içine yuvalanmış olan gizli istihbarat ve servis ajanları bir anda ortaya çıkarak ya faili meçhul suikastlar başlıyor ya da üniversite öğrencileri, askerler ve yüksek yargı mensubu hâkimler sokağa dökülerek, “istemezük” deyip, ülkeyi yangın yerine çevriliyordu. 

Amerika her zaman bize köstek olmak istedi. Ne zaman kendi silahımız ve savaş aletlerimizi yapmaya kalksak Nato üyesi olduğumuz için, Amerika bize lisan-ı haliyle; “Bakın sizler, bu cihazları yapmaya kalkmayın, bunlar çok maliyetli ve zaman ister, sizler hayvancılıkla, çiftçilikle uğraşsanız yeter, ihtiyaç duyduğunuz silahları ben size satarak ihtiyacınızı gideririm” demek istiyordu

Ülkemizin her köşesinde istisnasız, dershane ve okullar açarak örgütlenmiş olan Fetö bugün ortaya çıkan bilgiler ışığında, meğer 1964 yılında Amerikan istihbaratı tarafından ele geçirilerek satın alınmış. Bunları ben söylemiyorum, soruları çalıp sınava sokarak köşe başlarına yerleştirdiği, sonra da emniyet tarafından yakalanıp, derdest olan bazı kişiler pişmanlık duyarak, itirafçı olup kendileri anlatıyorlar.

Hani bir tekerleme vardır; “Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik” diye. İşte bu gibi yapılar yüzünden dönüp baktık ki bir arpa boyu dahi yol alamamışız, olduğumuz yerde sayıp duruyoruz. Bir tarafta bizden görünerek yıllarca devletin en gizli mahrem noktalarını ele geçirip, kılcal damarlarına yerleşmiş olan Feto belası, diğer tarata alfabenin bütün harfleri ile sayabileceğimiz kadar terör belası. Dolayısıyla ülkenin ileri gitmemesi için bütün tuzaklar önümüze kurulmuş.

Darbe girişimi

Bizdenmiş gibi görünerek, devletin bütün kademelerine özellikle de askeri kadrolara gizlice ve haince sızmış olan bu örgüt, aradan geçen 50 yıldan fazla zaman içinde, artık yeterli kadroya ulaştıklarına karar vermiş olacaklar ki 15 Temmuz 2016 Cuma günü, devleti tamamıyla teslim almaya karar verip, ihtilale başvurmuştur. Bu tip askeri kalkışmalar genellikle gece yarısından sonra saat 03:00 dolaylarında herkesin uykuya ve dinlenmeye çekildiği bir saatte yapılır ki sabah kalkıldığında artık bütün işgal etmeleri gereken noktaları ele geçirip, devleti teslim almak daha kolay olabilsin.

Fakat ne hikmetse o akşam Allah bunları şaşırttı. Akşam saat 9:00’dan sonra Ankara’nın ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde savaş uçaklarını alçaktan uçurmaya başladılar. Seçime girip halkın oylarıyla ilk defa cumhurbaşkanı seçilen Sayın Recep Tayyip Erdoğan o akşam Ankara’da değildi. Birkaç gün tatil yapıp dinlenebilmek için, ailesi ile birlikte hatta damadı Berat Albayrak ve torunlarını da alarak Muğla Marmaris’te bulunmaktaydı. 

Akşam bazı şeylerin ülkede ters gittiğini anlayan Sayın Cumhurbaşkanı, tatilini yarıda keserek önce bulunduğu otelden helikopterle Dalaman Havaalanı’na sonra da makam uçağına binip, İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. Hain örgüt ise seçmiş oldukları keskin nişancı timi ile birlikte Cumhurbaşkanı’nı infaz edip, öldürmek üzere helikopterle İzmir’den yola çıkmışlardı. Hainlerin helikopteri, otele inmeden yaklaşık 15 dakika önce cumhurbaşkanı ailesiyle birlikte oradan ayrılmıştı.

Öldürücü Tim, Cumhurbaşkanı’nın hala otelde olduğunu zannederek, gizlice oteli kuşatıp, çatışmaya girmişler ve hatta birkaç tane koruma polisini öldürmüşlerdi. Cumhurbaşkanının otelde olmayıp ayrıldığını fark eden gözü dönmüş örgüt mensupları, adamlarıyla irtibat kurup bu sefer de savaş uçaklarıyla Cumhurbaşkanımızı havada öldürmeyi denemişler, fakat bunda da muvaffak olamamışlardı.

İlerleyen saatlerde, örgütün başkentte merkezi olarak seçtiği Akıncılar Hava Üssünden kalkan uçak ve helikopterler Ankara’nın önemli yerlerini bombalamaya başlamışlardı bile. Uçak ve helikopterler, Ankara’nın önemli merkezlerini özellikle Gölbaşı Özel Harekât merkezini ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni hedef alıyorlardı.

Halka seslendi

Uçağın rotasını ve uçuş kodunu değiştirerek İstanbul’a doğru yol alan Cumhurbaşkanı, uçaktan CNN Türk televizyonunda canlı programa telefonla bağlanarak; “Ben halkın gücünden başka, bu ülkede güç tanımıyorum, halkıma sesleniyorum, lütfen sokaklara çıkıp meydanları, caddeleri doldurun” demişti.  Cumhurbaşkanının sesini duyan insanlar, evlerinden çıkarak, bütün cadde ve sokakları doldurmaya başlamıştı. Örgüt mensupları Cumhurbaşkanı uçağının İstanbul Atatürk Havalimanı’na ineceğini öğrenmişler ve havaalanı kulesini ele geçirmeye çalışmışlardı. Polislerle çatışmaya giren hainler burada da başarılı olamamışlar ve gece yarısına doğru Cumhurbaşkanının uçağı havaalanına inmeyi başarmıştı.

İstanbul birinci boğaz köprüsünün her iki yanını, tanklarla kapatarak trafiği durdurup tertip alan örgüt mensupları Ankara’da çok da başarılı olamamışlardı. Dönemin Ankara Büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek Bey’in talimatıyla, belediyeye ait iş makinaları ve araçlar, zırhlı birliklerden tank ve askeri araçların dışarı çıkmasını önlemek için kapılara barikat kurarak kapatmışlardı. Bütün Türkiye’de sokağa çıkan insanlar ölümüne, tankların önünü kesip, altına yatarak mücadele verdiğini gören örgüt mensupları, bu işi başaramayacaklarını anlayıp sabaha doğru teker teker teslim olmaya başladılar. 

İnsanımızın pratik zekâsı ile gerçekten başa çıkılması mümkün değildir. Mesela, Ankara’da sokağa çıkan vatandaşlardan birisi üzerindeki atlet ve gömleğini çıkarıp yanından geçen tankın egzoz borusuna sokmuş, içeriye sızan egzoz gazından boğulmamak için tankın şoförü asker, can havliyle kendisini dışarı atmış, böylece tankın çalışamamasına vesile olmuştu.

O gece başladıkları kalkışmada şayet başarıya ulaşabilselerdi, Amerika Pensilvanya’da bulunan örgüt liderini, daha büyük bir karşılama ve törenle Türkiye’ye davet ederek, ülkeyi kendisine teslim edecekti. Halkımızın, ülkesine, bayrağına ve cumhurbaşkanına canla başla sahip çıkmasıyla birlikte, evdeki hesap çarşıya uymamış ve bir kez daha hamdolsun başaramamışlardı. Üst akıl denilen Amerika ve yandaşlarının yıllarca emek verip, istihbarat ajanları tarafından eğitilerek, başımıza bela edilen ve uygulamaya sokulan bir askeri ihtilal ilk defa halkın karşı çıkmasıyla başarısız olmuştu.

İhtilal başarıya ulaşmış olsaydı, Orta Doğu’da Irak ve Suriye’den sonra, ülkemizde iç savaşa sürüklenerek, üçüncü bir bataklık ortamı oluşturulmuş olacaktı. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, internetteki o geceki görüntülere veya yazılı ve basılı matbuata, kitaplara, gazetelere müracaat edebilirler. Daha fazla uzatmadan burada parantezi kapatarak tekrar Mamak Muhabere Okulu’ndaki derslerime dönmek istiyorum.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.