İman ve küfür kavramları birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış kavramlardır. İçerisinde küfür izleri taşıyan bir imanın, Yüce Allah tarafından kabul görmeyeceği muhakkaktır. Zira Nisa Suresi 150 ve 151. ayetlerde gerçek kâfirlerin küfür ile iman arasında bir yol tutanlar olduğu açıkça bildirilmiştir.
Şu durumda müminler için, iman ve küfür kavramlarının doğru algılanması ve zihin dünyalarında keskin bir çizgi ile ikisi arasındaki ayrımın netleştirilmesi, imanî açıdan son derece önemlidir. Mevzuu; iman ve küfür olunca, müminlerin bu konuda ince eleyip sık dokumaları ideal olandır.
Bu hassasiyet ne kadar derinden olursa, küfre en ufak bir şekilde bulaşmamak da o derece mümkün olur. Dr. Mehmet Sürmeli Hoca’mızın sürekli vurguladığı bir öğüdü vardır. Hocamız der ki; “Eğer çocuklarınıza imanı sevdiremezseniz, kâfir anne babası olma tehlikeniz var” Sürmeli Hoca’mızın da ifade ettiği gibi hem böyle bir tehlike ile yüz yüzeyiz hem de kendimizin son nefeste imanlı gitme garantimiz yok. Bu bakımdan iman küfür kavramlarını gündemimize almamız ve üzerinde derin derin düşünmemiz gerekiyor.
Hani bir fıkra vardır Nasreddin Hoca’ya “ensen nerede” derler burnunu, “burnun nerede” derler ensesini gösterir. Bu fıkradaki hakikate binaen bizim “iman”ı kavramamız için önce küfrün ne olduğunu bilmemiz gerekir. Mü’mini tanıyabilmek için de kâfiri tanımamız gerekir.
Kâfir kimdir?
“Kâfir” kelimesi esasında bilindik bir kelimedir. “Hakikatin üstünü örtmeye çalışan, inkâr eden, inkârında ileri giden, hakikati inkâra şartlanmış olan, İslam dinine inanmayan, imansız kimse” gibi anlamlara gelir. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda vardır. “Kâfir” demek “Yüce Allah’a inanmayan kimse” demek değil, İslam’a inanmayan kimse demektir. Kaldı ki putperest müşriklerin tamamı Yüce Allah’a inanan kimselerdir. Fakat bu inancın şekli “tevhid” değil “şirk” şeklindedir. Kafirun Suresi’ndeki; “Sizin dininiz size” ifadesinde geçen “din” kelimesi putperestlerin inancı olan “şirk dini”ne işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’e göre Yüce Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileri olarak nitelendirilmişlerdir. (Bkz; Maide, 44) Bir kişi Kur’an-ı Kerim mushafını hırsla yere fırlatıp ayakları ile onu tepelediğinde o kimsenin “Müslüman’ım” demesi nasıl inandırıcı değilse bir kimsenin Ku’an’ın hükümlerine karşı böyle tavır içerisine girip sonra da iman iddia etmesi de inandırıcı değildir. Yine bunun gibi Müslüman’ım deyip de Kur’an’ın bazı konu ve kısımlarını görmezden gelmek suretiyle onun bir kısmına “yok sayma” muamelesi yapanların da imanları risk altındadır.
Diğer taraftan iman ve küfür konusunda konuşurken aklımızdan çıkartmamamız gereken bir düstur da şudur: “Size Müslüman olduklarını bildirenlere ‘siz mümin değilsiniz’ demeyin.” (İsra, 94) Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Kim bir adamı ey kâfir diye çağırır veya ona ey Allah’ın düşmanı derse, o adam da böyle değilse, bu söz, söyleyenin kendisine döner.” (Buhârî, Edeb 44; Müslim, Îmân 112) Buradan da anlıyoruz ki iman ve küfür mevzularında üstünkörü konuşmak Müslümana yakışan bir tavır olamaz.
Yüce Allah’ın dininin benimsenmesi ve yaşanılması Yüce Allah’ın kulları üzerindeki bir hakkıdır.
Sağlam bir İslam inancına sahip olmak isteyen bir mü’minin, şirk ve küfür kavramlarının mahiyeti hakkında düşünmesi gerekir. Zira “Dört Terim” adlı kitabında özetle Mevdudi’nin de dediği gibi; Kur’an’da geçen terimlerin anlamlarını bilmeyen bir kimseye Kur’an’ın söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Böyle biri “tevhid” düşüncesini gereği gibi kavramakta güçlük çekeceği gibi onun karşıtı olan “şirk” vehminin de hangi kılıklar ve görüntüler altında insan ruhuna çullanabileceğini fark etmekte güçlük çekebilir.
İnsanın şirk ve küfür gibi kötülüklerden uzak durabilmesi için öncelikle bu terimlerin ne anlama geldiği hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Şu durumda “kâfir kimdir?” sorusuna bir cevap aramamız yerinde olacaktır? Yüce Allah’ın son ilahî kitabındaki bir ayeti yalanlayan, O’nun isimlerinden veya sıfatlarından bir tanesini inkâr eden, İslam dininin kural, kaide, kanun, ilke ve prensiplerinden bir tanesini benimsemeyen kimse kâfir olarak isimlendirilir. Hatta Kur’an’ın tek bir harfini inkâr etmek de insanı küfre sokar. Dolayısıyla hak din olan İslam’ın dışındaki dinlere inananların tamamı, İslam’ı inkâr ettiklerinden dolayı kâfir olurlar. Bizim görevimiz ise onları iman etmiş kabul etmek değil, onları imana çağırmaktır.
Allah- insan ilişkisi
İslam’a göre Yüce Allah ile kul arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini “düzen koyucu” ve “terbiye edici” anlamlarına işaret eden ismiyle “Rab” belirler. Yüce Allah bunu peygamberler vasıtasıyla yeryüzüne din göndermek sureti ile yapar. İslam’ın prensiplerine arkalarını dönerek Yüce Allah’la arasındaki ilişkinin kurallarını kendileri koymaya yeltenenler ve bu ilişkilerin, Yüce Allah’ın istediği şekilde değil de kendi istediği şekilde sürdürülmesi gerektiğine inananlar da “kâfir” kabul edilirler.
Bir kimse bir konuda Yüce Allah ne buyurmuş, Resulü ne buyurmuş; bunları umursamıyor ve yalnızca kendi doğrularını ölçü kabul ediyorsa bu kimse için mümindir diyebilmemiz güçtür. Yani davranışlarında Yüce Allah’ı ve onun prensiplerini yok kabul ediyorsa, onun yerine akıl putunu bir şekilde devreye sokmuşsa, zihin ve kalp dünyasında Yüce Allah’a bir yer ayırmamışsa biz bu insana nasıl mümin diyebiliriz ki?
Yüce Allah’ın karşısına kendi aklını veya arzu ve isteklerini koyan kimse Kur’an’ın “hevasını ilah edinenler” olarak nitelendirdiği zümreye dâhil olur. Yüce Allah insandan kendi istediklerini yapmasını ve kendisine karşı asi olmamasını ister.
İnsan buna kulak asmaz ve şeytanın istediklerini yaparsa “kâfir” değil “günahkâr” olur. Ancak o kimse kendi kurallarını kendi üretmeye kalkarsa işte o zaman dini yalanlamış olarak küfre düşer. İslam dini hiçbir kimseye Yüce Allah’ın sözünün üstüne söz söyleme ve O’nun doğrularına alternatif doğrular üretme yetkisini vermemiştir. Yüce Allah’ın dininin benimsenmesi ve yaşanılması Yüce Allah’ın kulları üzerindeki bir hakkıdır.
İslam dini hiçbir kimseye Yüce Allah’ın sözünün üstüne söz söyleme ve O’nun doğrularına alternatif doğrular üretme yetkisini vermemiştir.
Demek ki burada Yüce Allah’la olan ilişkinin kurallarını kendi kafamıza göre belirleme mevzuu, mümin ve kâfir ayrımını netleştiren bir unsurdur. Bunun somut bir örneğini vermek icap ederse şunu söyleyebiliriz. “Namaz kılmak gibi bir kulluk biçimini veya ibadeti tanımıyorum” diyen bir kimse apaçık kâfir olmuştur. Çünkü o kimse dinin direği olarak görülen bir ibadeti ve ilgili Kur’an hükümlerini reddetmiştir. Mümin ise Yüce Allah ile olan iletişiminin ne şekilde olması gerektiği konusuna karışmaz ve O’nunla olan ilişkilerinde Rabb’inin koyduğu kuralları benimser. Belki bu kurallara zaman zaman uymasa bile bu kuralları Rabb’in belirlediğine iman eder.
İnsanın ne şekilde küfre düşebileceğini izah edebilmemiz açısından bu konuyu bazı örneklerle açıklamamız faydalı olacaktır. Mesela bir kadın, vücudunda örtmesi gereken yerleri açıyorsa günahkâr olur, Hatta bütün hayatı boyunca bunu sürekli yapıyorsa yine günahkâr olur. Ancak söylediği sözün Yüce Allah’ın emirlerine uyup uymadığını umursamaksızın; “Yüce Allah benim neden güzelliklerimi göstermemi yasaklasın ki?” diyorsa, imanını kayıp eder.
Bu söz ilk bakışta basit bir sözmüş gibi algılansa da aslında Yüce Allah’ın “Rab” olarak koyduğu kuralları hiçe saymak anlamına geldiğinden çok büyük bir inkâr ifadesidir. Yani yalanlamanın ta kendisidir. Kur’an’ın ilgili hükmünü bildiği halde, ona tezat teşkil eden bir yorum yapmak insanı kâfir statüsüne sokacak bir durumdur. Fakat cahilce ne konuştuğunu bilmeden söylüyorsa, imanı gitmese de yine de risk altına girer.
Başka bir örnek daha verelim: Nur Suresi’nde Yüce Allah mümin erkeklere harama bakmamaları gerektiğini öğütler. Mümin erkekler eğer zaaflarını yenemiyor ve harama bakmakta ısrar ediyorlarsa günahkâr olurlar. Fakat bunu bile bile, bu yaptıklarının günah olmadığını savunuyorlarsa kâfir olurlar. İster bunu “Erkek adam bakar” veya “güzele bakmak sevaptır” gibi abes ve avamî bir tarzda, ister “Herkes özgürdür” gibi daha özgürlükçü bir söylemle yapsın; bu ikisi arasında sonuç itibari ile bir fark yoktur. Buradaki asıl espri şudur: Kural koyucu olarak Rabb’i tanımak veya kendi kurallarını kendi koyarak nefsini ve hevasını ilah edinmek…
Yüce Allah’ın günah dediği şeye sevap deniliyorsa, bu bir haddini bilmezlik ve apaçık inkâr ifadesidir. Dikkat edilirse, Bakara Suresi’nin beşinci ayetinde Rabb’in “doğruluk ölçütü”nden yani hidayet yolunu gösteren “yol gösterici”den (hüden) bahsedilmiş ve akabindeki altıncı ayette ise kâfirlerden bahsedilmiştir.
Doğruluk ölçütünü kabul edenler beşinci ayette müjdelenmiş, kabul etmeyenler ise altıncı ayette kâfir statüsünde görülmüştür. Aynı durum bu surenin otuz sekiz ve otuz dokuzuncu ayetlerinde de görülmektedir. Doğruluk ölçütünü Rab’den almamak demek, insanın kendi kurallarını kendisinin koyması demektir. İşte kâfir bunu yapan kimsedir.
Şu durumda sonuç olarak insan bir şekilde küfre bulaşıp bulaşmadığını tespit etmek istiyorsa kendisine şu soruyu sormalıdır: “Benim Yüce Allah’ın doğruları ile aram nasıl?” Dikkat edelim; Batılılaşma ile birlikte bize gelen sahte doğrulardan bir tanesi de ahlakî alanın rölatif yani izafi (göreceli) olduğu yalanıdır.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com