Allah yarattıklarını durağan yaratmamış. Kâinatta her şey değişken olurken insanın durağan olması mümkün olur mu? Güneş yerinde dursaydı denge bozulurdu. Dünya sürekli deveran halinde; yaz, kış, soğuk, sıcak, gece, gündüz her şey değişmeye müsait yaratılmış.
İnsan hiç yoktan yaratılıyor, belli bir zaman anne karnında kalıyor. Hiç bir şey bilmeden aciz bir durumda dünya denen misafirhaneye geliyor. İlk önce annesi ile tanışıyor, daha sonra babası kardeşleri derken günden güne sevenleri çoğalıyor.
Zaman şuuru
Bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk ve nihayet zor zamanı olan ihtiyarlığa ulaşıyor. Her insan bebeklik ve çocuklukta olmak istediği, olgunluk ve ihtiyar kalmak istediği çağ gençliktir. Bu değişkenlik dışta olurken iç âlemin durağan olması mümkün mü? Yani madde değişirken manevi dünyamızın da değişmesi gerekir.
İşte insanı yoktan yaratan Allah Teala çeşitli görevler ile günün, haftanın, ayın ve yılın değiştiğini bizlere hatırlatıyor. Yani zamanın nasıl geçtiğini bize fark ettiriyor. Bize zaman şuuru kazandırıyor. Beş vakit namaz ile günün bittiğini, ömrümüzün de bir akşamı olacağını hatırlıyoruz. Haftada bir kıldığımız cuma namazı ile haftanın ne kadar çabuk geçtiğini hatırlıyoruz.
Yılda bir ay oruç ile yılların ne kadar hızlı geçtiğini hatırlarken fiziki yapımıza dur deriz, tabiri caiz ise fren yaptırırız, maneviyat dünyamıza gaz verir hızlandırırız. Barajların suları azalınca etraftaki görünen kara parçalarındaki her şey net göründüğü gibi, midemiz aç kalınca kalbimizin bizi kontrol etmesi kolaylaşıyor.
Olumsuz yönlerimizi fark etmeye başlıyoruz. Allah’ın yap dediklerinden neleri yapmamışsak eyvah çekiyor tevbe ediyoruz. Allah’ın yasakladıkları hangi kötü huylarımız varsa onlardan vazgeçmeye çalışıyoruz. Bu gidişat bize istikamet veriyor Allah’ın istediği doğru yolu bulunca sadık kul olmak İçin gayret ediyoruz. İşte o zaman bize göre dostları seçmeye başlıyoruz. Yani sadıklar ile beraber oluyoruz.
Doğruluk cennete götürür
Doğru olmak ne kadar güzel ise o kadar da zordur. Peygamberimize; “Emrolunduğun gibi doğru ol” (Hud, 112) ayeti hakkında; “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Düşmanları tarafından, “El Emin” sıfatı ile tanınan o güzel insana Rabbi emrolunduğun gibi doğru ol diyor. Yine bir başka ayetinde “Sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) diye de onu methediyor.
O yolun yolcuları can verirken onlara son anda melekler ile tören yaptırılıyor. Yine en güzel müjdeyi Rabbimiz veriyor: “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: “Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!” (Fussilet, 30)
Tüm sayılanların ilk başlangıcı iman kapısıdır. İman ettin, artık yolunu bulacaksın, istikamet üzere olacaksın. İstikamet insanı doğruluğa götürür, birre (iyiliğe) ulaştırır, iyilik de insanı cennete ulaştırır. Bu çerçevenin dışında kalanlar dünyayı ebedi zannederler. Bir ara aynaya bakınca; “Eyvah ihtiyarlamışım öleceğim yok olacağım” diye dövünür dururlar. Etrafınızda bu gibi insanlar varsa onlara acıyarak şefkat kanatlarını açın Allah’ın cenneti hepimize yeter. Onlarla sohbet ederken tenkit yerine takdiri kullanmalıyız. Biz mesajı ulaştıralım hidayet Yaratandan olur.
İnsanlar iki çeşit
Şunu unutmayın kardeşlerim, insanlar iki çeşittir. Bir kısmı “ıslah edici” iken diğer kısmı ise “ifsad edici”dir. Her insan kendini bu terazide tartmalı ve “Ben hangisindenim?” diyerek düşünce âlemine dalmalı, kendine bazı sorular sormalıdır. “Eğer ifsad edicilerden isem ne zamandan beri böyleyim? Kimlerin yuvasını yıktım, kimleri birbirine düşman ettim? Pişman olma zamanım gelmedi mi? Bu hal üzere iken dünyadan göçersem, arkamdan neler söylenir, ahirette hesabım nasıl olur?” İnsan bu soruları kendine sorarken derinden gelen bir “ah” ile pişmanlık duymalı ve af kapısının eşiğine baş koymalıdır.
Kendini ıslah edici olarak görenler de bu hizmeti neyle ve nasıl yaptıklarına, nasıl bir metod/ yöntem izlediklerine bakarak yol almalıdırlar. Hazreti Musab bin Umeyr 8 ay Medine’de İslam’ı tebliğ ettikten sonra Resulullah’a bir mektup yazar ve şöyle der: “Ya Resulallah Medine’de İslam’ın girmediği ve konuşulmadığı hiçbir ev kalmadı.”
Peki, bizler neden böyle etkili olamıyoruz? Birçok şey biliyoruz, ama bu bildiklerimiz bizi etkilemiyorsa başkalarını nasıl etkileyecek? Madem bizler ıslah edicilerdeniz, o zaman niye başarılı olamıyoruz? Yoksa başkalarını ıslah etmeye çalışırken kendimizi mi unuttuk?
Kimdir Islah ediciler
Islah ediciler dertli olurlar. Yediği yemeği, bindiği aracı, ikamet ettiği evi konuşacak kadar fazla zamanları olmaz onların. Islah ediciler ömür boyu talebedirler. Gecelerin değerini iyi bilirler, çünkü onların geceleri Müzzemmil Sûresi 20. âyete göre şekillenir:
“(Resulüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü (içinde olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah’tır.”
Islah ediciler veren el sahibidirler. Onların ahlakında “kuldan talep etmek” yoktur; çünkü onlar büyük kapının dilencisi olduklarını asla unutmazlar. Yaratan’a her nefes muhtaç olduğunu bilenlerde kibir hastalığı olur mu? Onlar mülkün malikinin sadece ve sadece Yüce Yaratan olduğunu bildikleri için sadece O’ndan ister, O’na yalvarır, Ona güvenirler. Kullardan bir şey beklemek onların edebine aykırıdır. Sözün özü onlar daima hürdürler.
Cihad ehlidirler
Islah ediciler cüzdan merkezli değil vicdan merkezlidirler. Dünyada yaşarken cüzdan merkezli olan insanlar mal için cana kolayca kıyarlar. Çünkü onların hedefi toprağın altında ve üstünde olan maddedir ve bunların yaptıklarına işgal denir. Bu işgalcilere; “Yeryüzünde düzeni bozmayın” denildiğinde ise “Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz” derler. (Bkz. Bakara, 11)
Bu zalimler ellerindeki malı kendilerinin bilir, kendilerini “efendi”, etrafında olanları da “köle” olarak görürler. Onların çağrıları kendilerinedir, onlar “ene rabbukümü’l â’la (ben sizin en büyük rabbinizim)” derler, Firavun’un misalinde olduğu gibi… (Bkz. Nazirat, 24) Nebi’ler ise malı Allah’ın emaneti olarak görmüş, insanın en değerli varlık olduğunu bilerek “bir canı öldürenin tüm canları öldürmüş gibi olacağı” (Maide, 32) âyetine göre yaşamışlar ve bu nedenle “kulları kendilerine değil Yaratan’a” çağırarak, “Hâkimiyet Allah’ındır” ilkesine göre hareket etmişlerdir.
Islah ediciler cihad ehlidir. Mal, şan, şöhret ve hülâsa tüm dünya nimetleri için değil de kulu Allah celle celaluh ile buluşturmak için mücadele verirler. İşte bu mücadeleye cihad denir, bunun başarılı neticesine de “fetih” denir. Fetih ruhu vicdan merkezlidir, Medine kökenlidir… Bu yol, “kulu Rabbi için seven” ve en büyük marifetin “kula hürriyet nimetini götürmek” olduğunu bilen Nebi’lerin yoludur…
Islah ediciler Allah’ın bak dediği yerden bakan ve dünyada dönen dolapları fark edenlerdir. Niçin Allah’ın bak dediği yerden bakamıyoruz? Batıl dediğimiz inançların mensupları birbirlerini sevmeseler de konu İslam olunca bir araya geliyorlar. Hak dine mensup olanlar niçin paramparça olmuşlar? Müslümanların yaşadığı ülkelerin başına birer tane kukla koymuşlar yıllarca ümmet izzetini şerefini koruyamaz olmuş. Bu ila nihaye böylemi gidecek?
Müslümanlar kendilerini değiştirme adına bir gayretin içerisinde olurlarsa Allah da nimetini değiştirir (Bkz. R’ad, 11) Ümmet olarak Hud Suresi 144. ayeti çok iyi anlamamız gerekiyor: “Allah iyiliklerle kötülükleri siler” buyuruluyor. Şeytan kötülüklere baktırarak iyiliklerimizi görmemize engeller bulduruyor. Açıkçası Allah’ın dediği yerden değil de şeytanın istediği yerden birbirimize bakar olduk. Kesinlikle bu bakış değişmeli. Allah kötülükleri siliyorsa bize ne oluyor ki şeytana esir oluyoruz.
Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.