Müslümanca düşünemeyen toplumlar, önce ahlaki bir yozlaşmaya maruz kalır, birkaç nesil sonra da deizme veya ateizme kayarak helak olurlar. Müslümanca düşünmeyi başaramayanların, Müslümanca yaşamaları ve uzun vadede Müslüman kalmaları da mümkün değildir. “Müslümanca yaşamak” ve “Müslümanca ölmek” bizim için ne kadar önemliyse “Müslümanca düşünmek“ de o kadar önemlidir.
Müslümanların ciddi kimlik problemleri yaşadığı bir dönemde, Müslümanca bakış açısını ortaya koyabilmek için gösterilen çabalar, elbette ki bugün daha da bir anlamlı hale gelmiştir. Kendi kimliğimizi ve özgünlüğümüzü net bir şekilde ortaya koyabilmemiz, Müslümanların geleceği açısından bir varoluş meselesidir. Şayet kendi kimliğimizi teşekkül ettiremez ve bir Yunanlı veya bir Fransız gibi düşünmeye devam edersek, sekülerizm ve globalizm gibi akımların girdabında iyiden iyiye kayboluruz.
Kimlik bunalımı
Bugün maalesef dindar demokratlardan, başörtülü feministlerden ve son olarak da nihayet kemalist muhafazakârlardan bahsedilen bir zaman dilimini yaşıyoruz. Bu durum yaşadığımız kimlik bunalımının boyutlarını göstermesi açısından manidardır. İki yüz yıldır bizi seküler, liberal, laik ve demokrat Müslümanlar haline getirmeye çalışanlar hiç yorulmadılar. Onlara yeteri kadar direnebilmiş olsaydık, belki de bugün bunları konuşmuyor olacaktık.
Her ne kadar yaşadığımız kimlik bunalımının boyutları ileri seviyede olsa da, kimliğimizi iyiden iyiye kaybetmek istemiyorsak, İbrahimî bir tavırla bir takım putları kırmayı göze almak zorundayız. Başka bir ifade ile birer “put kıran“ ya da birer “oyunbozan“ olmak durumundayız. İbrahimî bir duruş sergileyebilmek, tek başına bir ümmet olmayı göze almak demektir. Çağın değersizliklerine değer vermeyenler, muhtemeldir ki çağın adamları tarafından dışlanacaklardır.
Demokrat kafalı adam
Daha önce yazdığımız “Bir zihniyet olarak demokrasi“ başlıklı yazımızda, Müslümanca düşünmenin önündeki en önemli engelin, “demokratik kafa yapısı “ olduğunu tespit etmiştik. Burada da bir kez daha ifade edelim ki; demokratik Müslüman olmanın konforunu terk edemeyenler, Müslümanca düşünceyi ortaya koyamazlar. Konjonktürel yorumların peşine düşenler, iktidarların veya zamanın değişmesiyle, doğrularını da değiştirmek zorunda kalırlar.
Bugün birçok Müslüman yazdıkları makale ve kitaplarla, çıkardıkları dergi ve gazetelerle farkında olmadan moderniteye hizmet ediyorlar. İşin acı tarafı ise toplumu ilgilendiren meselelerde seküler çözümler eskiden laik kesimden gelirken, şimdilerde ise bu öneriler inançlı kesimden geliyor. Sakallı veya sakalsız olmak, başörtülü veya başörtüsüz olmak kafanın içindeki feminist duyguları, seküler eğilimleri veya liberal yaklaşımları değiştirmiyor. İşte bütün bu gözlemler bizi, Müslümanca düşünceyi yeniden ele almamız ve gündeme getirmemiz gerektiği sonucuna götürüyor.
Kendi özgünlüğümüz
Allah izin verirse bu yazıda, Müslümanca düşüncenin bazı hususiyetlerini ve özgünlüklerini ortaya koymaya ve Müslümanların hayata yaptıkları birtakım vurgulara değinmeye çalışacağız. Kendi özgün bakış açımızın farkına varabilirsek, hayatı başkaları gibi anlamlandırmak zorunda olmadığımızın da farkına varmış olacağız. Bunun için önce bazı sorulara cevap arayalım.
Müslümanın tarihe bakışı nasıl olmalıdır? Siyasete bakışı nedir? Ekonomiye, iktisada bakışı nedir? Yönetim alanında ne düşünür? Bu ve benzeri sorulara Müslümanların özel bir cevabı var mıdır? Yoksa meseleyi sıradan insanlar gibi mi değerlendirirler? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar, Müslümanların hayata bakışını ana hatları ile ortaya koymamızda bize yardımcı olacaktır.
Tarih okuma modelimiz
“Müslümanların kendilerine has bir tarih okuma modelleri var mıdır?” sorusuna cevap arayarak konuya girecek olursak, bu soruya şöyle cevap verebiliriz. Hayatın hiçbir alanını boş bırakmayan bir dinin, tarih okuma modelinin olmaması düşünülemez. Elbette ki vardır… Müslümanlar, Müslüman olmayanlar ya da hayata seküler bakanlar gibi tarihe bakmazlar. Tarih konusundaki özgün bakış açılarının yüzlerce örneğini bulmak mümkündür.
En başta bir kere Müslümanlar tarihe bakarken -okullarda öğretildiği gibi- insanlığın başlangıcını ilkellik olarak kabul etmezler. Tarihi, esma ilmini almış bir peygamber ile başlatırlar. Bu konuda seküler tarih algısı ile Müslümanca tarih algısı arasındaki farkı şu cümle ile özetleyebiliriz: Tarihi ilkellikle başlatanlar ilk çağlardaki insanların sefaletine inanırken, tarihi peygamberlerle başlatanlar ise asaletine inanırlar.
Şöyle ki okullarda tarih eğitimi almış herhangi bir kimseye, ilk çağ insanları deyince aklınıza ne geliyor diye sorsanız, büyük bir ihtimalle Kemal Sunal’ın Hanzo filmindeki gibi bir tipleme akıllarına gelecektir. Bakın tarih algısı nelere yol açıyor, görebiliyor musunuz? Oysa ilk insan Hazreti Âdem ve Hazreti Havva cennet görmüş insanlardır. Onların çocukları ise bir ümmettir ki onlar peygambere ve vahye muhatap olmuş kimselerdir.
Peki, biz bu tarih algısını çocuklarımıza veremezsek ne olur? O zaman, Âdem ile Havva mitolojik birer karakter gibi algılanır, karikatüristlerin elinde vücutları yapraklarla örtülmüş olarak resmedilir ve yüzlerce düzeysiz espriye konu edilir de Müslümanlar buna tepki gösterecek bir iradeye bile sahip olamazlar. Çünkü demokrat kafayla ve seküler tarih algısıyla yetişen insanlar, bu tür şeylerden rahatsız olmazlar.
Medeniyetin zirvesi
Müslümanların medeniyet algıları da tarih okuma modelleri ile birlikte ele alınması gereken bir konudur. Bu okuma modeline göre, faziletler medeniyetinin ve vahiy toplumunun temeli Âdem aleyhis selam tarafından atılmış, Habil’in çizgisi ile devam ettirilmiştir. Zirve noktasına ise Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e nübüvvet görevinin verilmesi ile ulaşılmıştır. Dolayısıyla Müslümanlar medeniyetin zirvesine tarihin bir noktasında ulaşmışlardır.
Günümüzde ”gelişim” kelimesi maddi ve teknolojik refah olarak anlaşıldığı için, bizim burada faziletler üzerinden gelişimi ele almamız ve zirve noktasının Asr-ı Saadet’te olduğunu söylememiz yine Müslümanlar olarak hayata bakışımızdaki farkı ortaya koyan bir anlayıştır. Bizim için medeniyet teknik ve teknolojik ilerlemeden ibaret değildir. Faziletsiz insanların teknolojiye veya maddi refaha kavuşmaları, bizim açımızdan hiçbir anlam ifade etmez. Bu onların ancak süfli yaşantılarını arttırır. Bizim için başlıca medeniyet kıstası, faziletlerdir.
Efendimiz aleyhis selatü ves selam Asr-ı Saadet modelini ortaya koyarken, insanların faziletlerde ulaşabilecekleri en son noktayı koymuştur. Ve bu nokta insanların hiçbir zaman aşamayacakları bir gelişmişlik sınırıdır. Kimilerine göre orta çağın Arapları olan bu insanlar, bize göre medeniyetin en tepe noktasındaki öncüleridir. Bir şiirinde Mehmet Akif’imiz “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi“ derken bu tarih ve medeniyet bilincine sahip olduğunu göstermektedir. Onlara yetişmek ise kimsenin haddi değildir.
Onları çapulcu olarak gören zihniyetin temelinde ise ırkçılık ve ulusalcılık düşüncesi vardır. Onlara göre bir medeniyet kurulmuş veya yüceltilmişse onu mutlaka kendi ırklarının mensupları yapmıştır. Kureyş kabilesinden, Haşimoğulları sülalesinden bir peygamberin dünyanın en büyük medeniyetini kurmasını hazmedemezler. Şimdi neden, kurdukları eğitim sistemi ile bize sürekli ırkçılık pompalamaya çalıştıklarını anlayabiliyor musunuz? “Ömer Seyfettin“ isminde bile okul varken, bir İmam Hatip Lisesine “Hazreti Ömer“ isminin verilmeyişi sizi de düşündürmüyor mu?
Mükemmel tarihtedir
Şu durumda madem bizim tarih algımıza göre “mükemmel” denilen olgu tarihin bir çağında sabitlenmişse -ki aynen öyledir- kim ne derse desin “Asr-ı Saadet Medine toplumu” bizim için en güzel modeldir. Dolayısıyla Efendimiz’in rahle-yi tedrisinden geçen ve onun örnekliğini yaşatan sahabiler sadece onu görmek ve onunla sohbet etmek şerefine erişen kimseler değil, aynı zamanda vahiy atmosferini birebir yaşayan kimselerdir. Onları üstün kılan nedenlerden birisi de budur.
Efendimiz tarafından sahabilerin yıldızlara müsavi görülmesi ve sahabileri öven daha nice hadis-i şerifler bu hakikati ortaya koymaktadır. Kuşkusuz ki İslam düşünürlerinin hepsi faziletli toplumu tarif ederken, Efendimiz aleyhis selam’ın yetiştirdiği bu örnek nesli tarif etmişlerdir. Ecdadımız da bu mübarek nesle en yüksek seviyede saygı göstererek, bize bu güzel bakış açısını miras bırakmışlardır.
Buraya kadar anlattıklarımızdan ideal toplumun Müslümanlar açısından geçmişte olduğunu, bundan sonra artık o ideal topluma ne kadar yaklaşabilirsek ancak onu hedefleyebileceğimizi ifade etmiş olduk. Dolayısıyla bizim ulaşmaya çalışacağımız havalarda uçuşan bir ütopya söz konusu değildir. Bizzat yaşanmış ve ayakları yere basan bir örneklik söz konusudur. Belki de sınırsız ufuklara bakmak yerine, ideallerimize bir yerde çerçeve çizmemiz bizim için daha gerçekçi ve verimli olacaktır. İşte bu çerçeve Efendimiz aleyhis selam ve seçkin eshabının örnek yaşantısıdır.
Hak ve Batıl Penceresi
Müslümanların tarihe bakışları ile ilgili bir diğer özgünlükleri de şudur. Müslümanlar tarihe her zaman hak ve batıl mücadelesi penceresinden bakarlar. Bu mücadelenin temelini ise Habil ve Kabil’e kadar götürürler. Bu bakış açısı Müslümanların tarihe bakışlarındaki özgünlüğü ve orijinalliği göstermesi açısından güzel bir örnektir. Tarihi olaylar hakkında belki tek tek net bilgilerimiz olmayabilir; ancak genel olarak tarihte uzlaşma olduğu gibi çatışmanın da olduğunu, barış olduğu gibi savaşın da olduğunu inkâr edemeyiz.
Hayatın tabiatında, iman ile küfrün, şirkle tevhidin, iyilikle kötülüğün mücadelesi vardır. Küfür ve zulüm düzeni ile çatışmak, tarihin ve hayatın bir gerçeği ve gereğidir. Hakk’ın hâkim olması ve batılın yok olup gidici olması gibi ifadeler ancak Müslüman sineleri titretecek hakikatlerdir. Seküler ve demokratik kafayla yetiştirilen nesiller bu hedeflerden uzaktır. Oysa Cenab-ı Allah zalimleri bizim elimizle savmayı murat etmiştir. Bir ayet-i kerimede bu çarpıcı hakikate şöyle işaret edilir: “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin…“ (Tevbe Suresi, 14)
Ecdadımız bu ve diğer cihad ayetlerini içselleştirdikleri için, tarihimiz birçok kere hak ve batılın mücadelesine şahitlik etmiştir. Yapılan fetihleri asla topraklarımızı büyütmek ve dünyaya egemen olmak için değil, İslam’ın adaletini yeryüzüne taşımak için yapmışlardır. Bugün ne acıdır ki farkında olmadan seküler kafayla yetiştikleri için, İstanbul’un fethini ve Viyana kuşatmasını gayri meşru gören ilahiyatçılar bulunmaktadır. Bu insanlar tarihe hak ve batıl çatışması perspektifinden bakamadıkları için, bu hatalara düşmüşlerdir.
Hoşgörü ve diyalog tezgâhı
Peki, bu tarih algısı bizim açımızdan günümüzde ne anlam ifade etmektedir? Bize hak ve batılı uzlaştırmaya çalışmamamız gerektiğini öğretmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de hak ile batılın bir arada olamayacağını ve bu ikisinin hiçbir zaman uzlaşamayacağını bildirmiştir. (Bkz. İsra, 81) Batılla uzlaşmaya çalışan hak “hak” olarak kalmayacak ve mutlaka “batıl”a tebdil olacaktır. Yine Kur’an-ı Kerim hak ile batılı birbirine karıştıranları ve bu suretle hakkı gizleyenleri uyarmıştır. (Bkz. Bakara, 42)
Şayet biz bu tarih şuurunu kavramış olsaydık, hakkı batılla karıştıran, münkere karşı mukavemetimizi kıran, batılla mücadele azmimizi yok eden, bizi ılımlı tatlı su balıkları haline getiren Fetö zihniyetini kırk yıl önce fark ederdik. Hoşgörü ve diyalog tezgâhı altında münkerle uzlaşma fikrini bu milletin aklına bu örgüt yerleştirmiştir. Bizi düşmanlarımız karşısında hazır lokma haline getirmek için elinden geleni yapmış ve her türlü zihinsel ifsat faaliyetinin öncüsü olmuştur. Onun kırk yıldır verdiği hasarları hala onarabilmiş değiliz. Müslümanların tarihe ve hayata bakışındaki orijinallikleri keşfettiğimizde, umulur ki bu tür örgütlere karşı daha temkinli yaklaşırız.
Cahiliyeyi bilmek
Müslümanların güncel hayata ve olgulara yaklaşımı da tıpkı tarihe yaklaşımları gibi orijinaldir. Mesela Müslümanlar İslam dışı modern hayata bakarken, bunu cahiliye ile irtibatlandırırlar. Birçok İslam düşünürü, çağımızdaki düşünce akımları ve izimleri incelerken, yaygın bir şekilde cahiliye dönemi ile bağlantı kurarlar. Hatta bazıları cahiliyeyi bilmenin önemini ifade ederken, cahiliyeyi anlayamayanların asr-ı saadeti, asr-ı saadeti anlayamayanların ise günümüz modern toplumunu anlayamayacağını, dolayısıyla da bu toplumda İslam adına bir fikir ortaya koyamayacaklarını ifade ederler.
Cahiliye dönemini bilme ve kavrama ile ilgili yapılan bu yorumun, geleneksel tefsir ve fıkıh açısından da oldukça tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. Zira “Hangi ayet hangi sebeple indi, İslam’da hangi eylem ne için yasaklandı, asr-ı saadetteki hangi uygulama hangi hikmetlere binaen ortaya konuldu” gibi sorular, tefsir ilminin bir konusu olan esbâb-ı nüzûl meselesini ilgilendirmektedir. Naslardan hüküm çıkarmayı konu alan fıkıh ilmine göre de, öncelikle o nasta geçen kelimenin cahiliye Arapları tarafından hangi anlamlarda kullanıldığının bilinmesi önemlidir. Bilhassa Belağat ilmi kitaplarında cahiliye dönemi şiirlerinin incelenmesi boşuna değildir. Dolayısı ile Kur’an’ı doğru anlayabilmek ve İslami ilimleri kavrayabilmek için cahiliye döneminin bilinmesi zaruridir.
Bütün bu anlattıklarımız çerçevesinde diyebiliriz ki hayata ve olgulara İslam penceresinden bakabilenler için “cahiliye” sadece tarihi bir zaman dilimi değil, aynı zamanda günümüzde ne kadar İslam dışılık, ne kadar bize yabancı unsur varsa hepsinin prototipini bulabileceğimiz geniş bir gözlem alanıdır. Sekülerini de deistini de tarihselcisini de orada bulabiliriz. O alana vukufiyetimiz ne kadarsa, günümüzdeki İslamî kopuşun ve kimliğimizdeki yabancılaşmanın sebeplerine de o derece iyi vakıf oluruz.
Buna misal olarak, günümüzde çok konuşulan sekülerizm ve deizm kavramlarını örnek verebiliriz. Allah’ın varlığına inanan ama onu dünya işlerine karıştırmak istemeyen seküler deist tiplemesi ile cahiliyenin müşrik tiplemesi neredeyse hemen hemen aynıdır. Her ikisi de “Yeri ve göğü kim yarattı?” sorusuna “Allah” cevabını verirler. (Bkz; Zümer, 38) Her ikisi de hevasını ilah edinir ve şirk koşarlar. (Bkz. Furan, 43) Ve her ikisi de seküler/kitapsız hukuk sistemini savunurlar. (Bkz. Kalem, 37) Bu konuda “Şirk ve Heva Dini Deizm“ ve “Kitaplı Hukuk Sistemi“ başlıklı yazılarımıza bakılabilir.
Kıssalarla ilişkilendiririz
Son olarak Müslümanların hayata ve tarihe bakışındaki bir özgünlüğüne daha dikkat çekerek konuyu toparlamak istiyoruz. Müslümanlar sosyal ve güncel hayata bakarken, yaşananları peygamber kıssaları ile sıkı bir ilişki kurarak ele alırlar. Mesela şeytanın insanı kandırması ve ayağını kaydırması ile ilgili konuları Âdem aleyhis selam kıssası ile, hastalıklara sabretmeyle ilgili konuları Eyüb aleyhis selam kıssasıyla, putlara karşı saygı konusunu İbrahim aleyhis selam kıssasıyla, iffetli olmak, çile çekmek ve zindanlara düşmekle ilgili konuları Yusuf aleyhis selam kıssasıyla, bir takım sapıklıklarla ilgili konuları ise Lut aleyhis selam kıssasıyla irtibatlandırarak ele alırız.
Yine bunun gibi zalim yöneticileri Firavun ile, kapitalist sermayeyi Karun ile, bildiklerini gizleyen âlim sınıfını Belam ile özdeşleştirerek zihnimize kodlarız. Şehircilik anlayışımızı belirlerken büyük sütunlar sahibi Ad kavminden ve İrem şehrinden ibret alırız. Heykellere saygı için bayram günü ilan eden kibirli Semud kavminin başına gelenlerden ders çıkartırız. Bütün nimetlere gark olduktan sonra buna rağmen azan İsrailoğulları’nın başına gelenler, bizim için birer ibret vesikasıdır.
Cinsiyet eşitliği veya adaleti gibi bir takım masum söylemlerin arkasında gizlenen Avrupa Birliği yasaları bize Lut kavmini hatırlatır. Zalim emperyalistlere karşı umutsuzluğa düştüğümüzde Fil vakıasını ve ebabil kuşlarını hatırlarız. Din düşmanlarından çok canımız yandığında Leheb Suresi’ni okuruz. Haddimizi aşacak olursak sonumuzun helak edilen kavimlere benzemesinden korkarız. Fakat yine de umutsuzluğa düşmez ve mağaraya sığınan Eshab-ı Kehf gibi rahmetini umarız. İşte bütün bu tavırlarımız, bizim kimliğimizin ve Müslümanca düşünen zihin yapımızın kodlarıdır.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.