Allah’la barışık düzen

Mesnevi’de anlatılan fil hikâyesinde, fil hakkında gözü kapalı yorum yapanların onu hortum veya dişten ibaret sandıkları anlatılır. Bugün birileri bu hikâyedekine benzer bir tavırla İslam’ın ne olduğu konusunda fikir yürütüyorlar.

Onun “sistem” ve “hukuk” alanına bakan yönlerini görmezden gelerek, onu salt ahlak öğretisi olarak göstermeye çalışıyorlar. Böylece “işine geldiği kadarına vurgu yapan” bir din anlayışının tuğlaları dizilmiş oluyor. Bir nevi onu sadece ahlakî bir doktrin seviyesine düşürerek Hıristiyanlığa benzetmeye çalışıyorlar.

İslam’ın muhtevası içerisinde bulunan bazı konulara kimse girmek istemiyor. Kim ne yapacaksa putları yıkmadan, katırları ürkütmeden yapmaya çalışıyor. İslam’ın hukuk ve düzen alanındaki öğretilerinden bahsederek kimse kimsenin ağzının tadını kaçırmıyor.

Allah’ın hükümleri

Yüce Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin, fasıkların, kâfirlerin ve münafıkların ta kendileri olduklarını bildiren Kur’an ayetleri (Bkz; Maide 44) görmezden geliniyor ve hutbe ve vaazlarda zikredilmiyor. Dolayısıyla camiler bizi Kur’an’ın bu ayete taalluk eden alanlarda söz söylediği ve Müslümanlara sorumluluklar yüklediği gerçeği ile yüz yüze getirmiyor. Sanki Müslümanların böyle bir meselesi yokmuş gibi davranılıyor.

Bu tür meseleleri gündeme getirmek isteyenler ise soğuk bakışlar ve bir tür psikolojik baskı ile karşılaşıyor. Bu gerçekleri dile getirenler her zaman “garip” ve “yalnız” kalmaya mahkûm ediliyor. Oysa Cenab-ı Allah celle celalüh Bakara Suresi’nin 159. ayetinde Allah’ın apaçık dinini ve hidayet yolunu gizleyenlere Allah’ın lanet edeceğini bildiriyor. Bu ayet-i kerimeden dinin hakikatlerini gizlemenin çok ciddi bir yaptırımı olduğu anlaşılıyor.

Referans meselesi

Biz İslam’ın hiçbir kısmını gizlemeden ona bütüncül bir şekilde yaklaşmamız gerektiğine inanıyoruz. Allah’ın dininden bir bütün olarak bahsedeceksek ya da Allah’la barışık düzenden söz edeceksek, işe önce referansımızı net bir şekilde ortaya koymakla başlamalıyız. Müslüman’ın referansı kuşkusuz ki her alanda tartışmasız Kur’an ve Sünnet’tir.

İslam’a göre Kur’an ve Sünnet ayrılmaz bir bütündür. Nitekim Yüce Allah hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın yolu ile resullerin yolunu farklı göstermek isteyenlerin kâfir olduğunu bildirmiştir. (Bkz; Nisa 150,151) Peygamber-i Zişan Efendimiz sallellahü aleyhi ve selem ise Sünnet’inden yüz çevirenler için; “Bizden değildir” (Bkz. Buhari, Nikâh; Müslim, Nikâh, 5) ifadesini kullanarak bu konuda son noktayı koymuştur.

Dolayısıyla ahlak alanında da hukukta da ferdî alanda da içtimai alanda referansımız Kur’an ve Sünnet’tir. Fakat ne yazık ki her alanda bunu ön plana çıkartamıyoruz. Ferdî ve içtimai hayatımızda hatta siyasi ve ekonomik hayatımıza şekil vermesi gereken bir İslam Hukuku’ndan bahsedeceğimiz yerde kendimize referans olarak nedense başka kavramlar arıyoruz. Hata şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki bu alanlarda söz söyleyen birçok kesim; “demokrasi” kelimesini kullanmayı tercih ediyor.

Bugün maalesef hayatımızı tanımladığımız en önemli kelimeler; “İslam, Sünnet ve fıkıh” gibi kelimeler değil “demokrasi” kelimesi olmuştur. Mesela adaletli bir yönetimden bahsedenler, adaletli yönetimin İslam hukukuna uygun yönetim olduğunu söyleyecekleri yerde ısrarla “demokrasi” kelimesini kullanarak cümlelerine başlıyorlar.

Müslüman yazarçizerlerin yazdıklarına bakarak bile bunu anlayabilirsiniz. En çok dindar olduğunu düşündüklerimiz bile “demokrasi” kelimesinin büyüsünden kendilerini kurtarabilmiş değiller. Bu konuyu basit bir meseleymiş gibi geçiştirip bir tarafa atamayız. Bir konuya olan bakış açımız neyi referans kabul ettiğimize göre değişir. Demokrasi, laiklik ve benzeri kavramları referans olarak kabul ediyorsak ulaştığımız sonuçlar farklı; Kur’anî kavramlardan yola çıkıyorsak ulaştığımız sonuçlar farklı olacaktır. Her iki kanalı kıyaslamamızın bir mahzuru yoktur çünkü her iki referans noktasından yola çıkan insanlar da “toplum” ortak noktasında buluşurlar. Yani din de din dışı felsefeler de bize toplumla ilgili ilkeler verir. Bu nedenle yolları bir yerde mutlaka kesişir.

Modern belamlar

Burada biz hangisini referans kabul etmeliyiz? Demokrasi ve laiklik gibi kavramlar bizi “Allah’la barışık bir düzen”e götürürler mi mesela? Eğer öyleyse bu kavramların başımızın üstünde yeri var. Fakat ya götürmezlerse? O zaman da din ve laiklik sentezleri yapmaya, demokrasi nutukları atmaya devam mı edeceğiz?

Bırakın İslam’ı, demokrasi ve laiklik gibi kavramlarla bağdaştırmayı, bu kavramların İslam’a ait kavramlar olduğunu iddia edenler bile var. Modern Belamlar diye ifade edebileceğimiz zümre bu kavramların içselleştirilmesi için az uğraşmadılar. Ve hatta batılılaşmaya ve modernizme sözde karşı olduklarını ifade eden bazı cemaatler de gazete ve televizyon yayınları ile bu kavramların içselleştirilmesine hizmet etti.

Bütün bunlar Allah’la barışık bir düzen içinde olmadığımız için başımıza geldi. Şayet Allah’la barışık bir düzenin içinde olsaydık kimse bu yabancı kavramları kullanma ihtiyacını hissetmeyecekti. Tıpkı bin küsur sene hissetmediğimiz gibi…

Karşımızdaki yoğun “sentezleme” rüzgârına ve demokrasi havarilerinin yoğun propagandalarına karşı bütün bunları söylemek ve Allah’la barışık bir düzenden bahsetmek bugün hakikaten çok zor bir hal aldı. Günümüz koşullarına göre İslamî kılıflara sokulmuş ancak hiç de İslamî olmayan fikirleri paylaşıp takdir toplamak varken Allah’la barışık bir düzeni anlatmak ahir zamanın sarp yokuşlarından birisi olsa gerek…

Kuşkusuz bu iş İslam’ın “son kalesi” olmayı her türlü dünyevi refaha tercih eden ve zincir kabul etmeyen hür yüreklerin işidir. Bozuk bir düzenden kaçarak bir mağaraya sığınan gençlerin hikâyesinin anlatıldığı Eshab-ı Kehf kıssası bugün bizim için bir ibret vesikasıdır. Kıssada bahsedilen gençler kalben ve zihnen zulüm düzeninden soyutlanarak mağaraya sığınmışlardır.

Onlar da reel politik veya konjonktürü hesaba katarak ılımlı bir din modeli inşa edebilirlerdi. Bütün kavramların içini boşaltıp onlara ılımlı anlamlar yükleyebilirlerdi. Böylece fincancı katırlarını ürkütmez, başlarına da bela almazlardı. Ancak onlar kirli kavramların dünyasından, kendi temiz kavramlarının mağarasına sığındılar. Bugün Eshab-ı Kehf’i anlamayı başaramazsak, Allah korusun İslam’ın ideallerini bir masal, bir hikâye, bir ütopya gibi algılama hastalığına yakalanırız.

İslam bireysel bir arınma değildir

İslam’ın idealleri dedik. Nedir İslam’ın idealleri? İslam bireysel bir arınma dini olmadığına göre bu ideallerden bir tanesi de ilahi hikmete dayanan adalet devletini inşa etmektir. Fakat bugün Müslümanlar kendi yönetim ve hukuk alanları ilgili bir takım konulara girememektedir. Hiçbir zaman Müslüman kimliğini önceleyen bir tarzda düzen ve hukuk alanında konuşamamaktadır. İşte zorba zihniyetin Müslümanlara layık gördüğü konum budur.

Üstelik de barbarca birbirini katleden psikopatların hayatı kana buladığı böyle bir dünyanın İslam hukukuna olan ihtiyacı ekmek ve su ihtiyacı kadar önemlidir. Böyle bir ortamda düzen ve hukuk alanlarında kendi köklerimizden beslenmekten bahsedecek olursak çok büyük bir suç işlemiş oluruz. Fakat “falanca ecnebi devletin hukukunu getirelim” dediğinizde sizden iyisi olmayacaktır. Kuşkusuz ki Müslümanların taleplerinin bir takım çıkar çevreleriyle çatışması kaçınılmazdır. Buna karşın uzanıp almadığımız müddetçe kimsenin bize bir şeyleri hediye etmeyeceğini de artık fark etmeliyiz.

Müslüman icracıdır

Hayat denilen mefhum talepler ve gayretler olmaksızın ancak bir çeşit köleliğe razı olmaktır. Bu tür bir kölelikte benimle ilgili konuları bile başkasının benim adıma konuşması ve benim adıma karar alması söz konusudur. Müslüman böylesine edilgen olmayı ve silik kalmayı kendisine layık göremez, görmemelidir de…

Müslümanlar açısından bir zillet de şudur ki referans meselesinin önemini bir türlü kavrayamayan Müslümanlar, her meseleye batılılar gibi insan hakları ve özgürlükler bağlamında yaklaşmak durumunda olduklarını zannediyorlar. Oysa “inanç” merkezli hayata bakması gereken Müslümanlar, konuşulması gereken yerde konuşmanın bir “insan hakkı” olmanın da ötesinde dinimizin bir vecibesi olduğunu idrak etmeliler.

İslam sosyal olarak yaşanan bir dindir. Müslüman kendisini toplumsal meselelere müdahil hissedebildiği oranda ideal anlamda Müslümanlığını gerçekleştirir. İslam’ı birtakım ruhban anlayışlarla yorumlayamayacağımıza göre onun sosyal/içtimai hedeflerini inkâr etmenin de bir mantığı olamaz.

İslam bir mücadele ister

Kur’an ve Sünnet, zulmü engelleme ve adaleti ikame etme görevini Müslüman’a yüklemiş ve ondan gücü nispetinde zulme eliyle, diliyle ve kalbiyle müdahil olmasını istemiştir. Kur’an ve Sünnet’in Müslümanlar için çizdiği bir yol haritası ve gösterdiği bir ufuk söz konusu…

Kur’an ve Sünnet, insan ve toplum hayatını ilgilendiren her konuda zaman ve mekândan bağımsız olarak söz söylemeye devam ediyor. Her çağda Müslüman’ın mükellef kılındığı toplumsal vazifeler olmuştur. Onun bu vazifeleri yapabilmesi için de düzen ve hukuk alanlarında talepleri olacaktır da.

İslam, Müslüman’dan toplumsal hayatın başrolünde oynamasını ve ahlaktan hukuka kadar hemen her türlü alanda söz söyleyebilecek yetkinliğe ulaşmasını bekler. Başrolde Müslüman’ın olması demek, hakkın adaletin ikame edilmesi demektir. “Hakkın gelmesi, adaletin ikame edilmesi” gibi idealler de nostaljik hevesler değil, insanlığın hasret kaldığı yüce hedeflerdir. Ve bu konular müteahhitleşen mücahidler kötü örneğinden yola çıkılarak hafife alınamaz.

Kitaplı Hukuk Sistemi yazısını okumak için lütfen buyurunuz.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir yorum

  1. Teşekkürler. Tebrikler. Mevlam razı olsun. Altına imzamı atıyorum. Tek kelimeyle mükemmel bir YAZI…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.