İstanbul’da edebiyatçılarla, yazarlarla ve münevverlerle görüşmenin en güzel yolu bir konferans, söyleşi ya da edebi bir sohbete katılmaktır. Bir de ediplerin, âlimlerin ve hocaların cenazesinde onlarla görüşmek mümkün olabilmektedir. Birçok meşhur münevverimizi katıldığım cenazelerde görmüşümdür.
Osmanlı edebinin son temsilcilerinden ve son İstanbul Beyefendilerinden merhum Üstad Mehmed Şevket Eygi Bey’i de ilk olarak dünya gözü ile yine bir cenaze merasiminde gördüm. 25 Haziran 2008 tarihinde vefat eden münevverlerimizden merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Bey’in cenazesi vefatından bir gün sonra Üsküdar’daki Gülnûş Vâlide Sultân Camiî’nden kaldırılmıştı. Üstad Mehmed Şevket Eygi Bey’i ilk defa orada görünce ilk olarak nurlu siması dikkatimi çekti. Türkiye’de İslami yayıncılığın çilesini çekmiş bu yaşlı insanın diğer faziletlerine tanıdıkça zamanla vakıf olacaktım.
Cami avlusunda
Cenaze ortamında taşradan gelmiş bir genç olarak yanına gidip tanışmaya çalıştığımda beni tersler mahiyetteki sözlerinden haliyle etkilenmiştim. Dedem Milli Gazete abonesi olduğu için kendisini yazılarından tanıyordum. İslam’ı kendisine dert edinmiş bir dava adamı ve muvahhid bir mü’min olduğunu biliyordum. Ne var ki yazarlarla sohbet etmeye alışkın değildim ve onların bazı hallerine anlam veremiyordum. Dolayısıyla onunla tanışmam bir buruklukla başladı.
Bu burukluğun sebebi biraz da kuşaklar arasındaki anlayış farkından kaynaklanıyor. Büyüklerimizin baktığı yerden bakmadığımız için belki onları anlayamıyoruz. İtiraf etmeliyim ki toplumdaki konumumuza uygun hareket etme noktasında birçok eksikliklerimiz var. Hatta zaman zaman haddimizi aştığımızı da söyleyebilirim. Eski kuşağa kıyasen bizim kuşağımız nerede oturması gerektiğini bilmediği gibi nerede, ne zaman, ne kadar konuşması gerektiğini de bilmiyor. Büyük ve küçük arasındaki mesafe git gide daralıyor.
Bir misalle konuyu biraz açayım. Mesela bizim kültürümüzde yaşça büyük veya meslekçe kıdemli birisinin yanında çok konuşmak, riskli bir durum olarak değerlendirilir. Büyüğün yanında küçüğün susmayı bilmesi veya lüzumu kadar konuşması bize has bir edep anlayışıdır. Bugünkü edep anlayışı bu inceliği idrakten uzaktır.
İrfan ortamları
Peygamber Efendimiz “Hiçbir baba evladına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz” buyurmuştur. Buna göre bir anne babanın en büyük görevlerinden birisi de evladına edep veya adap öğretmektir. Bunun en güzel öğretileceği yerler kuşkusuz evlerdir. Daha sonra camiilerdir. Bunun dışında bir de cemaat veya tarikat sohbetleri, bir kültür kuruluşunun sanat sohbetleri veya konferanslar, paneller de oturup kalkmanın öğrenildiği yerlerdir. İnsan içine nasıl çıkılması gerektiği, kimin yanında ne kadar saygı gösterilmesi gerektiği en güzel buralarda öğrenilir.
Bilhassa nezih insanların bulunduğu kültür sanat ortamları bu edebin kazanılmasında önemli bir işleve sahiptir. Bu anlamda sanat ve edebiyat ortamları birer eğlence mekânları değil birer terbiye müesseseleridir. Oralarda gençler üstatların birbirleri ile münasebetlerini gözlemler, aralarındaki çekişmelerin bile ince latifelerle yapıldığını fark eder ve bu münasebetlerden bir nezaket dersi çıkartırlar. Bu ortamlar insanların karakterlerinin gelişmesinde müspet tesirler meydana getirir.
Üstad Mehmed Şevket Eygi Bey’i ikinci kere görmem tam da işte böyle bir ortamda oldu. 2011 Mayısının son günlerinde Cağaloğlu’nda bir yayın evinde yazar Mehmet Nuri Yardım’ın ev sahipliği yaptığı bir programa konuk olmuştu. İkindi serinliğinde yapılan programa katılmış ve yaşayan bir tarihle buluşmanın zevkini o gün gerçekten hissetmiştim… Kültür sanat camiasından birçok önemli isim, toplantıya iştirak etmişti. Bu toplantının bana kazandırdığı, sadece konuşmacının anlattığı önemli bilgiler değil aynı zamanda büyüklerimin arasındaki diyaloglardan aldığım derslerdi.
Tatlı bir latife
Tarihe şahitlik etmek babından o günden bir hatırayı sizlerle paylaşmak isterim. Toplantının ortalarına doğru yaşlı bir zat yüksek bir sesle; “Efendi hazretleri sizi dinlemek bir şereftir. Bize de bir sandalye yok mu” diyerek içeri girdi. Ön saflardaki bir beyefendi kendisine yerini verdi. Bu arada Mehmed Şevket Eygi Bey’le arasında şöyle bir latife gerçekleşti:
“- Şevket Bey ses gelmiyor, biraz bağırsanız.”
“- Hayır, efendim bağıramam ben ihtiyarım.”
“- Ben sizin gençliğinizi de bilirim, o zaman da böyle sessiz sessiz konuşurdunuz.”
Ve tebessümler…
Toplantının sonunda öğrendim ki bu tebessümlere sebep olan yaşlı zat, konuşması ve üslubuyla camiada İstanbul beyefendisi olarak bilinen usta yazar merhum Osman Akkuşak Bey’miş. Orada bulunan üstadlardan Dursun Gürlek Bey’in bana söylediğine göre eski İstanbul’u en iyi bilenlerden birisiymiş. Aynı zamanda lafı gediğine koymakta mahir, dobra dobra konuşan bir zatmış.
İlla edep
Toplantının bir bölümünde yazar Ekrem Kızıltaş Bey’e “Üstad Mehmet Şevket Eygi’yi bir de sizden dinleyelim” diyerek söz verilince, Ekrem Bey teşekkür edip herkese iyi akşamlar diledikten sonra; “Üstadın bulunduğu bir ortamda benim konuşmam pek de uygun değil” diyerek nazikçe bu teklifi reddetti… Bu da elbette ki büyüklere gösterilen hürmetin güzel bir örneğiydi. Dedim ya bu ortamlar tam da edep öğrenilecek yerlerdir.
Toplantıya katılanlardan birisi de onlarca eseri olan yazar Ümit Şimşek Bey’di. Kendisi ile ayaküzeri tanışma imkânı buldum ve buna çok sevindim. Onun çok mahcup bir hali vardı. Nefsinin hoşuna gidecek şeyler duymak her insanın hoşuna giderken, o hak ettiği övgüleri bir utangaçlıkla karşılıyordu. Böyle ortamlara girmenin bana en büyük katkısı belki de böyle insanlarla tanışmama vesile olmasıdır.
Not tutmalı
Böyle ortamlara girip de not tutmamak olmaz. Şimdi gelelim toplantıdan aldığım bazı notlara. Mehmet Şevket Eygi Bey’in ilgimi çeken sözlerinden birisi şuydu: “Müslümanlar musalli Müslümanlar ve musalla Müslümanlar diye ikiye ayrılır. Yani namaz kılanlar ya da sadece musalla taşına geldiğinde camiye uğrayanlar…”
İlgimi çeken bir diğer konu Üstad Bediüzzaman ile görüşmesini anlattığı bahisti. Şöyle anlattı: “Hocapaşa’daki Akşehir Palas Oteli’nde Bediüzzaman’ı ziyaret ettim. Üstad benimle biraz sohbet etti ve sonra da ‘Kardeşim bu sohbeti bir ders olarak kabul et. Seni de has bir nur talebesi olarak kabul ettim. dedi. Ona karşı büyük hürmetim var. Ömrü boyunca İslâm’a, Kur’an’a, imana hizmet etmiştir.”
Kelimesi kelimesine not aldığımı dikkat çekici sözlerinden birisi de şuydu: “İki büyük şeyh efendinin sözünü dinlemedim, başıma gelmeyen kalmadı. Bütün gazetelerim elimden çıktı, gırtlağıma kadar borca battım. Birincisi Mehmed Zahid Kotku Efendi; ‘Gazeteyi hemen bırak, başkasına sat’ dedi. Sami Ramazanoğlu Efendi de beni hususi yanına çağırtıp ‘Çok eleştirilerde bulunuyorsun bunu yapma’ dedi. İkisini de dinlemediğime çok pişman oldum.”
Hamdolsun irfan ehlinden nasibimize düşenleri o gün aldık. İleride birkaç kere kendisi ile özel görüşmelerim oldu. İnşâallah onları bir başka yazımda anlatacağım.
Aydın Başar/ Fikirname Dergisi
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Yazı yazmaya heveslisin ama beceremiyorsun henüz pişmemişsin
Fazla bişey anlatamadan kestirip atmışsın
Yazının mevzuu havada kalmış