Muhsin İlyas Subaşı’nın yazdığı bu hikayenin kahramanı yazarımız Recep Uzun ve onun hocası Celal Kırca’dır. Bu hikayede Recep Uzun hocamızın İmam Hatip okulunda okuma serüveni anlatılmaktadır.
Şükrü ilçenin tek terzisiydi. Kafası çalışanbir adamdı ama okuyamamıştı. Babası onu terzi olsun diye Giresun’a gönderdi. Şükrü buradaki terzi ustasının yanında mesleği öğrenecekti. Terzi dükkânında ortalığı silip süpürerek işle başladı. Evvela elinin bu işe alıştırılması gerekiyordu. Başparmağı “u” şeklinde bağlanarak mesleğe ilk adımını atacaktı.
Fakir aile çocuğuydu, öğleyin ustasının yanında mevsimine göre ekmeklerine katık yapacak şeyleri yiyordu. Akşamleyin ise kaldığı kırık dökük bir kulübede çeyrek ekmek ve bir dilim peynir ya da helva ile uykunun serin koynuna kendisini bırakıyordu. Şükrü çocukluktan gençliğe burada yürüdü ve mesleği de öğrenerek askere gitti.
Orada yoksulluğun duygularını kemiren tepkisine cevabı, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle okuldan atılan ve günü gelince askere alınan koğuş arkadaşından aldı: “Şu subay taifesini görüyor musun? Bizi tekme tokat eğitip düşmana karşı canlı mermi olarak hazırlıyorlar. Biz karavanada yarı çiğ, yarı pişmiş fasulye, nohut, makarna yerken onlar evlerinde bal- kaymakla besleniyorlar.
Bak, aramızda zengin çocukları var, onlar karavanadan yemiyor, kantinde canlarının istediğini alıp yiyorlar. Sen hiç ömründe sucuk ekmek yedin mi? Bir defacık olsun hamburger yedin mi? Lahmacun nedir bilir misin? Bu adalet mi Şükrü? Onun için ben Komünist oldum. Komünizmi iktidara getirirsek, subay da bizimle karavanaya oturacak, bu zengin züppeleri de o saydıklarımı yiyemeyecek!”
Bunlar Şükrü’nün duymadığı şeylerdi, ama yaşadığı kötü ortama tepki açısından da duygularında destek buluyordu. ”Ben de komünist olacağım” diye içinden geçirdi. Askerlik süresi boyunca arkadaşı onu iyice eğitmiş ve bilgili bir militan olarak terhis olmasını sağlamıştı.
İlçesine döndüğünde ilk işi bir terzi dükkânı açmak oldu. Gençti, heyecanlıydı ve gözü karaydı, ilçenin gençleri boş zamanlarında işyerine geliyor ve Şükrü’nün propaganda telkini altında gün geçiriyorlardı. Şükrü, askerde öğrendiklerini bu defa çevresine anlatmaya başladı. Gençler için cazip şeylerdi bunlar; komünizm gelince hepsi zengin olacak, istedikleri kızla evlenecekler, devlet kendilerine iş ve para verecekti. Şükrü’nün çevresi bu telkinlerle genişledi ve ilçede sözü geçer adam haline geldi.
Yeni nesil bir umut ışığı gibi görülen bu telkin sağanağı, yaşlı kesimde, anne ve babalarında tedirginlik doğurmaya başlamıştı. Gün geçmiyor ki, kenarda köşede öldüresiye dövülmüş, ya da bıçaklanarak öldürülmüş bir genç haberi duyulmasın. Bu defa kuşak çatışması çıkmıştı ortaya. Fakirler yapılan propagandalara kanarak kazanmadan zengin olma hayaline kapılarak Şükrü’nün çevresinde toplanırken, geleneklerine ve inançlarına bağlı yaşlı kesim bunlardan uzaklaşmaya başladı.
Hacı Bahri’de bunlardan birisiydi. Dişinden tırnağından arttırdığı parasıyla hac farizasını yerine getirmiş, çocuklarını okutmak için çaba göstermekteydi. Oğlu, Faruk ortaokulda okurken ilçeye tayin edilen Türkçe öğretmeninin telkinleriyle Şükrü’nün peşine takılmıştı. Bu durum, baba için felaket bir şeydi.
Oğlunu bu işten vaz geçirmek için tek çözüm yolu, onu ilçede yeni açılan İmam Hatip Okulu’nda okutmaktı. Ancak, Faruk buna yanaşmıyordu. Aynı durum başka babalar için de geçerliydi. Birçok aile çocuklarını terör bataklığından kurtarmak için bu yolu seçmişlerdi. Sonundan sekiz-on aile çocuklarını götürüp İmam-Hatip Okulu’na kaydettirdiler.
Şimdi dindar kesim biraz rahat nefes almıştı, çocuklarını hem olumsuz bir telkinden kurtaracaklar, hem de öldürme ya da öldürülme tehlikesinden uzaklaştıracaklardı. Bahri Usta, oğlunu bu okula göndermek için meseleyi kendisine açtı: “Seni de İmam Hatip Okuluna yazdıracağım. Bak, bazı arkadaşların oraya kayıtlarını yaptırmışlar. Ne güzel, onlarla birlikte okursun.”
“Baba, ben o okulda kesinlikle okumam. Hiç ısrar etme?”
“Neden evladım, bir gerekçen var mı senin?”
“Gerekçem yok, orada okumak istemiyorum o kadar!”
Babası içini çekti, “La havle” dedi, başını salladı ve kararlı bir şekilde çıkıştı: “Oğlum, ben babamın sözünü dinlemedim, böyle süründüm. O beni İstanbul’a çalışmaya göndermek istedi. Ben de ananın peşinde dolanıyordum, İstanbul’a gidersem bu kızı başkalarına verirler diye gitmek istemedim. Sonunda ananla evlendim ama huzurlu olamadım.
Fakir kaldım, onun bunun bağında bahçesinde çalışarak ananın ve sizin karnınızı doyurdum. Artık yaşlandık, anan da çay biçmeye, fındık toplamaya gidemiyor. Abilerini okutamadım bir sana gücüm yetecek, sen de inat ediyorsun. Eğer bu okulda okumazsan dünya ve ahret hakkımı sana helal etmem.”
Sözlerini bitirdikten sonra gözlerinden akan yaşları kırlaşmış sakalından aşağıya süzülmeye başladı. “Baba beni sanat okuluna gönder, ticaret lisesine gönder, düz liseye gönder, ama İmam Hatip Okuluna gönderme. Ben bu okulda okumak istemiyorum.”
“Oğlum gerekçen nedir? Onu söyle, beni ikna edebilirsen tamam, sözünü etiğin okullar bu ilçede yok, seni şehre göndereyim, gömleğimi satıp orada okutayım.”
“Baba, bu okul yobaz yetiştiriyor. Öğretmenlerim; ‘bu okulun kenarından bile geçmeyin’ diyorlar. ‘Din karın doyurmaz, çalışıp kazanacaksanız meslek okullarında okuyun’ diyorlar. Sonra bu okullar bizim sosyalist ilkelerimize karşı savaş halinde.”
Bu son cümle babasının başında bir düşman şarapneli gibi patladı, birden bağırarak üzerine yürüdü: “Ne diyorsan sen geri zekalı? Ruslara uşaklık mı yapacaksın? O komünist öğretmenler ve terzi senin kanına girmiş. Elime bir meşe değneği alır kemiklerini kırarım. Benim soyumdan, sülalemden komünist çıkmadı, bundan sonra da çıkamaz. Seni onların militanı yapmam, öldürür gömerim toprağa olur biter!”
Gürültüye hanımı girdi içeri. Telaşla tartışmayı bir süre seyretti. Beyinin elinden tuttu, onu geri çekip sedirdeki yastığa yaslandırdı. Oğlunun yanına geldi; “Ha benim melek yüzlü yavrum, babanı niye üzersin söyle hele?” Faruk ayağa kalktı, dışarı yöneldi, annesi önüne geçti. “Bırak beni anne, ben gidip kendimi denize atacağım!”
Annesi birden irkildi, oğlunu kucakladı: “Ha benim güzel oğlum, babanı üzdüğün yetmiyor da şimdi beni mi yakacaksın? Nedir derdin?”
“Anne, babam benim İmam Hatip Okuluna gitmemi istiyor, ben de kabul etmiyorum, artık ben okumayacağım. Gidip inşaatlarda ırgatlık yapacağım.”
“Vay, sana kurban olurum ben. Ben senin kalem tutacak eline küreğin sapını nasıl verdiririm? Okumasan okuma, ağabeylerin okumadı aç mı kaldılar? Kaderin neyse onu yaşarsın.”
Tartışma o gün kapandı, ama konu kapanmadı. Babası, o gün kesin talimatını verdi: “Yarın sabahın erken saatinde, Abdullah Bey’in inşaatına gidecek ve kamyondan tuğla indireceksin. Ben işin sahibiyle konuştum. Bu yaz hep orada çalışacaksın, tamam mı?”
Faruk’un hayır diyecek hali yoktu. Gönülsüz de olsa sabahleyin kalkıp denilen inşaata gitti. Akşama kadar bir kamyon tuğlayı boşalttı. Ancak eldiveni olmadığı için elleri yaralanmıştı. Bunu babasına demeye cesaret edemedi, annesine gösterdi, o da ağlayarak boynuna sarıldı: “Oğlum okumazsan geleceğin hep böyle olacak. Bu sana ders olsun.”
Annesi oğlunun durumunu kocasına söyledi: “Faruk, dün çok yorulmuş. Elleri kan revan içindeydi. Ben hemen bir eldiven alıp verdim. İşe gitti ama bir ayağını da sürüyerek gitti.”
“Bırak, sahip çıkma, görsün zorluğu, okumanın ne büyük nimet olduğunu anlasın.”
Birkaç gün sonra tuğla işi bitince iş sahibinden izin aldı. Babası, bu defa komşusunun bir süre önce yaşadığı bir sıkıntısını anlattı: “Bak evladım, Hicabi Ustayı bilirsin herhalde? Onun bir kızı var, okuması için üniversiteye gönderdi. Kız burada bu müptezellerin tezgâhından geçtiği için militan olarak okula başladı. Şimdi orada okuyormuş. Bir gün tatilde evine dönerken bir komşumuz otobüste onunla karşılaşmış. Kızın göğsünden sarkan tanımadığı, tipi bozcuk bir adamın resmi varmış.”
Faruk kızı tanıyordu, göğsündekinin kim olduğunu da biliyordu, babasına karşılık verdi: “Che Guevera denilen devrimcidir o.”
“Kimdir bu adam? Devrimci olmuş da ne yapmış?”
“Arjantin’de doğmuş, tıp okuyarak doktor olmuş, daha sonra Küba Lideri Fidel Kastro ile bu ülkenin diktatöre Batista’yı devirmişler. Küba’da onu Sanayi Bakanı yapmışlar. Halk devrimini gerçekleştirmek için Bolivya’ya gitmiş. Buranın ordusu ile çatışmaya girmiş, askerler onu yakalayıp kurşuna dizmişler.”
“İyi etmişler, ona mı kalmış dünyaya nizam vermek? Hem söyler misin bana; bu adamı böyle tanıdığına göre, dedeni biliyor musun, o nasıl yaşadı?”
“Ben ne bileyim.”
“Ulan aşağılık herif, bu yaşında Guevara denilen adamın hayat hikâyesini biliyorsun da dedenden niye haberin yoktur?”
“Öğrettin mi baba?”
“Neyse, o mesele burada dursun, bu kızın boynundaki bu adamın resmini görünce, ‘Kızım sana bu yakışıyor mu?’ demiş. O da adama sert bir şekilde çıkışmış; ‘Ne diyorsun sen? Ben onun için her şeyimi veririm!’ diye karşılık vermiş. Bunu gelip babasına anlattığında, babası şunu söylemiş:
‘Ben ne yapayım, çocuğumu elimden aldılar. Önce buradakiler aldı, sonra gitti İstanbul’dakiler aldı. Değişik zamanlarda üç defa elime silahı alarak gece yatağının başına gittim; ‘kafasına bir kurşun sıkıp kurtulayım bu pislikten’, diye. Ne var ki baba vicdanı izin vermedi buna. İnşallah bir terörde ölür de, ben de bu utançtan kurtulurum.’ Şimdi gelecekte senin için de böyle mi diyeceğim ben?”
Faruk kafasını önüne yıktı cevap vermeden odayı terk etti. Birkaç ay sonra beklenmedik bir terör olayı yaşandı, bunun haberleriyle günlerce gazeteler ve radyolar, televizyonlar insanlara ürkütücü şeyler anlattılar:
İsrail Büyükelçisi Elrom, Bir militan grup tarafından kaçırılarak öldürülür. Daha sonra güvenlik güçleri, bunların peşine düşer. Bunlar Karadeniz’e geçip saklanmak için Tokat’ın Niksar ilçesinde Kızıltepe adında bir köye sığınırlar. Asker burasını kuşatır ve çıkan çatışmada liderleriyle birlikte 8 militan öldürülür.
Babası, bu defa oğluna bu konuları yazan gazeteleri getirtip okutur. Derdi, böyle bir yolla başına gelebilecekleri ona hatırlatmaktı. Bu da etkili olmuştu. Babası oğlunun yüzündeki tedirginliği hissedince gazeteler kenara çekti ve konuştu:
“Bak oğlum, evladım. Sen benim canımsın, ciğerimsin. O kızın babası nasıl kızına kurşun sıkamadıysa, ben de sana kıyamam, kurşun sıkamam. Ama senin de onlar gibi olmanı ve askerlerimizin kurşunuyla ölmeni istemem. Bak, bazı arkadaşların bu yolda pisi pisine ölüp gittiler. Katillerinin izine bile rastlanamadı. Ben seni gömleğimi satıp okutma istiyorum. Bu okul senin için kurtuluş yolu olacaktır.
Artık biz de yaşlanıyoruz, ben ve annen mümin olarak ölmek istiyoruz. Bizim başımızda bir Kur’an okuyanımız olmasın mı? Bu duamdan beni mahrum bırakma. Annen iki yıldır, iki gözü çeşme oldu, senin okulu bırakman yüzünden. Bak, tuğla taşımaktan ne hale geldin, ellerin parçalandı. Okumazsan ömür boyu bu işleri yapacaksın. Sonra, bizim, milletimize, insanlığa ve Allah’a karşı sorumluluğumuz var. Gidip, kaydını yaptıralım, beğenmezsen ayrıl, istediğin yerde oku. Sana böyle de bir ruhsat veriyorum, tamam mı?”
Faruk bir süre durdu, düşündü ve babasına kısık bir sesle karşılık verdi: “Tamam baba.” Babası kalktı gözyaşlarıyla oğlunu kucakladı. Hemen çarşıya götürdü bir takım elbise aldı. Kayıt günü elinden tutup okula götürdü ve kaydını yaptırdı. Müdüre çıktı ve problemini anlattı:
“Hocam, bu çocuğu okutmak için değil, kurtarmak için size getirdim. Ortaokuldan sonra iki yıl tahsiline ara verdi. Yanlış yoldaydı, ancak ikna edebildim. Ne olur Allah rızası için bana yardımcı olun. Siz çok daha iyi bilirsiniz, bir insanı kurtarmanın ne demek olduğunu? Oğlum size emanet. Eti sizin kemiği benim olsun. Yeter ki adam edin.”
Müdür, çay ikram etti ve tasalanmamasını söyledi. Bu dönemde diğer bazı aileler de çocuklarını bu terzinin etkisinden kurtarmak için getirip İmam Hatip Okuluna yazdırmışlardı. Ancak korku dağları bekliyordu; bu defa, İmam Hatip Okulu’nun bu talebeler aracılığıyla Komünistler tarafından bu yolla işgale uğratılacağı dedikodusu halk arasında ve okul camiasında yayılmaya başladı.
Bu, silahlı mücadeleden daha keskin bir kılıçtı. Bu defa, okul öğretmenleri böyle bir ihtimali düşünerek savunma refleksiyle bu çocukları sınıfta bırakma yoluyla okuldan uzaklaştırma yolunu seçtiler. Böyle bir olay, aileler için de ciddi bir yıkımdı. Faruk da bu kurbanlar arasında günü gelince yer alacaktı. Bereket, onun imdadına bir öğretmeni yetişti. Bu konu öğretmenler kurulunda konuşulurken, Celil Hoca, meslektaşlarının bu çocukları okuldan uzaklaştırmadaki kararlı tutumuna karşı çıktı:
“Yanlış düşünüyorsunuz. Allah’ın Resulü Taif’te taşlanmadı mı? Hatta bir zamanlar Müslüman olmamakta direnmelerine rağmen, Müslüman olunca onları cezalandırma yoluna mı gitti? Düşmanlılarıyla Peygamber Efendimiz’i uğraştıran Yahudilerden birisinin cenazesi geçerken bu büyük insan ayağa kalkıp ona saygı gösteriyor, bir tehlike vehmiyle kendi çocuklarımıza kıyıyoruz. Bizim görevimiz yanlış yolda olanları irşat edip düzeltmektir, kapı önüne koymak değildir.
Öğrenme idealiyle buraya gelen gençleri okutmak marifet değildir. Önemli olan korktuğumuz bu çocukları kazanmaktır. Eğer bu okul ve bizler, böyle 8- 10 öğrencinin bizi komünistleştirmesinden korkuyorsak, Bırakın, bu okulu ele geçirsinler ve bildiklerini yapsınlar. Biz böyle bir gazabı hak etmezsek onlar bize bir şey yapamaz.
Sonra, bu okulun inşaatında o komünist dediğimiz Terzi Şükrü belediyenin imkanlarını seferber etmedi mi? Niye o zaman bu halk ona, ‘sen komünist bir belediye başkanısın yardımını istemiyoruz’, deyip karşı çıkmadı da, şimdi siz bu ilçenin kurtuluşa koşan çocukları için ayağa kalkıyorsunuz? Sonra itiraf edelim, bu okulları kuranlar o yıllarda ‘Yeşil Kuşak Projesi’ adıyla bu işe girişmişlerdi ve Rusya’nın emperyalist hedefleri için komünizmi yayma çabasına karşı ciddi bir gençlik direnci oluşturmasını istemişlerdi.
Yani bir anlamda, komünizme karşı bir eğitim kurumuyuz biz. Şimdi burada okulun komünistler tarafından ele geçirilmesinden korkuyoruz. Üstelik, bunu da 8-10 çocukla yapacaklar, bu olacak şey mi? Sonra Kur’an demiyor mu; ‘Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış olur’ diye?”
Celil Hoca’nın bu ısrarlı tutumuna bazı arkadaşları destek verdiyse de, bazıları kararlarından vaz geçmediler ve bu tür öğrencilerin önemli bir kısmının okulla ilişkisi kesildi. Faruk da topun ağzındaydı. Faruk, okulu sevmişti. Başarılı da bir öğrenciydi. Sınıfındaki arkadaşlarından iki yaş büyük olmasına rağmen, kaynaşmışlardı, bazı öğrencilerin ona ‘abi’ demeleri de hoşuna gidiyordu.
Annesi okuldan her geldikçe kucaklıyor, sevinç gözyaşları döküyordu. Babası sormadan harçlık verir olmuştu. Bu ortamdan uzaklaşmak istemiyordu, ama çaresizdi. İçinde bir tedirginlik vardı, bunu ilk fark eden Celil Hoca olmuştu. Onu dersten sonra okulun kütüphanesine gelmesini söyledi. Ders bittikten sonra kütüphaneye geçen Celil Hoca Faruk’un kendisini beklediğini görünce biraz daha sıcak yaklaştı ve ilk sözüyle güven verdi:
“Faruk, sen burada okuyacaksın, senin atılmana müsaade etmeyeceğim. Yalnız sana bazı kitaplar vereceğim. Onları okumalısın, o kitaplarda tavsiye edilenleri de yaşamalısın.”
– “Hocam, mutlaka okurum ve yaşamaya çalışırım. Bundan emin olabilirsin. Ben buradan mezun olmak ve İlahiyat Fakültesi’ni okumak istiyorum. Bugüne kadar anne ve babamı çok üzdüm. Onların ancak böyle bir hareketimden memnun olacaklarını ve benim arkamda duracaklarını düşünüyorum. Geçmişteki kirli dönemime dönmek istemiyorum. Lütfen beni kurtarın!”
Celil Hoca, okul idaresiyle ve bunlara karşı tavırlı olan öğretmenlerle teker teker görüştü. Hapsine durumu anlattı, yıllar sonra Faruk okulu bitirdi, üstelik onun motive etmesiyle, aynı yıl mezun olan 62 öğrenciden 28’i çeşitli üniversitelerde okuma imkânına kavuştu. Bu da, o yıl oklun en yüksek başarısıydı. Kendisi de İlahiyat Fakültesi’ni kazandı. Okudu oradan da mezun oldu ve öğretmen olarak kendi bölgesinde göreve döndü. Mutluydu, huzurluydu.
Bu defa, bir öğrencisi yanına geldi; “Hocam, sizinle özel olarak görüşmek istiyorum” dedi. Birlikte kütüphaneye çıktılar. Bu kütüphane daha önce de kendisinin kurtuluş mekanıydı. Önce elindeki gazeteyi Faruk Hoca’ya uzattı. “Hocam Terzi Şükrü Hapishanede kalp krizinden ölmüş, haberi var bakarsanız diye getirdim.” Faruk Hoca merakla gazeteyi aldı, haberi okudu: Sonra bu meselede birkaç cümle söz edeceğini söyledi:
“Bu adam 47 yıl yaşadı ve Hapiste öldü, bizleri kullanarak halk ihtilali yapmak istiyordu. Ölümüne halk sahip bile çıkmadı. Şunu unutmayalım evladım, halkın vicdanında kabul görmeyen hiçbir hareket sonuca varamaz. Etrafınıza aylak insanları kalıp kalabalıklar oluşturabilirsiniz, ancak onların keyfiyetleri bir şey ifade etmiyor. Biz çocuktuk kullanıldık, birçok arkadaşım, bu yolda hayatını kaybetti. Bu davanın kazananı ise olmadı. Ben o ateş çemberinden kurtulduğuma şükrediyorum. Söyle bakalım şimdi senin sıkıntın nedir?”
Öğrencisinin hüzünlü bir hali vardı, dudakları titreyerek konuşmaya başladı: “Hocam, babamı kaybettim, anneme ve kardeşlerime bakabilmem için işe ihtiyacım var. Birkaç gün tuğla taşıdım, ellerimin halini görüyorsun. Daha hafif bir iş için sizden yardım istiyorum.”
Faruk duygulanmıştı, kendisinin de tuğla taşırken parçalanan ellerindeki sızıyı o anda yüreğinde hissetti. Gözleri doluktu, karşısındaki öğrenci, kızaran yüzünü göstermemek için başını önüne yıkmıştı. O da kendisini tutmadı, gözlerinden süzülen damlaları öğrencisine göstermek istemiyordu, elini cebine attı bir miktar para çıkardı: “Fehmi, senin ilk işin benden! Bu parayı al ve sana vereceğim kitapları mutlaka oku. İşin bu kitapları okumak olsun.”
Çocuk utanarak aldı, teşekkür etti ve kendisine verilen kitapları eline alıp içini çekerek yanından ayrıldı. Faruk, bir süre kütüphanede oturdu, kendi geçmişine doğru hüzünlü bir yolculuğa çıktı. Bir süre öyle kaldı; sonra sınıf arkadaşı olan ilçenin Belediye Başkanını aradı, ailenin durumunu anlattı ve bunlara sahip çıkmalarını rica etti. Belediye, aileyi sahiplendi. Fehmi, artık okulun en başarılı ve en dindar öğrencisi olmuştu.
Faruk Hoca yıllar sonra kendisini bir uçurumun kenarından çekip kurtaran hocası Celil Beye ulaştı ve ona bir mektup yazdı: “Hocam o bunalımlı dönemimde siz benim Hızır’ım oldunuz. Allah sizden razı olsun. Bütün kimlik ve kişiliğimi size borçluyum. Sizin gibi olmak istiyorum. Siz beni kurtarmakla bir ailenin dramını sona erdirdiniz. Sayenizde öğreten bir öğretmenden ziyade, okuyan ve okutan bir öğretmen olmaya özen göstermekteyim. Çocuklarımın ve öğrencilerimin modeli sizsiniz. Siz bir dirilişin ışığını yaktınız, dilerim bu ışık hiç sönmesin! Rabbim sizden razı olsun, size mutluluk nasip eylesin. Ellerinizden öpüyor ve dualarınızı bekliyorum.”
Muhsin İlyas Subaşı
İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.