Ali Tantavi’nin nefis yazısı…

Her sene, Ali Tantavi’nin otuz, kırk ve elli yaşlarında yazdığı nefis muhasebesi makalelerini doğum günümde okurum. Bu sene elli yaşımı tamamladığım için, Tantavi’nin ellisini aşınca yazdığı makaleyi çevirmek istedim. Tantavi, çevirisini sunduğumuz makalesini kaleme aldığı yıllarda Suriye Temyiz Mahkemesi reisi idi. Makaleyi okurken bu hususun da dikkate alınması, bazı noktaların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Mütercim: Cemal A. Aydın  

Ellisinden Sonra

(1959’da neşredildi.)

Takvime baktım ve bugün (23 Cemaziyülahir 1379) kameri hesapla elli iki yaşımı tamamladığımı gördüm. Şöyle bir an durup şu geçen yıllarıma baktım. Bu günüme ve dünüme…  Yolun sonunda ne olacağını görmek için başımı bir ileriye çevirip baktım, geçen bu yolculuktan ne kazandığımı görmek için bir de geriye…

Tıpkı bir tüccarın senenin sonunda defterlerini gözden geçirip, hesap kitap yaparak ne kadar kâr ne kadar zarar ettiğini görmek için oturup düşündüğü gibi…

Yolcularının aklını kaçırıp bir sağa bir sola koşturarak nerden geldiklerini ve nereye gittiklerini bilmeyen, ancak yorgunluktan bîtap düşüp ölü gibi uykuya teslim olunca durağanlaşan kervan gibi durdum.

Hayat yolunda koşarken biz de böyleyiz. Deliler gibi yarışıyoruz. Ama ne diye yarıştığımızı bilmiyoruz. Sabah gözlerimizi açtığımız andan ta gece uyku kapayana kadar kendimize bakıp, nereden geldik, varışımız nereye diye düşünmek dışında her şeyi yapıyoruz.

İşte ben de defterlerimi çıkarıp baktım. Ne istemişim ne almışım bir göreyim dedim.

Edebiyatta şan şöhret sahibi olmak istedim. Ona ulaşmak için elimden geleni yaptım. Gözümün nurunu kitap okuyarak tükettim. Ömrüm bununla geçti. Upuzun gecelerimi kitap okumaya sarfettim. Hatta öğrenci iken öyle kitaplar okumuşumdur ki bugün kimi edebiyatçı yazarlar o kitaplara bir kere bile açıp bakmamışlardır! Elimden tutup bana yolumu gösterecek bir üstat da yoktu.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı manzara-hatiralarin-izinde-hatira-arsivi-anilar-gecidi-irfandunyamizali.jpg

Hocalarımdan da yazı üslubuna sahip, tarzını benimsemem için etki edecek kimse yoktu. Hitabette de tecrübeli, kendi söz söyleme tarzı olup bana kendi üslubunu ve yöntemini öğretecek bir hocam olmadı. Okuyucularımın bana atıfla “onun yazma tarzı”, dinleyicilerimin de “onun konuşma tarzı” dedikleri şeyi, kendim kazanmadığımı, Allah’ın bahşettiği bir şey olduğunu düşünüyorum. Bildiğim sadece şu:

Yazarken de konuşurken de seciyeme ve tabiatıma nasıl uygun düşerse öylesine serbestçe yazıp, konuşuyorum. Yazarken bir kelimeyi başka bir kelimenin yerine koymakla, bir tarzı diğerine tercih etmekle uğraşmıyorum. Konuşurken bir nağme katmaya, harfleri telaffuz ederken sun’i bir zorlama yapmaya çalışmıyorum.

Minberleri titreten büyük bir hatip, yazdıkları sınırları aşan bir yazar olmayı arzuluyordum. Bunun istenebilecek en yüce arzu, en ileri hedef olduğunu zannediyordum. Ancak elde ettiğimde, ona ilgim azaldı. Tatlılığı gidiverdi. Artık öyle arzulanacak, temenni edilecek bir şey olarak görmemeye başladım.

Hem edebiyatta şöhret sahibi olmak nedir tam olarak? İnsanların her yerde senden bahsetmesi, yazdıklarını okumak, söylediklerini dinlemek için birbiriyle yarışması mı? Beğeni mektupları alman ve adına ödül törenlerinin düzenlenmesi mi? Ben bunların hepsini gördüm. Size tamamında ne gördüğümü anlatayım mı? Sadece bir serap olduklarını gördüm. Aldatıcı bir serap… Bir avuç rüzgâr!

Şu dediklerim katiyetle farklı şeyler söylemeye, dikkat çekmeye çalışan bir yazarın lafları değil. İnanmanız için size Allah adına yemin ediyorum. İnanın yalnızca hissettiklerimi aktarıyorum. Zira otuz yıldır bu kürsülerde bulunuyor, dergi ve gazetelerde yazılarımı yayınlıyorum. On yedi senedir her hafta bir radyo konuşması yapıyorum.

Şam’da, Mısır’da, Irak’ta, Hicaz’da, Hindistan’da ve Endonezya’da kalpleri sarsan nice konuşmalar yaptım, hutbeler okudum. İnsanlar arasında günün konusu haline gelen makaleler yazdım. Ülkemde ve yaşadığım bütün ülkelerde hattâ yazılarımın ulaştığı her yerde adımın dillerden düşmediği zamanlar oldu. Hayranlık alkışları işittim, ödül törenlerinde övgüler aldım, hakkımda yazılan makaleler ve mektuplar okudum.  Büyük eleştirmenler edebi çalışmalarımı inceledi ve yazdıkları okullarda ders olarak okutuldu. Yazdıklarım İngilizce, Urduca, Farsça ve Fransızcaya çevrildi.

Peki, bütün bunlardan geride elimde ne kaldı?

Hiç.

Eğer Allah bana -bunların bir kısmı için olsun- sevap yazmamışsa boş elle çıkmış olacağım.

Ben yıllardır köşeme çekilmişim. Haftalar geçer ne birisini ziyaret ederim ne kimse ziyaretime gelir. Neredeyse mahkemede iş için veya evde ailemle konuşmam hariç kimseyle konuşmuyorum. Ben evimde kendimle baş başa iken Fas’ta, Hindistan’da veya aralarındaki ülkelerde benimle ilgili konuşup övseler bana ne faydası var? Buralarda beni kötüleyip yerenler olsa yahut bütün hepsinde hiç kimse adımı duymamış olsa bana ne zararı var?

Hakkımda beni ölümsüzlük seviyesine çıkaran övgüler okudum. Beni şeytanların seviyesizliğine düşmüş gören yergiler okudum. Hak etmediğim takdirler aldım. Bazen öyle ihmal edildim ki resmi edebi toplantı ve meclislere acemiler davet edilirken ben hiçbirine çağrılmadım. Her iki duruma da alıştım. Artık övgüler beni etkilemiyor, kötü sözler bedenimde tek bir tüy bile kıpırdatmıyor.

Bir vehimden ve seraptan ibaret olduğunu görünce edebi şöhret mevzuunu hesaplarımdan düştüm.

Resmi mevkilere talip oldum. Sonra gördüm ki mevkiler izzet ve şereften ziyade yükümlülük getiriyor. Meşakkat ve yorgunluktan ibaret olduklarına, zevk u sefa sağlamadıklarına şahit oldum. Meğer memur, altın zincirlerle bağlı bir esir gibiymiş. Hatalarının cezasını çekme tasası, makam sahibi olmanın tadını bastırıyormuş. Üst makamlardan azledilmenin acısı da terfi etmenin tadını bastırıyormuş.

Bütün bunlara rağmen ömrümde sadece bir kere bir vazifeyi arzuladım. Çok uğraştım. Özlemini yaşadım. Otuz yılı aşkın bir zaman önce, Haresta köyünde ilkokul öğretmeni olmayı istedim. Ancak elde edemedim. Sonrasında da başka hiçbir vazifeyi arzulamadım.

Paraya talip oldum. Zenginliğin peşinde koştum. Ancak gördüm ki bazı insanlar zengin, ama mutsuz; bazıları ise fakir ama mutlu.

Babam öldüğünde ben henüz lisede idim. Geriye büyük bir aile ve çok borç bıraktı. Allah borçları ödemeyi nasip etti. Küçükleri büyüttü, kimseye muhtaç etmedi. Hayatımızı orta halli kılmıştı. Hiçbir zaman eksiklik çekmedik, ihtiyacımız olan şeye ulaşmada zorluk yaşamadık. Hiçbir zaman da bir kenarda birikmiş nereye harcayacağımızı bilemeyecek kadar paramız olmadı. Allah’a hamd olsun rızkımız yuvasından aç çıkıp, tok dönen kuşların rızkı gibiydi.

Ben de bu yüzden artık sadece yaşamak için gerekli olacak, yüzümüzü muhtaçlık zilletinden koruyacak kadar paraya talip oldum.

Cismanî zevklere talip oldum. Gençliğimde gecelerimi ve gündüzlerimi, bunları düşünüp arayarak harcadım. Gençliğin ilk coşkulu zamanlarında sadece ona odaklanır, özlem duyardım. Onu anlatan hikâyeler ve ima eden şiirleri okurdum. Sonra yaşımı başımı aldım ve bilgim arttı. Gençliğin coşkusu gitti, fikrim dengelendi.

Gördüm ki şehvet peşinde koşan onu elde etmek için türlü yolları deneyenler deniz suyu içen susamış insanlara benziyorlar. İçtikçe susuzlukları artıyor. Helal olanla yetinmeyip sabretmeyenleri haramın da -mahrem olanlar müstesna kadınların hepsini elde etse dahi- tatmin edemediğini gördüm.

Gençlik rüyaları ve hayalleriyle geçti, istekler azaldı, arzular öldü. Rahat edip kurtuldum.

İnsanlara bakıp düşündüm. Kendime şunu sordum: Ne için koşuyorlar? Nereye gidiyorlar? İleride seraptan başka ne var?

Serap nedir bilir misiniz? Çölü geçen biri serabı uzaktan tatlı bir su pınarı gibi görür. Güneş altında berrak bir şekilde parlar.  Bineğini zorlayıp meşakkatli bir şekilde ulaştığında ise sadece toprakla karşılaşır.

İşte hayatın zevkleri de öyledir; anca uzaktan tatlı görünürler.

Fakir kişi para sahibi olmayı temenni eder.  On bin lira aldığında dünyayı elde ettiğini düşünür. Ancak onu eline aldığında o zevki bulamaz ve yüz bin lirayı ister. Elinde olmadığı zaman hissettiği fakirliği, parayı elde ettiğinde de hisseder. Yüz bini elde etse milyona talip olur. Eğer bir insanın iki vadi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister; insanın gözünü ancak toprak doldurur. (Hadis-i şerif)

Sevdalı bir şair ince ince akıveren hislerle taşan şiirlerle dünyayı doldurur. Sadece sevdiğini görmenin onunla konuşmanın tadına varmak ister. Ancak bunları elde ettiğinde, tatmin olmaz ve daha fazlasını ister. Evlenmek ister ve isteği gerçekleştiğinde, hayal ettiği nimetleri bulamaz. Hakikat güneşinin altında hayallerin tasvirleri erir, tıpkı kış karının bahar rüzgarında eridiği gibi. Mecnun, Allah’ın kadınları sanki çamurdan değil de (Leyla’yı hayalinde kurduğu gibi) süt kaymağından yarattığını düşünüp öyle olmadığını fark ettiğinde Leyla’ya olan ilgisi azalır, başka birine yönelir.

Küçük bir memur, bir bakanın ya da bir emirin arabasından indiğini görür, askerlerin selam durduğunu ve insanların önünde eğildiğini görünce, yöneticilik veya bakanlıkta var olduğunu zannettiği o hazzı kendi mahrum kaldığı için bakanın aldığını sanır. Ancak bakanın, bakanlık görevine aşina olduğunu ve onu küçük bir kâtiplik görevi gibi görmeye başladığını bilmez.

İşte hepsi vehim… Ama biz hep bu vehimlere bağlı kalırız!

Bu dünyada elde ettiğim zevkleri ve çektiğim sıkıntıları düşündüm. Nice defalar Rabbime itaat etmek ve günahlardan sakınmak için nefsimi sabretmeye zorladım.  Hoş görünümlü günah şeylere karşı nefsimin arzu etmesine rağmen kendimi zabt ettim. İnsana ağır gelen farzları nefsime zor gelse de eda etmek için kendimi zorladım.

Nice defalar da nefsime mağlup oldum, günah işledim ve yapmam gereken işleri yapmadım.

Acı da çektim. Keyif de aldım. Peki, bu keyiflerden ve acılardan geriye ne kaldı? Hiç…

Günahların zevki gitti, cezası kaldı,

Farzların zorluğu gitti, sevabı kaldı.

“Ânı yaşa, içinde bulunduğun an senindir. Geçen geçmiştir, gelecek meçhuldür” diyen kadar kendi yanılıp başkasını da yanıltan kimse var mı?

Yemin ederim ki bu doğru değil.  Geçen geçmiş değildir; Allah onu ya lehine ya aleyhine kayda geçirmiştir. İnsanlar unutsa da O unutmaz. Gelecek gayb ilminde olsa da tahmin edilebilen bir gaybtır.

Bu sözü söyleyen kişi batmasına birkaç saat kalmış bir geminin yolcusu gibidir. Ne aklı başında olanlar gibi kurtuluş botlarına koşar ne botu kaçıranlar gibi can simidine sarılır. Tutup odalarının dekoruyla ilgilenir, duvarlarını süsler ve tozunu alır. Kendine der ki: “Madem gemi her türlü batacak. Ne diye şu ânın tadını çıkarmayayım?” Tüm hayatını şu anı yaşamakla telef eder. Akıl karşısında durup saçmaladığını gösterince, onu içkiyle sarhoş edip kör eder. Akıl da artık önünü göremez, yolunu bulamaz olur. İçki deyince yerine göre mal da sarhoş eder para da, iktidar da!..

İşte şu fani dünyaya talip olup onu en büyük derdi haline getiren ama sonsuz ahirete talip olmayanın hali budur. Aklını kullansa asıl dünyaya talip olmaz da zahitlik eder. Tabi değneğini eline alıp dağ başına çıkarak yaşamaktan yahut bir dergâhta köşeye çekilip insanlara el açmaktan bahsetmiyoruz. Bu cahillerin zahitlik anlayışıdır. Dinin günah saydığı bir şeydir.

Gerçek zahitlik, sahabi ve tabiilerin zahitliğidir. Onlar dünya için çalışıp, para kazandılar, helal nimetlerden faydalandılar ve Allah’ın nimetlerine nail olduklarını saklamadılar. Ancak dünya ellerinde idi, kalplerinde değildi, gönüllerine girmemişti. Allah’ı sürekli hem dille hem kalple anarak zikrederlerdi. Şeriat onlara yol gösteren bir ışık, bir rehberdi. Eli açık kimselerdi. Zenginliğin sevinciyle şımarmaz, fakirliğin acısıyla umutsuzluğa kapılmazlardı; Ya şükreden zengin ya da sabreden fakir mevkiinde idiler.

Mal kazanıp Allah’a itaat uğrunda harcayan, bir şey kazanmayıp harcamayandan, sadece dilenip ondan bundan alandan daha hayırlıdır. İlim öğrenip ilmiyle amel eden, ibadet için insanlardan uzak bir dergâha yahut bir mağaraya çekilenlerden daha hayırlıdır. İktidar ve makam sahibi olup adaleti sağlayan, zulmü ortadan kaldıran kimse, iktidar sahibi olmayıp adalete faydası dokunmayanlardan daha hayırlıdır. İbadet, sadece namaz kılmak değildir.

Allah’tan sevabını beklediğin her iyilik ibadettir. Allah rızası niyetiyle yaptığın her helal iş ibadettir. Yemek yerken bile salih amel işleme niyetiyle yersen, ailenle birlikte olurken iffetini koruma niyeti taşıyorsan, helalinden para kazanırken hayır işleme niyetin varsa hepsi ibadet olur.  Şükrettiğin her nimet sabrettiğin her musibet ibadettir.

İnsanoğlu tabiatı itibariyle açgözlüdür; tıpkı öğrencinin bir sınıfa geçtiğinde daha üst sınıfa geçmeyi istemesi gibi hep daha fazlasını ister. Öğrenci belirli bir hedefe ulaşınca durur, ancak insan dünyada hiç ulaşamayacağı bir gaye için uğraşır durur. Çünkü bir hedefe ulaşıp durup yetinmek yerine onu aşmak için yeni hedefler peşinde koşar.  Zira aslında ulaşmak istediği hedef yalnızca zihninde vardır, gerçekte var olmayan bir hayaldir!

Bir insana bol mal, yüksek mevki, sağlık, aile çoluk çocuk gibi bütün nimetler bahşedilebilir. Ama yine de içinde sebebini bilemediği bir boşluk ve kalbinde gizli bir sıkıntı hissedebilir. Bir şeylerin eksikliğini hisseder ama ne olduğunu bilemez. Bu tamamlamak istediği eksiklik nedir?

Buna en iyi cevabı veren kişi; bu dünyada bir insanın arzulayabileceği en yüksek makama ulaşmış olan, bir ucu Fransa’ya bir ucu Çin’e uzanan topraklara yani yeryüzünün dörtte birine hükmetmiş bir melik… Bu iktidar gücüne ilaveten sıhhat, ilim ve üstünlük nimetlerine de sahip bir kişi olduğunu zikredelim. O kişi Ömer bin Abdülaziz’dir…

Şöyle demiştir: “Aşırı istekleri olan bir nefsim var. Bana ne verildiyse nefsim hep daha âlâsını istedi. Valilik istedim. Vali olunca bu sefer halifeliği arzuladım. Halife olunca bu defa cenneti arzuladım.”

Bu, her canlının istediği şeydir. Hep ilk vatanına dönmek ister. Sürekli hissettiği gizli arzu ve özlem onadır. Cennet arzusuna sahip olmayınca içinde duyduğu yalnızlık hissi veren boşluk bundandır.

Peki ben bu gayeye, ömür yolumda elli iki yıl yürüdükten sonra yaklaşabildim mi?

Yazık ki ne yazık! Ömrün çoğu geçti ama ben salih amel biriktiremedim? Yolculuk yaklaştı ama ne azığım var ne yol hazırlığım. Hasat zamanı yaklaştı ama ne tarlamı sürdüm ne ekinimi ektim. Nasihatler duydum, ibretler gördüm, ama ne nasihat etki etti ne ibret aldım. Tövbe zamanı geldi ama hep erteledim.

Allah’ım, gizli ve açık işlediklerimi affet. Günahları yalnız Sen affedersin.

Allah’ım, geçmişte kusurumu, ayıbımı örttün. Hesap gününde beni rezil etme.

Allah bunu okuyup “Âmin” diyenlere rahmet eylesin.

(Ali Tantavi, Min Hadisi’n Nefs, s. 301 Darü’l Menara, 8. Baskı, 2011)

Tercüme: Cemal Abdullah Aydın

İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair çok güzel yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Duvarlar değil köprüler yapmalı…

Eğer insanlar ayrıştırılmışlarsa, aralarında duvarlar var demektir. Duvar, ayrıştırmayı tahkim eder. İnsanları ayrıştıran ve he …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.