İsra Suresi’nin ilk ayeti Peygamber Efendimiz’in İsra ve Miraç yolculuğunun vuku bulduğunun kanıtıdır. İlahi bir haber olması münasebetiyle hakikate teslim olan Müslümanlar için tartışma konusu bile değildir. Nitekim ayet-i kerime açıktır:
“O yüceler yücesi (Allah) ki, mucizelerinden bir kısmını kendisine göstermek üzere, bir gece kulunu (Mekke’deki) Mescid-i Haram’dan alıp, bereketlerle kuşattığı (Peygamberler diyarı Kudüs’teki) Mescid-i Aksa’ya götürdü. (Böylece, Resulullah, yeryüzünde kendisini bekleyen çetin mücadeleye hazırlanmak üzere, Rabb’inin huzurunda muhteşem mucizelere şahit oldu ve tüm insanlığı aydınlatacak mesajlarla yeniden aranıza döndü.) Hiç kuşkusuz O, her şeyi işiten, her şeyi gören mutlak kudret sahibidir.” (İsra 17/1)
Akıllarına yatmamış
Ortada sübutu kati bir ayet varken bazı araştırmacılar; “Böyle uzun mesafeli bir yere bir gece de nasıl gidilir; keyfiyetini sadece Allah’ın bildiği bir yükseliş ve âlemleri müşahede nasıl olabilir” yaklaşımıyla bu ayete rasyonel anlamlar yüklemeye başladılar. Bu bağlamda ayetteki “Mescid-i Aksa”yı literal çeviriye tabi tutarak “Uzak Mescit” diye anlamlandırdılar. Bu yaklaşımın sonucu olarak da Mekke’nin çevresinde mescitler türetmeye başladılar.
Hatta Peygamber Efendimiz’in hac ve umre için “mîkat” yeri olarak da gösterdiği Ci’râne’deki bir mescidden bahsettiler fakat Resulullah’ın Miraç olayına kadar Mekke’de her hangi bir mescid yaptırıp yaptırmadığını belgelemediler. Böyle bir mescid varsa, tarihçesini anlatmadılar. Ci’râne Mescidi dediler ve işi bağladılar.
Türetilen mescidin etrafı ne kadar bereketli vb. soruları düşünmeden sadece bir kompleksi yenmeyi denediler. Böyle bir ön kabulü dayatan akademik zevat, Peygamber Efendimiz’in hadislerini ve ilgili sahih rivayetleri hesaba katmayınca kendilerine serbest bir alan oluşturarak hoyratça fikir jimnastiğine başladılar. Akademik hiyerarşinin yerine göre din gibi dayatıldığı ülkemizde hiçbir Allah kulu; “Mescid-i Aksa’yı İsra ve Miraç’tan silmek Kudüs davamıza zarar verir; yapılan iş Siyonizme hizmettir” radikal çıkışını yapmadı. Çünkü alınan terbiye bunu gerektiriyordu. Öncelikle İsra Suresi’nin birinci ayetine meal yazarlarının veya namı diğer, müfessirlerin verdikleri anlamla başlamak istiyoruz. (Mevcut muteber ve muteber olmayan meallerden bir kısmının İsra Suresi’nin birinci ayetine verdikleri mealleri birinci dipnotta okuyabilirsiniz.)[1]
Meallere baktığımızda yazarların neredeyse tamamına yakını ayetteki “Mescidil aksa” lafzını Kudüs’deki Mescid-i Aksa olarak tanımlamışlardır. Sadece Mustafa Çavdar ve Mustafa Öztürk meallerinde “Ci’râne Mescidi” anlamlarını vermişlerdir. Özellikle Mustafa Çavdar bu tercihi bir araştırma yapmaksızın başkasından ödünç almıştır. Bu kanaate tüm tefsir kaynaklarını ve tarihi verileri kullandıktan sonra mı, yoksa acele bir şekilde mi varmışlardır? Araştırmamızda bunlara da değineceğiz. Yaşar Nuri Öztürk ise hem “Mescid-i Aksa” hem de “En uzak Secdegah” anlamlarını almıştır. Bir muğlaklık vardır. Hüseyin Atay’ın verdiği manaya baktığımızda ise isimdeki ve yerdeki kapalılığı (müphemliği) aşacak hiçbir zahmete girmemiş, “En uzak tapınma yeri” şeklinde bir anlam vererek ayeti anlaşılmaz hâle getirmiştir.
Süleyman Ateş ise kendisine sorulan bir soruyu[2] cevaplarken ayetteki mescidi, Ci’râne mescidi diye açıklamıştır. Eğer söylediğinde samimi ise mealinin en son baskısında; ““Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki gecenin bir vaktinde kulunu, ayetlerimizden bir bölümünü, kendisine göstermemiz için, Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa‘ya yürüttü. Gerçekten O, işitendir, görendir.” Şeklinde bir çeviriyi tercih etmemesi gerekirdi.[3] Farklı mealler vererek çelişkiye düşen Ateş, hangisi üzerinde karar kıldığını beyan etmeliydi.
Mustafa Öztürk ise mealinde Mescid-i Aksa’yı, Ci’râne mescidi alarak verirken ayetle ilgili uzun bir açıklama yazısı yazmıştır. Yazısındaki şu açıklamalar, metni hem anlamsız hâle getirmiş hem de çelişki oluşturmuştur. (İlgili görüşünü dipnottan okuyabilirsiniz.)[4] Umarız bu şahıs ulemayı töhmet altına alan ve çelişkilerle malul bu metni daha sonra okuma fırsatı bulmuştur. Şayet okuduysa çelişkili ifadeleri değiştirmesi gerekirdi.
İslam tarihinde Cirane
Ci’râne mescidinin İsra gecesinde Miraç’a başlangıç edebilmesi için yukarda açıkladığımız üzere Resulullah tarafından peygamberliğin Mekke döneminin en geç 9. veya 10. yıllarında inşa edilmesi gerekir. Kaynaklar böyle bir açıklama yapmıyor. Yapılan çalışmaların hülasası bağlamında Ci’râne mescidi ülkemizin en ciddi ansiklopedisinde şöyle anlatılmaktadır: Mekke ile Tâif arasında, Mekke’ye 9 mil uzaklıktadır. (Ezrakī, II, 131) Burada aynı adla anılan bir su kuyusu vardı. Kelime ilk dönem hadis âlimlerinin çoğu tarafından Ciirrâne, tarihçiler ve dilciler tarafından Ci‘râne şeklinde okunmuştur.
Ci‘râne İslâm tarihinde Peygamber Efendimiz’in ganimetleri dağıtması sırasında çıkan olaylar sebebiyle meşhur olmuştur. Huneyn’de Hevâzin ve Sakīf kabilelerine bağlı kuvvetler büyük bir hezimete uğramış, bir kısmı Evtâs mevkiine çekilirken bir kısmı da Tâif Kalesi’ne sığınmıştı. Peygamber Efendimiz düşmanı takip için Evtâs’a bir seriyye göndermiş, kendisi de elde edilen ganimetleri Ci‘râne mevkiinde bırakarak Tâif’e hareket edip burayı muhasara altına almıştı (8/630).
Tâif muhasarasının kaldırılmasından sonra ganimetlerin muhafaza edildiği Ci‘râne bölgesine dönen Peygamber Efendimiz, sayıları büyük bir yekün tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerler arasında dağıtmadan bir süre bekledi. Niyeti, Müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinliler’e bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslâmî bir şuura sahip olmayan yeni Müslüman olmuş bir kısım bedevîler, ganimetleri hemen dağıtması için Peygamber Efendimiz’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.
Beytülmâl hissesi olarak beşte biri ayrılıp geri kalan esir ve ganimetlerin taksim edilmesinden sonra Hevâzin’den gelen heyet Peygamber Efendimiz’e Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının iadesini istediler. Peygamberimiz sadece esirleri ashabının rızâsını alıp Hevâzin’e geri vermek isteyince bazı kişiler yine mesele çıkardılar. Ancak kazanılacak ilk zaferde kendilerine bunu fazlasıyla telâfi edecek ganimet vaad edilince muhalefet etmekten vazgeçtiler.
Mikat yerlerinden biridir
Peygamber Efendimiz Huneyn’de ele geçirilen ganimetlerden müellefe-i kuluba daha fazla pay verdi. Onun bu tasarrufunun, ganimetin beytülmâl hissesi olarak ayrılan ve harcama yetkisi. Peygamberimize ait olan beşte birden mi (humus), yoksa ganimetin tamamından mı olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Ubeyd, fazlalığın onlara humustan verilmiş olduğunu söyler. (el-Emvâl, s. 297-298)
Peygamber Efendimiz’in ganimetten müellefe-i kulûba fazla pay vermesi üzerine bazı Müslümanlar sert itirazlarda bulundular. Bu arada ensardan bazı kimseler de Peygamberimizin bu tasarrufundan memnun olmadıklarını belirten sözler sarfederek kendi aralarında dedikodu yaptılar. Durumdan rahatsız olan ensardan Sa‘d bin Ubâde, bu sözleri Peygamber Efendimiz’e naklederek ganimetten kendilerine hiç pay verilmediğini söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ensarı toplayarak müellefe-i kulûba ganimetten niçin fazlaca hisse verdiğini kendilerine anlattı; bu arada ensarın faziletini dile getirerek kendisinin daima onlarla beraber olacağını söyledi, onlara ve çocuklarına dua etti. Yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini ifade edip Peygamberimizden razı olduklarını söylediler. Ganimetlerin taksiminden sonra Peygamber Efendimiz Ci‘râne’de ihrama girerek umre için Mekke’ye gitti. Daha sonra tekrar Ci‘râne’ye gelip buradan Medine’ye hareket etti. Ci‘râne’de bu olayların hâtıralarını yâdetmek üzere inşa edilmiş bir mescid vardır.
Hil bölgesinde yer alan Ci‘râne, Harem bölgesinde bulunan kimselerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biri olarak da önem taşımaktadır. Harem’de bulunanların umre için diğer mîkāt yerleri ise Hudeybiye ve Ten‘îm’dir. Şâfiîler’e ve Mâlikî ile Hanbelî mezheplerinden bazı âlimlere göre bu üç yerin içinde en faziletli mîkāt Ci‘râne’dir. Daha sonra sırasıyla Ten‘îm ve Hudeybiye gelir. Hanefîler, Hanbelîler’in çoğunluğu ve bazı Şâfiîler’e göre ise Ten‘îm’den ihrama girmek daha faziletlidir. Mâlikî âlimlerin ekseriyeti ise Ci‘râne ile Hudeybiye arasında fazilet bakımından fark bulunmadığı görüşünü benimsemiştir.[5] Buradaki bilgilere baktığımızda karşımıza çıkan hakikat, Ci’râne mescidinin 630’dan sonra gündeme gelmesidir. İslâm’ın yayılış tarihinde ve özellikle de Mekke’deki davet günlerinde kendinden bahsedilmemektedir. Şayet böyle bir mescid olsaydı yeryüzünde ilk yapılan mescid unvanı Kuba veya Mescid-i Nebi’ye değil de Ci’râne mescidine verilirdi.[6]
Bu açıklamalar gösteriyor ki Ci’râne, Huneyn Savaşı’ndan sonra meşhur olmuştur. Kaynaklar burada hicretten önce inşa edilmiş bir mescidden bahsetmemektedirler. Huneyn savaşından sonra yapılması ise İsra ve miraç olaylarıyla ilgi kurmaya müsait değildir. Durum böyle olunca ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna cevap ramak gerekir. Ayetteki müphemliği gidermek için rivayet kitaplarına ve klasik kaynaklara müracaat edeceğiz. Doğru bir neticeye varabilmek için takatimiz kesilene kadar kaynakları araştıracağız. Bu konuda bir ön kabulümüz yoktur. Araştırma bittikten sonra neticeyi paylaşırız. Araştırmayı derinleştirmeden fikir beyan edenlerin, “Ci’râne” tespitlerinin temelinde yatan hususlardan biri de özellikle hadis rivayetlerine karşı mesafeli veya reddiyeci olmalarıdır.
Kaynaklarda nasıl geçiyor?
Kur’an kaynakları verirken müelliflerin vefat tarihlerini gözeteceğiz. Çünkü İlk kaynakların Peygamber Efendimiz’e ve sahabeye yakınlıkları söz konusudur. Dolayısıyla onların içeriği oldukça önemlidir. İlk müfessirlerden Hasan el Basrî (ö. 110/728) Ayetteki Mescid-i Aksa’nın Beyt’ü-l Makdis olduğunu söylemiştir.[7] Yine ilklerden Mukâtil bin Süleyman (ö. 150/767), Beyt’ü-l Makdis diye yorumlamıştır. İsra olayının hicretten bir yıl önce Recep ayında tahakkuk ettiğini belirtmiştir. Cebrail’in gelip Peygamber Efendimiz’i Beyt’ü-l Makdis’e götürdüğünü ve Resulullah’ın peygamberlerle namaz kıldığını nakletmiştir. Müşrikler bazı sorular sormuşlar, kervanlarıyla ilgili malumat istemişler, Peygamber Efendimiz bunları detaylıca cevaplamıştır. Mukatil, bunlara tefsirinde yer vermiştir.[8]
Ferra (ö. 207/822) da ayetteki Mescid-i Aksa’nın, Beyt’ü-l Makdis olduğuna kail olmuştur.[9] Yahya bin Sellam (ö: 200/815) ayetteki bahsedilen mescidin Beyt’ü-l Makdis olduğunu bildirip Miraç ile ilgili uzun malumat vermiştir.[10] İbni Vehb de (ö: 308/921) Mescid-i Aksa’nın, Beyt’ü-l Makdis olduğuna kaildir.[11]
Taberî (ö: 310/923) Mescid-i Aksa’nın Mekke’ye uzak olduğu için bu adı aldığını belirtmiş, bilinen ve ziyaret edilen bir mescit oluşuna vurgu yapmış, rivayetleri uzun uzun anlatmış, Miraç’ın ruh ve bedenle olduğuna değinmiş, mescitten kastın Beyt’ü-l Makdis oluşuna atıflar yapmıştır. Konuyu çok mufassal şekilde açıklamıştır.[12]
İlk tefsirlerden ve aynı zamanda rivayet çalışmalarından olan Taberî’nin bu muhteşem eserinde Ci’râne’den bahsedilmemesi manidar değil midir? Diğer çalışmalar da bu minval üzerine gitmektedir. İmam Mâturîdî, (ö: 333/944) Te’vilât’da, gecenin bir kısmında kulunu bir aylık mesafeye bir anda götüren Yüce Allah’ın, bu ilginç kudretle ölüleri de anında diriltmeye kadir oluşuyla ilgi kurmuş, “aksa” kelimesinin kök fiilini vererek Beyt’ü-l Makdis’in Mekke’ye uzak oluşunu anlatmıştır.[13]
Zemahşerî (ö: 538/1144), meşhur Keşşaf adlı tefsirinde, Beyt’ü-l Makdis’in etrafının daha önceki vahiylerle bereketli kılındığına işaret etmiş; o gün Kâbe ve Beyt’ü-l Makdis’in dışında mescit olmadığını beyan etmiştir.[14] Zemahşerî’nin bu açıklaması çok önemlidir. Bu açıklamaları düşünen ve hakikate teslim olan insanlar iş olsun veya kafalar karışsın diye yeni mescitler arama zahmetine girmezler. Kurtubî (ö. 671/1273) Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in Yüce Allah’ın izniyle ve kudretiyle Beyt’ü-l Makdis’e gelişini, orada tüm peygamberlere imam oluşunu ve miracın oradan başlamasını ayrıntılı şekilde rivayetlerin ravileriyle beraber vermiştir.[15]
Hazin (ö: 741/1341), yaptığı açıklamalarda Zemahşerî ile aynı kanaati paylaşmıştır.[16] Benzeri fikirler ve nakiller Ebussuud Efendi’de (ö: 982/1574) ve İsmail Hakkı Bursevî’de de de vardır.[17] Mescid-i Aksa’yı Kâbe’den uzaklığıyla anlamlandıran Bagavî (ö: 516/1122) ve[18] İbni Kesir (ö: 774/1373), uzak mescitten kastın Beyt’ü-l Makdis oluşunu kabul etmişlerdir. Hatta ibni Kesir, mescidin yerini de bildirerek peygamberler diyarı Kudüs’deki mescit oluşunu tekit etmiştir.[19] Safedî de (ö: 696/1296) İbni Kesir’e benzer görüşleri kabul etmiştir.[20] Hicaz’a uzaklığından dolayı Beyt’ü-l Makdis’e Mescid-i Aksa denildiğini söyleyen Âlûsî (ö: 1270/1854) Mekke ile Kudüs arasının yaya olarak kırk günlük bir mesafe oluşuna dikkat çekmiştir. Aksa ifadesinin bu uzaklıktan alındığını savunmaktadır.[21]
Çalışmamızda klasik müfessirlerin görüşlerini naklettik. Çağdaş müfessirlerin görüşleri de aynı çerçevede olduğu için tekrara girmek istemedik.[22] Zira son dönem müfessirleri Mescid-i Aksa’dan kastın Beyt’ü-l Makdis olduğuna vurgular yapmışlar ve bu havalinin peygamberlerin tevhid mücadelesine tanıklık yaptığına değinmişlerdir. Unutmamak gerekir ki İslâm âlimleri, Kur’an-ı Kerim’de el-Mescid’ü-l Aksâ adıyla anılan ve çevresinin mübarek kılındığı belirtilen yerin (el-İsrâ 17/1) Beyt’ü l Makdis olduğu konusunda ittifak halindedir.[23]
Miraç esnasında Mescid-i Aksa yok muydu?
Bugün Kâbe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildiği gibi Mescid-i Aksâ’ya da çevresiyle birlikte Harem-i şerif denilmekte ve bununla eski Kudüs’teki kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m. uzunlukta olan ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bulunan, içinde Kubbetü’s-sahra’nın de yer aldığı kutsal mekân kastedilmektedir.[24] Bazı meal-tefsir çalışması yapan akademisyenler, miraç olayı sırasında böyle bir mescidin olmadığını söylemişlerdir. Muhammed Hamidullah’ın görüşlerinden hareketle Hasan Elik de çalışmasında bu iddiayı savunmuştur.[25] Burada Hasan Elik ve benzeri düşünceleri savunan araştırmacılara şu soruları sormak gerekmektedir:
1-Müslümanlar Hicretten sonra bir buçuk yıl kadar Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmışlar mıdır? Mescit yoksa Müslümanlar nereye dönmüşlerdir? Kıble tahvili ayet ile gerçekleşmemiş midir?
2-Mescidden kasıt o mukaddes mabetlerin bizzat mekânı değil midir?
3-Müslümanlar için kıble, Kâbe’nin bulunduğu yerden gökyüzüne, yerin derinliklerine kadar değil midir?
4-Böyle bir yaklaşım Mescid-i Aksa’yı itibarsızlaştırmaz mı?
5-Yeryüzünde ancak üç mescit için seyahat edilebilir; Kâbe’nin, Mescid-i Nebi’nin ve Mescid-i Aksa’nın faziletiyle ilgili tüm hadisler asılsız mıdır?[26] Bu soruların doğru ve ilmi cevaplarını vermeden, rasyonalist bir yaklaşımla ve tarihi araştırmaları kesinleştirmeden Müslümanların kaynaklarını işe yaramaz göstermek Müslümanlara da en büyük hakarettir.
Farkında olmadan muhalefet ediyorlar
Mescid-i Aksa’dan kastın Cirane mescidi olduğunu iddia edenler her şeyden evvel Kur’an-ı Kerim’e muhalefet etmektedirler. Zira Resulullah’ın yaptırdığı ilk mescidin Kuba Mescidi veya Mescid-i Nebi olduğu ayetle sabittir.[27] İddia edildiği gibi Cirane Mescidi olsaydı ayet veya hadislerden bu yapılan mescide atıf olabilirdi.
Ayrıca unutmamak gerekir ki Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar, Mekke’de velayeti üstlenemedikleri için değil mescid yapmak Kâbe’de bile namazlarını güvenle kılamamışlardır. Bu bağlamda şu soruyu sormak gerekir: Peygamber Efendimiz, Mekke döneminin sonlarında böyle bir mescidi nasıl yaptırmıştır. Yapılış tarihini bilimsel yöntemlerle ispat etmeleri gerekir. Böyle bir ispata girmeden kaynakların tamamına yakınını yok sayarak, ulemanın cumhurunu itham ederek sadece tarihçi Vâkıdî üzerinden değerlendirme yapmaları doğru değildir.
Araştırmamız çerçevesinde İslâm Ansiklopedisindeki Vâkıdî ile ilgili şu açıklamaları değerlendirmeye sunuyoruz: Vâkıdî’nin olayların cereyan ettiği yerlere giderek sahâbî torunlarından ve şehid çocuklarından aldığı bilgilerle diğer yollardan elde ettiği rivayetlerin sayısının 20.000’e ulaştığı zikredilmektedir. Ancak Vâkıdî, muhaddisler tarafından meçhul râvilerden münker hadisler aldığı iddia edilerek ağır ithamlara maruz kalmış ve eleştirilmiştir.
Diğer taraftan isnadlarında senedleri ayrı ayrı zikretmenin uzun zaman alacağı düşüncesiyle sık sık telfîke başvuran Vâkıdî bundan dolayı cerh edilmiştir. Bu hususta kendisini tenkit edenlerin başında gelen Ahmed b. Hanbel, “Onun inkâr edilecek bir durumu yok, ancak isnadları topluyor ve bazı konularda ihtilâfa düşen bir zümreden tek bir siyakla tek bir metin getiriyor” demiştir.
Yine Ahmed bin Hanbel’in, “Vâkıdî yalancının biri, hadisleri kalbediyor, Zührî’nin hadisini Ma‘mer’in hadisine ekliyor ve buna benzer şeyler yapıyor” şeklindeki ifadesi de cerh ve ta‘dîl âlimlerinin çoğunluğu tarafından onun rivayet ettiği hadislerin reddedildiğini göstermektedir (Vâkıdî’yi cerhedenler ve gerekçeleri için bk. Öz, s. 305-306). Vâkıdî, Peygamber Efendimiz’in hanımlarından Ümmü Seleme’nin mevlâsının adıyla şöhret bulan “Nebhân hadisi”ni Ma‘mer- Zührî- Nebhân- Ümmü Seleme tarikiyle rivayet etmiş, Ahmed bin Hanbel ise Yûnus dışındakilerin bu hadisi nakletmediğini ileri sürerek Vâkıdî’den hadis yazmanın doğru olmadığını söylemiştir. Ancak hadisin başka tariklerle de rivayet edildiği görülünce Ahmed bin Mansûr er-Remâdî, “Bu Vâkıdî’ye yapılan zulümlerden biridir” şeklinde tepki göstermiştir. Remâdî’nin bu sözü Vâkıdî’ye yönelik tenkitlerin her zaman haklı sayılmayacağını ortaya koymaktadır.
Muhaddislerle cerh ve ta‘dîl âlimlerinin Vâkıdî’ye yönelttikleri bu ağır tenkitler hadis rivayeti ve tarih arasındaki farktan ileri gelmektedir. Hadisler genellikle kısa ve olayların birbirine bağlı unsurlarıyla anlatılmasının gerekmediği metinlerdir. Tarih yazıcılığında ise olayları birbirine bağlamak suretiyle anlatım esastır. Vâkıdî’nin birçok hadisin senedini birleştirerek vak‘ayı anlatması ilk defa kendisinin başvurduğu bir usul değildir. İbrâhim el-Harbî’nin işaret ettiği gibi siyer ve megāzî telifinde aynı usulü hadiste otorite kabul edilen Urve bin Zübeyr, İbn Şihâb ez-Zührî, Hammâd bin Seleme, Âsım bin Ömer bin Katâde ve İbn İshak da kullanmıştır.
Muhammed Hamîdullah, aynı konuda başka bir örnek vererek bu usulün yalnızca tarihçilere inhisar etmediğini belirttikten sonra İmam Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yirmiden fazla yerde aynı usule başvurduğunu söylemekte ve bazılarının yerini göstermektedir. (Kitâbü’r-Ridde, nşr. Muhammed Hamîdullah, neşredenin girişi, s. 13-14)
Diğer taraftan Vâkıdî’yi savunanlar da olmuş, başta İbn Sa‘d, Mücâhid bin Mûsâ, Derâverdî, Ömer en-Nâkıd, Muhammed bin İshak es-Sâgānî, Mus‘ab ez-Zübeyrî, İbrâhim el-Harbî, Ebû Ubeyd Kāsım bin Sellâm, Yezîd bin Hârûn gibi muhaddis ve tarihçiler kendisini sika kabul etmiştir. (diğer talebeleri için bk. Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IX, 455) Hadis rivayetinde Vâkıdî’yi güvenilmez kabul edenler dahil onun siyer ve megāzî, ahbâr ve fıkha dair rivayetleri hakkında olumsuz görüş bildiren bulunmadığı gibi bilhassa megāzî sahasında otorite kabul edilmiştir. Kendisini en çok eleştirenlerden Ahmed bin Hanbel’in her cuma günü yeğeni Hanbel bin İshak’ı Vâkıdî’nin kâtibi İbn Sa‘d’a göndererek onun hadislerinden ikişer cüz aldırdığı, bunları inceledikten sonra iade ettiği ve başka cüzler de getirttiği kaydedilmiştir. Öte yandan Ahmed bin Hanbel’in Vâkıdî’ye karşı tavır almasında mihne olayını başlatan Me’mûn ile Vâkıdî’nin arasının iyi olmasının bir etkisi yoktur; çünkü mihne uygulaması Vâkıdî’nin vefatından sonra başlatılmıştır (cerh ve ta‘dîliyle ilgili değerlendirmeler için bk. Hatîb, III, 3-20; Şulul, s. 198-205; Abdülazîz b. Süleyman b. Nâsır es-Sellûmî, I, 107-134; Öz, s. 305-308, 319-322).
Cerh ve ta‘dîl âlimleri Vâkıdî’yi eleştirmekle birlikte kendisini hiçbir zaman Şiîlik’le itham etmemiştir. Ancak ılımlı bir Şiî olan İbnü’n-Nedîm, Vâkıdî’nin Hazreti Ali’nin Mûsâ’nın asâsı, Îsâ’nın ölüleri diriltmesi gibi Peygamber Efendimiz’in mûcizesi sayıldığını ifade eden hadisi rivayet etmesini delil göstererek ilk defa onu “müteşeyyi‘” diye nitelemiş ve takıyyeye başvurduğunu iddia etmiştir. (el-Fihrist, I/2, s. 308)
Bazı son dönem Şiî araştırmacıların da onu Şiî kabul ettikleri görülmektedir. Ancak bu itham Hazreti Ali’nin lehine ve aleyhine bütün haberlerin onun rivayetleri arasında yer aldığı belirtilerek reddedilmiştir. Ayrıca Vâkıdî’nin Abbas bin Abdülmuttalib’i Bedir esirleri arasında zikretmemesi ve divan teşkilâtında Hazreti Ömer’in onun isteklerini ön plana çıkarması gibi Abbâsî ailesine tarafgirlik isnadı da aynı şekilde dayanaksızdır ve ciddi bulunmamıştır (el-Meġāzî, neşredenin girişi, I, 16-18; Şulul, s. 205-208; Abdülazîz b. Süleyman b. Nâsır es-Sellûmî, I, 135-153; Öz, s. 308-311).[28] Biz hakemliği ilim adamlarına bırakarak hem lehinde hem de aleyhinde yazılanları beraber verdik.
Başka bir kaynak mı yok da
Birçok konuda eleştiriyi şiar edinen zevatın hakkında bu kadar olumsuz beyanat bulunan birinin rivayetini bayraklaştırıp sonra da onun üzerinden eksik değerlendirme yağmaları asla doğru bir yaklaşım değildir. Tefsir kaynaklarından ayrı olarak Hadis kaynaklarındaki bilgileri de paylaşmak gerekir. İmam Malik bin Enes (ö. 179/795) hadis kitabında Beyt’ü-l Makdis’in varlığından bahsetmiştir.[29]
Kıblenin tahvili ile ilgili rivayetleri açıklarken İmam Buharî de (ö: 256/870) Hicretten sonra Müslümanların Beyt’ü-l Makdis’e doğru 16 veya 17 ay namaz kıldıklarını ele almıştır.[30] Müslim’de de (ö. 261/875) aynı rivayet mevcuttur.[31] Tirmizi’nin (ö. 279/892) şu rivayeti oldukça önemlidir. Peygamber Efendimiz; “Ancak üç mescid için yolculuğa çıkılabilir. Bunlar; Mescid-i Haram, benim mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa’dır.”[32] Resulullah’ın bu açıklamasını büyük sahabiler ve Müslümanlar Cirane Mescidi şeklinde anlayıp tarihte oraya sefer düzenlememişlerdir. İbni Mace de (ö. 273/887) Beyt’ül Makdis’den bahsedilmekte ve Müslümanların bir dönem oraya kıble olarak yöneldikleri anlatılmaktadır.[33] Konuyla ilgili Darimi’nin (ö. 255/869) Sünen’ine de bakılabilir.[34]
Tefsir ve hadis kaynaklarına baktığımızda gördüğümüz hakikat; İsra suresinin ilk ayetindeki bahsedilen Mescidi Aksa’dan kasıt Kudüs’deki Beyt’ü-l Makdis’tir. Cumhurun kanaatleri böyledir. Bu kadar araştırma ve rivayet içerisinden aykırı birini bulup genelleme yaparak Mescidi Aksa demek, “en uzaktaki mescittir. Bu da Cirane mescididir” şeklinde kanaate sahip olup kaynaklarımız hakkında şüphe tohumları ekmek ilmi bir yaklaşım değildir.
Arzumuz, bu kadar kaynağa karşın muarızların daha çok delil getirerek iddialarını ispatlamalarıdır. Bu şekildeki mesnetsiz açıklamalarla Miraç’ın başlangıç yeri Kudüs Müslümanların hayatlarından çıkarılmak mı istenmektedir? Kaynaklarımız yok sayılarak hadis külliyatımız ve ilk tefsir kaynaklarımız değersiz hâle mi getirilmek istenmektedir? Bunları iddia sahiplerinin daha net ifade etmeleri gerekir ki kime hizmet etikleri açıkça belli olsun.
Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com
DİPNOTLAR
1 Abdulbaki Gölpınarlı Meali: “Noksan sıfatlardan münezzehtir kulunu geceleyin Mescidi Haram'dan çevresini kutladığımız Mescidi Aksa' ya götüren, ayetlerimizden bir kısmını ona da gösterelim diye, şüphe yok ki o, her şeyi duyar, görür.”
Ahmet Tekin Meali: “Bir gece, kulu Muhammedin Mescidi Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya, en yüce makama vuslatını gerçekleştiren, huzurunda secdesini sağlayan Allahı tesbih, tenzih ve takdis ederiz. Kudretimizin açık delillerinden olan o evrensel peygamberi ins ü cinne, bütün kainata tanıtalım; kainat ve ötesinin, geçmişte olanlar ve gelecekte olacakların bir kısmını ona müşahede ettirelim diye bu miracı gerçekleştirdik. Şüphesiz Rasulü Muhammedin, kainat ve ötesindeki duyduklarını ve gördüklerini duyuran ve gösteren Odur.”
Ali Fikri Yavuz Meali: “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allah'tır ki kulunu (Peygamber Aleyhisselâmı) gece Mescid-i Harâm'dan (Mekke'den alıp) o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya kadar götürdü; ona, âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acaibliklerden) gösterelim diye yaptık. Hakikat bu: O Semî'dir = her şeyi işitir, Basîr'dir= her şeyi görür.”
Bayraktar Bayraklı Meali: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden/kâinatın işleyiş kanunlarından bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüten Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. O, işitendir; görendir. ”
Diyanet Vakfı Meali: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”
Muhammed Hamdi Yazır Meali: “Tenzih o Sübhana ki kulunu bir gece Mescidiharamdan o havalisini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâya isrâ buyurdu ona âyetlerimizden gösterelim diye, hakıkat bu: odur o işiden gören”
Hasan Basri Çantay Meali: “Kulunu (Muhammed sallellâhü aleyhi ve sellemî) bir gece Mescid-i haramdan (alıb) Mescid-i Aksaaya kadar götüren (Zât-i ecelle ve a'lâ her dürlü nakıysalardan) münezzehdir. (O Mescid-i Aksaa ki) biz onun etrafına (feyz ve) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden ba'zısını gösterelim diye (yapdırdık). Şübhesiz ki O, (asıl) O (her şey'i) hakkıyle işiden, (her şey'i) kemâliyle görendir.”
Hayrat Neşriyat Meali: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Harâm'dan, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir. Şübhesiz ki Semî'(herşeyi işiten), Basîr (hakkıyla gören), ancak O'dur.”
İsmail Hakkı İzmirli Meali: “Kendisine kudretimize ait bazı âyetlerimizi göstermek için kulunu bir gece vakti Mesçid-i Haram/dan etrafına bereket verdiğimiz Mesçid-i Aksa/ya götüren Zat her ayıptan tamamıyle münezzehtir. Semi/ O/dur, basir O/dur.”
Mehmet Okuyan Meali: “Bir gece, kendisine delillerimizden gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya (en uzak mescide) yürüten Allah yücedir. Şüphesiz ki O duyandır, görendir.”
Muhammed Esed Meali: “YÜCELİĞİNDE sınır olmayan O (Allah) ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alametlerimizi 1 göstermek için [Mekke'deki] Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Çünkü gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.”
Mustafa Çavdar Meali: “Ayetlerimizden bir kısmını ona göstermek/iletmek için bir gece Mescidi Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız en uzak mescide/(Ci’râneye) kulunu yürüten Allah, bütün noksanlıklardan uzaktır. Şüphesiz O’dur, her şeyi işiten ve her şeyi gören.”
Ömer Nasuhi Bilmen Meali: “Münezehtir o (Hâlik-i Kudret) ki, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürüttü. Tâ ki, O'na âyetlerimizden gösterelim. Şüphe yok ki, ancak O (Hâlik-i Kadîm)dir ve herşeyi işiten, gören.”
Süleyman Ateş Meali: “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki gecenin bir vaktinde kulunu, ayetlerimizden bir bölümünü, kendisine göstermemiz için, Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü. Gerçekten O, işitendir, görendir.”
Hüseyin Atay Meali: “Kulunu geceleyin Saygın Mescid'den bir kısım belgelerimizi kendisine göstermek için, çevresini bereketli kıldığımız en uzak tapınma yerine götüren Allah yücedir. Doğrusu, O, işitendir, görendir.”
Yaşar Nuri Öztürk Meali: “Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki, ayetlerimizden bazılarını kendisine gösterelim/kendisini ayetlerimizden bir parça olarak gösterelim diye kulunu, gecenin birinde Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya/o en uzak secdegâha yürütmüştür. Hiç kuşkusuz, O'dur Semî' ve Basîr.”
Mustafa Öztürk Meali: “Rahmeti sonsuz, merhameti sınırsız Allah'ın adıyla! ı. Bir gece vakti kulu Muhammed'i Mescid-i Haram'dan [Ci’râne mevkiindeki) en uzak mescide götüren Allah yüceler yücesidir.1 Biz o mescidin çevresini mübarek kıldık ve bu gece yolculuğunu Muhammed'e bir kısım ayetlerimizi/nimetlerimizi göstermek için yaptırdık. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.”
2 Ateş, Süleyman, Vatan Gazetesi, 2006, Cuma.
3 Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerim’in Yüce Meali, Hayat yayın, Ertem basım, 2017, Ankara, s. 159.
4 “…Bu noktada "Mescid-i Aksa"nın Mekke döneminde Hz. Peygamber'in ibadet ettiği bir yer olduğu görüşüne, "Burası Huneyn gazvesinden sonra gündeme gelmiş bir yerdir. Şöyle ki Hz. Peygamber gazve sonrasında ganimetleri burada toplamış ve bir süre Ci’râne'de kalmış, daha sonra da ihrama girerek Mekke'ye dönmüştür. İşte Vâkidi ve Ezraki'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber'in burada namaz kıldığı yer el-Mescidü'l-Aksa diye anılmıştır" şeklinde bir itirazla karşı çıkılması pek tutarlı ve anlamlı değildir. Her şeyden önce Vâkıdi ve Ezraki'nin Ci’râne mevkiindeki el-Mescidü'l-Aksa'yı Huneyn gazvesi bağlamında dile getirmiş olması. Bu mescidin isminin o gün belirlendiği anlamına gelmez. Sonuç olarak, Mescid-i Aksa tabirinin Kudüs'le ilişkilendirilmesi İsra ve miraç bağlamında Hz. Peygamber'e hissi mucize oluşturma gayretlerinin bir ürünüdür…” Öztürk, Mustafa, Kur’an-ı Kerim Meali, Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Ankara Okulu Yay. 2014, Ankara, s. 323.
5 Önkal, Ahmet, TDV. Ansiklopedisi, c. VIII. S. 25.
6 Bak: Tevbe 8/108.
7 Hasan el-Basrî, c. I, s. 485.
8 Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Dar’u-l kütübül ilmiye, Beyrut, 2002, c. I, s. 246-248.
9 Ferra, Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad, Dar’u-s sürur, trsz. c. II, s. 115.
10 Yahya b. Sellam, Tefsir, c. I, s. 99-106.
11 İbni Vehb, el-Vâdıh, c. I, s. 449.
12 Taberî, Câmi’ü-l Beyan, c. VIII, s. 3-17.
13 Mâturîdî, Te’vilât, c. VII, s. 3-4.
14 Zemahşerî, Keşşaf, c. II, s. 623.
15 Kurtubî, el-Câmî liahkam’i-l Kur’an, c. X, s. 206 vd.
16 Hazin, Lübab’u-t Te’vil, c. III, s. 172.
17 Ebussuud, İrşad’u-l aklı-s selim, c. V, s. 190; Bursevî, İsmail Hakkı, Ruh’u-l Beyan, c. V, s. 104.
18 Bagavî, Mealim’ü-t Tenzil, (muhtasar), s. 519.
19 İbni Kesir, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. III, s. 3.
20 Safedî, Cemaleddin b. Yusuf, Keşf’ü-l Esrar, c. II, s. 553.
21 Âlûsî, Ruh’u-l meanî, c. VIII, s. 11; Ayrıca bak: Sâbunî, Muhammed Ali, Safvet’ü-t tefâsir, c. II, s. 151.
22 Bak: Kutub, Seyyid, Fî Zilal’i-l Kur’an, c. IV, s. 2210; Havva, Said, El-Esas fi’t tefsir, c. VI, s. 3027; Sâbunî,
Muhammed Ali, Safvet’ü-t tefâsir, c. II, s. 151; Yazır Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. V, s. 110 vd;
Zuhayli, Vehbe, Et-Tefsirû-l Vecîz, s. 283.
23 Bozkurt, Nebi, TDV. İslâmi Ansiklopedisi, c. XXIX. S. 268-271
24 Bak: Bozkurt, Nebi, TDV. İslâmi Ansiklopedisi, c. XXIX. S. 268-271.
25 Bak: Elik Hasan-Muhammed Coşkun, Tevhid Mesajı, Fikir yay. İstanbul, 2013, s. 606.
26 Hadis için bak: Tirmizi, Kıble, 243, had. no: 326, c. I, s. 148.
27 Bak: Tevbe 9/108.
28 Fayda, Mustafa, TDV Ansiklopedisi, c. XLII, s. 471-475.
29 Malik, Muvatta, Dar’u-l fikr, Beyrut, 1989, Kıble, 2, had. no: 455, c. I, 120.
30 Buhari, Şirketü Erkam b. Ebi-l Erkam, Beyrut, 1995, Salat, 31, had. no: 399. S. 101.
31 Müslim, Dar’u-l fikr, Beyrut, 2005, Tahvil’ü-l Kıble, 2, had. no: 1063, s. 247.
32 Tirmizi, Kıble, 243, had. no: 326, c. I, s. 148.
33 İbni Mace, 56, Bab’ü-l Kıble, had. no: 1010, c. I, s. 322-323.
34 Darimi, Beyrut, 1997, Tahvil’ü-l Kıble, 30, had. no: 1235. C. I, s. 308.18 Bagavî, Mealim’ü-t Tenzil, (muhtasar), s. 519.
19 İbni Kesir, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. III, s. 3.
20 Safedî, Cemaleddin b. Yusuf, Keşf’ü-l Esrar, c. II, s. 553.
21 Âlûsî, Ruh’u-l meanî, c. VIII, s. 11; Ayrıca bak: Sâbunî, Muhammed Ali, Safvet’ü-t tefâsir, c. II, s. 151.
22 Bak: Kutub, Seyyid, Fî Zilal’i-l Kur’an, c. IV, s. 2210; Havva, Said, El-Esas fi’t tefsir, c. VI, s. 3027; Sâbunî,
Muhammed Ali, Safvet’ü-t tefâsir, c. II, s. 151; Yazır Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. V, s. 110 vd;
Zuhayli, Vehbe, Et-Tefsirû-l Vecîz, s. 283.
23 Bozkurt, Nebi, TDV. İslâmi Ansiklopedisi, c. XXIX. S. 268-271
24 Bak: Bozkurt, Nebi, TDV. İslâmi Ansiklopedisi, c. XXIX. S. 268-271.
25 Bak: Elik Hasan-Muhammed Coşkun, Tevhid Mesajı, Fikir yay. İstanbul, 2013, s. 606.
26 Hadis için bak: Tirmizi, Kıble, 243, had. no: 326, c. I, s. 148.
27 Bak: Tevbe 9/108.
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.