Erdoğan’dan gelen mektup

Bizim çocukluğumuzdaki hayat şartları bugünkünden çok farklıydı. Nahiyemizin ortaokulunun ilk öğrencileri bizlerdik. Okulumuz eski bir binaydı. Öğretmenimiz genelde olmazdı.

İlk aylarda bir iki öğretmen vardı, onların da yaşı çok gençti. Bir tanesi nişanlıydı. Memleketi de bizim oraya yakın olduğu için her hafta nişanlısını görmeye gider, bazen 3-4 gün gelmezdi. Yani ne okuduğumuz ne öğrendiğimiz belliydi.

Bu durum böyle aylarca devam etti. Artık dayanamayıp büyüklerimize, “Bu şartlarda okunmaz, bize bir çare bulun,” diyen arkadaşlarımız olmuştu.

Ömer Amca

Okulumuzun hemen yakınında Ömer isimli bir amcanın dükkânı vardı. Ömer Amca çok zeki bir insandı ve neredeyse elinden gelmeyen bir iş yoktu.

Bir gün yine öğretmenimiz gelmemişti. Bütün çocuklar okulun dışında sağa sola koşuyor, yaramazlık yapıyorlardı. Mahalle sakinlerini yeterince rahatsız etmişlerdi.

Ömer Amca okulun önüne geldi, bizlere ikili sıra olmamızı söyledi. Okulun bütün öğrencileri sıra olduk. Ömer Amca:

“Bakın çocuklar, en önde ben yürüyeceğim, sizler de beni takip edeceksiniz. Nahiye müdürünün makamının önünde sessizce biraz bekleyeceğiz. Oradan tekrar okula döneceğiz,” dedi.

Yürüyüş başlamıştı. Bazen gülüyor, bazen ciddileşiyorduk. Derken müdürün makamının önüne vardık ve sessizce birkaç dakika bekledik. Niçin böyle yaptığımızı bilenimiz de yoktu.

Okula döndüğümüzde birbirimize soruyorduk, “Bu ne demek oluyordu?” diye. Kimse yaptığı işin farkında değildi. Meğer, biz öğretmenimizin yokluğunu protesto etmiş, Nahiye müdürüne şikâyette bulunmuşuz. Allah rahmet etsin Ömer Amca’ya, makamı cennet olsun! Ondan sonra öğretmenlerimiz görevlerine daha ciddi gelmeye başladılar.

İbretli bir olay

Ömer Amca’nın çok güzel evlatları var ve bunlardan birisi olan samimi arkadaşım Erdoğan, bana bir mektup göndermiş. Mektupta şöyle diyor: “İbretli hatıralarını yazdığını duydum, hatta kitabının birisini okudum. Bu gönderdiğim mektuptaki olayı da yazarsan çok insan ders almış olur.”

Erdoğan mektubunda şöyle devam ediyordu: “Babam dükkân işletirken bir grup memur dükkânımıza geldi ve babamdan içki istediler. Babam da: ‘Biz Müslüman insanlarız, öyle şeyleri satmayız,’ dedi.

Memurlar kendi aralarında güldüler: ‘Biz sizi kültürlü bir insan olarak görüyoruz. Sizin bu söylediğiniz hiç olmadı. Bakın sizin nahiyeniz gittikçe büyüyor, gelişiyor. Buraya her türlü insan gelip gitmeye başladı. Ayrıca burası Erzincan- Gümüşhane- Trabzon arasındaki transit yol üzerinde kurulmuş bir belde… Böyle bir yerleşim yerinde içki satılmaz mı?’ gibi sözlerle babamın kafasını karıştırdılar.

O zaman öğretmenin, memurun ayrı bir yeri ve değeri vardı. Sanki okumuş insanlar hata yapmazmış gibi onların sözleri dikkatle dinlenir, hattâ sözlerinde hikmet aranırdı.

Bu memur grubu usanmadan yılmadan, sürekli babamın yanına geldiler ve nihayet babam da baskılara dayanamayıp ilçemiz olan Kelkit’ten dükkâna bir şeyler almaya giderken defterine ‘iki kasa da içki alınacak’ diye bir not yazdı.”

O devirler yokluk devri demiştik ya, ulaşım da çok zordu. Araç yoktu, Asım dayının BMC kamyonu vardı; genelde herkes dükkânına gelecek yükleri onunla getirirdi. Erdoğan şöyle devam ediyordu:

İyi olmuş

“Babam cumartesi günü (yani Kelkit’in pazarının olduğu gün) Asım dayı ile gitti, dükkânın ihtiyaçlarını aldı ve getirdi. Gelen malları arabadan indirirken, bir de ne görelim? Şekerlerden sular damlıyordu. Meğer bu damlayan su değilmiş. İçkilerin tamamı şeker çuvallarının üzerine düşmüş ve ne olmuşsa şekerlerin tamamı mahvolmuş.

Babam açtı ağzını yumdu gözünü: ‘Ulan bana içki getir diyenin de, içkinin satana haram olmadığını söyleyenin de, gelişen bir ilçede içki olmazsa olmaz diyenin de…’ diye veryansın etti.

Komşular toplandı, durumu herkes gördü. Peki, ne olacaktı şimdi? Nahiyemizin içerisinde dere akıyordu. Yeşilırmak’ın başlangıcı olan dereye bu şekerler döküldü. Babam zarar etti ama halk da o pislikten kurtulmuş oldu.”

Durup düşündüm

Erdoğan kardeşimin mektubu böyle… Bu mektubu okuduktan sonra on dakika düşündüm.

Ne hale gelmişiz, haberimiz yok… Ne garip dünya! Fakülte bitirip kendilerini aydınlatamayanlar insanlara öncü olmaya, etrafına, sağına-soluna ışık tutmaya kalkınca; elbette Ömer Amca da şekerleri dereye dökecektir.

Geçmişimiz; tarihine destan, insanına kahraman, toprağına vatan, bayrağına namus, ölüsüne şehid diyenlerle; elinde Kur’ân, önünde Hazreti Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem, yönü Kâbe’ye dönmüş sultanlarla doluydu.

Onlar insanlara yön vermeye çalışırken nefislerine göre konuşmuyor, iman ettikleri davayı öğrenip hayata geçiriyorlardı. Allah celle celaluh onların hayat bahçelerinde her türlü çiçekler, güller, laleler, sümbüller yetiştiriyordu.

Ama kim ne derse desin, biz imanlı insanlar her zaman hayata ümitvar olarak bakmışızdır. Ne kadar karanlık olursa olsun, güneşin sahibine her an yönümüzü dönmüş, az da olsak mutlu olanlar bizler olmuşuzdur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “… Kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz da olmaz.” (Taha, 123)

Çünkü Nemrut’un ateşini İbrahim aleyhis selam’a bahçe; Firavun’un sarayını Musa aleyhis selam’a beşik yapan Allah’a yönünü dönen, o kapıya baş koyan, yani secdenin sıcaklığını yatağın sıcaklığına değişen her zaman mutlu olmuştur.

Ne mutlu hayatı hay ile diriltenlere! Ne mutlu bu dünyayı tamir etmeye çalışırken ebedî olan hayatı unutmayanlara! Selam olsun Hak için insanları aydınlatanlara!

Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.