Şerafettin amca kimlere yetişmemiş ki…

Erzurumlu Şerafettin Tübu Amca, 1956’da şeyhi Alvarlı Efe Hazretleri vefat ettikten sonra İstanbul’a taşınır. İstanbul’a taşınmadan önce de zaman zaman İstanbul’a iş amacıyla gelmiştir. Daha önce Gemlik iskelesinin yapımında da çalışan Şerafettin Amca, İstanbul’a geldiğinde de çeşitli inşaatlarda işçilik yapmıştır. 1937 doğumlu olan Şerafettin Amca’nın o günlerden bahsederken; “Beş torba çimentoyu rahat götürüyordum” demesine bakılırsa güçlü kuvvetli bir gençtir. 

Şerafettin Amcamız ile daha önce yanında yetiştiği Alvarlı Efe Hazretlerini konuşmuştuk. Şimdi de Şerafettin Amca ile İstanbul günlerini konuştuk. Bize görme imkânı bulduğu büyük zatlardan bahsetti.

Şerafettin Amca oruç halinle seni biraz daha yoracağız. Bize İstanbul’da tanıdığın zatlardan bahsedersen çok memnun oluruz. Bediüzzaman’dan başlayalım isterseniz.

Fatih’te İstanbul sokağın içinde medreseler var. Orada Erzurumlu Süleyman Efendi diye bir zat varmış, Ben ona yetişmedim. Bediüzzaman evvelden onu ziyarete gelirmiş. O zat çok âlim bir zatmış. Zahir ulemasıymış. O vefat ettikten sonra oranın işlerine Hüseyin Efendi diye biri bakıyordu. 1950’li yılların o ortalarında ben oraya zaman zaman giderdim. Bir seferinde Fatih Camii’nde namazımı kılıp oraya gittim. Onlar da namazı kılmışlar, medresenin bahçesine çıkmışlar. Baktım ki bir adamın etrafına toplanmışlar, benim gibi sakallılar onun elini öpüyor. O zat Bediüzzaman’mış…

Bediüzzaman elini öptürüyor muydu?

Tabiii… Ben elini öptükten sonra bırakmadı, dua etti. Herkes ona hürmet ediyordu. Konuşmaya başlayınca ben zannettim ki bu adam peygamberdir. Sonra kendi kendime dedim ki peygamber bir daha gelmeyecek, bu olsa olsa İstanbul valisidir. (Şerafettin Amca’nın bu sözlerini onun o yıllarda Erzurum’un bir köyünden gelen saf ve temiz bir delikanlı olduğunu unutmayarak değerlendirelim. A. B.)

Sarığı cübbesi yok muydu?

Yoktu, lacivert bir ceket gibi bir şeyi vardı. Başında da Bulgarlar saçlarına örtüyor ya, takke gibi bir şey vardı. (Zannedersem Şerafettin Amca keçe külahı kastediyor. A.B.)

Ne anlattı Bediüzzaman?

Kitaplarında ne yazıyorsa onları anlattı. Sonra oradan ayrıldı. Biz de içeriye geçtik. Orayı idare eden Hüseyin Efendi bana; “Sen bu zatı tanıyor musun?” dedi. Ben de “yok” dedim. “Bu zat sizin o taraflardandır, Said-i Kürdi derler” dedi. O zaman onun Bediüzzaman olduğunu öğrendim. O günden sonra ben onun kitaplarından alıyordum, köye götürüyordum. Altmış darbesinden sonra köydeki evimizi aramışlar, camın önünde eski yazıyla yazılmış Küçük Sözler vardı; onu bulmuşlar. Biz çayırdaydık o vakit… Gelince dediler ki savcılığa gideceksiniz, sizi çağırıyorlar. O zaman bazı akrabalar, “Ula oğlum ne işin var bu kitaplarla, başını belaya sokuyorsun” demişlerdi. Savcıya gittik. “Ne yazıyor bu kitapta, oku bakalım” dedi. “Bismillah her hayrın başıdır” diye okumaya başladım. “Tamam, tamam” dedi, bizi serbest bıraktı.

Şerafettin Amca, İskenderpaşa’ya da gider miydin?

İskenderpaşa’ya Mehmed Zahid Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri oluyordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyormuş, öyle diyorlar… Bana bir seferinde dedi ki: “Sahabe-i Kiram’dan Şerafettin var, Allah seni ona bağışlasın.” Sonra; “Arkadaşlarının ismi ne?” dedi. “Biri Ali, biri İbrahim” dedim. “Allah onu İbrahim aleyhis selam’a bağışlasın, onu da Ali Efendimize bağışlasın” diye dua etti.

Bir gün biz caminin yanındaki sohbet odasında Zahid Koku Efendi’nin yanındayken Erbakan HocaKorkut Özal, bir de Süleyman Arif Emre geldi. Efendi yanındakileri hiç görmedi: “Necmettin Bey şöyle buyurun koltuğa” dedi. O geldi ama koltuğa oturmadı, bir saate yakın bir zaman yerde diz üstü oturdu. Zahid Efendi o zaman Erbakan Hoca’ya çokça dua etti. “Her zaman Allah’a tabi olun” dedi.

Esad Coşan Hocamızı da gördün mü?

Esad Coşan Hoca’yı çok dinledim. O zaman hem Ankara’da üniversitede hocaydı hem de belli günlerde İskenderpaşa’da sohbet ediyordu. Bir seferinde bir soru sordum ona. Hani dua okuyoruz, tespihe üflüyoruz ya… “Bu doğru mu” dedim. O da, “Oku da tespihe üfleme, vücuduna üfle” dedi; doğrusu buymuş. Babası Halil Necati Amca vardı, o da çok mübarek bir adamdı. Esad Hoca’nın cenazesinde Erbakan Hoca onun elinden öpmüştü.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin vaazlarına da gider miydiniz?

Süleyman Efendi’nin de çok elini öptüm. Uzun boylu heybetli bir zattı. Osmanlı hanedanına benziyordu. O “aziz olun” diye çok dua ederdi. Beyazıt’ta, Süleymaniye’de, diğer merkez camilerde vaaz ederdi. Ben onun vaazlarını hiç kaçırmazdım. İlk defa onu Beyazıt’ta dinledim, o gün çok ağladım. Çıktı kürsüye, tabi her halinden belliydi ne olduğu… Diyanet o yıllarda ona karşıydı. Müftülerin, hocaların onunla pek araları yoktu. O kürsüye çıkınca hocalar öyle bağıra bağıra Kur’an okumaya başladılar ki göreceksin. Köşelerden nasıl bağıra bağıra okuyorlar. Konuşturmak istemiyorlardı, protesto ediyorlardı yani… Ben o zamanlar gençtim, sinir oldum onlara… Bir işaret gelse gidip boyunlarına binecektim. Onun sevenleri de çok kızmıştı o gün…

Mübarek Süleyman Efendi kürsüden ellerini kaldırarak; “Hafız kardeşlerden Allah razı olsun, ben size dua ediyorum” deyince onlar da sustular. Sonra sohbete başladı. Dedi ki: “Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış fileler; hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem de yetim görüyor onu, ‘tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan’ diyor.” Bunu duyunca beni bir ağlama aldı. Mendilim de yoktu… Birinden aldım. Sonra katladım, geri verdim, almadı; “koy cebine” dedi.

Muzaffer Ozak Efendi ile de görüştünüz mü?

Muzaffer Ozak’la Nurettin Efendi dergâhında görüşüyorduk. Orada Peygamber Efendimizin kokusu var aynı… Rahmetli hanımımla bütün ziyaretleri gezerdik. Hırka-i Şerif Camii’nde hırkayı ziyaret etmiştik. Hiç koku sürmezlermiş hırkaya… Peygamber Efendimizin kendi kokusuymuş o… Sonra oradan ayrıldık, oraya yakın olan Nurettin dergâhına gittik. Bir baktık ki aynı koku orada da var. Hatta bizim kızlar dedi ki: ”Baba bak aynı koku…” Ben de dedim ki: “Kızım ben de kokuyu aldım da demedim size…”

Nasıl bir zattı Muzaffer Efendi?

O, sohbetlerinde hep tarikattan anlatırdı. Onların bağlıları Ankara’da çoktur. Bir gün biz dergâha gitmiştik ailecek. Mübarek, saat onda geldi, oradakilere hal hatır sordu, kadınlarla da konuşuyordu, “Ayşe Hanım nasılsın?” falan diyordu. Tabi hep Hoca’yı tanıyan kişiler… Bizimkiler huylandılar, geri döndüler, ben de onlarla döndüm gittim. Bugün hâlâ o pişmanlık var bende. Bizimkiler anlamıyorlar tabi onun mübarek zat olduğunu. Yirmi kişi gelmiş Amerika’dan, Muzaffer Hoca’yla görüşmüşler, Müslüman olmuşlar. Hep duyuyorduk böyle şeyler. (Şerafettin Amcamızın rahmetli hanımı çarşaflı bir Erzurumlu annemiz olduğu için bu zatın kadınlarla konuşmasını yadırgamışlar. Eskiden Erzurum hanımları, çok utangaç ve çekingen olurlarmış. Allah gani gani rahmet etsin onlara… A. B.)

Sami Ramazanoğlu Efendimiz ile olan münasebetlerinizi anlatır mısınız?

Tahtakale’de Niğdeli Mustafa Efendi vardı, ay gibi güzel bir adamdı, nuraniydi… Senin gömleğin gibi bembeyazdı. Bir yerde arkadaşlara soruyordum; “Sami Efendi’yi nerde görebiliriz” diye… Bana Mustafa Efendi’yi tarif ettiler. Dedim ki; “Ben onu tanıyorum, ben ondan alüminyum alıyorum.” Sami Efendi onun defterlerini tutuyor, geçimi sağlıyormuş. Bunun üzerine Mustafa Efendi’nin yanına gittim. Selamun aleyküm, aleyküm selam… Mübarek adamdı Mustafa Efendi… “Şerafettin’e bakın, bekletmeyin onu” dedi… Ben dedim; “Bir şey istemiyorum…” O da, “Ziyarete mi geldin?” dedi… “Evet, Efendi Hazretlerini ziyaret edeceğim” dedim. “Olur, müsait bir zamanda gel görüştürelim” dedi. “Tamam” dedim, tam çıkacakken ayağımı atmadan basmış zile; “O adamı getirin görüşelim” demiş.

Demek ki sizi yukarıdan gördü.

Ben onu görmedim, o beni nerden görecek. Gördüğü yok… Keşif ehli ya… Zile basınca herkes paniğe kapıldı hemen… Demir döner merdiven var, oradan çıktım. Baktım orada ufak bir masa, masanın başında zayıf bir adam… Seyrek sakallı ama Allah’ın nuru, melaikesi, insanlıktan çıkmış… Zaten Hakk’a tabi olanlar melekleri geçiyorlar. Epeyce sohbet ettik. Çok şeyler sordu, hep cevap verdim. “Nerelisin, Erzurum’da kimi tanıyorsun” diye hep sordu… Sonra “Her vaktin oldukça gel buraya tamam mı?” dedi. “Tamam Efendim” dedim. O günden sonra ya o dükkâna bir şey almaya gittiğimde ya da Rüstem Paşa Camii’nde mutlaka görüşüyorduk. Rüstem Paşa’da kılardı namazlarını. Sonra hanımı öldükten sonra Erenköy’de kızının yanına gitti karşıya…

Ondan sonra görüşemediniz mi?

Ondan sonra da görüştük. Bir gün Kurban bayramıydı, ikinci gününde oraya gittik. Kalabalıktı evinin önü, kırk kişi elli kişi vardı… Evin önündeyiz, Allah rahmet etsin bir damadı vardı Ömer Kirazoğlu; mübarek celalli meşrepliydi. Bize dedi ki; “Ya ne anlamaz insanlarsınız, polis bekliyor orada; bu ne görüşmesi?” Ben dedim ki; “Efendim, Sami Efendi bana emir buyurmuştur, her vaktin olduğunda gel demiştir. Bugün bayramdır, görmek istiyoruz.” Hiç ses etmedi. “Gelin” dedi. Gittik kapının önüne, on kişi on kişi içeri girdik bayramlaştık.

Ömer Kirazoğlu, “Elini öpmeyin, musafaha edin geçin” dedi. Öpmez miyim, içini, dışını iyice öptüm… Hal hatır sordum… “Gideceğim Medine-yi Münevvere’ye daha gelmeyeceğim” dedi. Sonra bir iki sene sonra Medine’de vefat etti. Ömer Bey de gitti, o da orada vefat etti. Ömer Bey’in babası Ahmet Kirazoğlu’nu görmedim ama onun resmi var bende; o da büyük bir evliyaullahmış, hem de âlim biriymiş…

Allah razı olsun Şerafettin Amca… Seni daha fazla yormayalım.

Allah bizi bu güzel insanların yolundan ayırmasın.

Aydın Başar/ Dunyabizim/ 2011

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.