Peygamberimizin anne babası iman üzere mi ölmüştür?

Bazı tefsir kaynakları ve rivayet kitapları Hazreti Âmine’nin müşrik olarak öldüğünü iddia etmişler ve kitaplarına yazmışlardır.[1] Bu rivayetlerin doğru olabilmesi için konuyla ilgili ilahi bir beyanatın olması gerekir. Çünkü ayette durum açıkça şöyle ifade edilmiştir: “(Küfür üzerine ölmeleri nedeniyle) cehennemlik oldukları apaçık belli olan kimselere” istiğfar edilmeyeceği belirtilmiştir. Küfür üzerine ölen kimseleri Yüce Allah Kur’an’da zikretmiştir. Bunlar firavun vb. bazı küfür önderleridir. Ayrıca Peygamberimizin, Müslüman olmasını çok istemesine rağmen Ebû Talip de iman etmemiştir.

Şu ayetin nüzul sebebinde Ebû Talip vardır ve ayet onun iman etmediğine delalet etmektedir: “(Ey Rasülüm), sen, her sevdiğine hidayet veremezsin (onu İslâm’a sokamazsın, ancak tebliğ yaparsın.) Fakat Allah, dilediği kimseye hidayet verir ve hidayete kavuşacak olanları, O, daha iyi bilir.”[2]

Ebu Talib’in durumu

Vefat tarihi h. 104 olan ilk dönem müfessirlerinden Mücahid bu ayetle ilgili şu önemli malumatı vermiştir: “İmanda samimiyetin sembolü olan şu kelime-i tevhidi söyle ki kıyamet gününde bu ikrarın nedeniyle sana yardımcı olayım.” Fakat o bu talebi kabul etmeyerek geçmiş atalarının dini üzerine olduğunu söylemiş ve öylece ölmüştür. Bunun üzerine Kasas Suresi’ndeki bu ayet gelmiştir.[3] Ayet açıkça Ebû Talip’in hidayete ermediğine işaret etmektedir; küfür üzerine ölmüştür.

Yine erken dönem müfessirlerinden Mukatil bib Süleyman (ö.h: 150), olayı şu cümlelerle anlatmıştır: Peygamber Efendimiz sallellalhu aleyhi ve sellem; “Ey amcacığım şu dünya hayatının son anlarında bir defa lâ ilahe illallah de ki sana şahitlikte bulunayım” demesine rağmen o bunu çeşitli nedenlerle kabul etmemiş ve Kureyş büyüklerinin dini üzerine olduğunu söyleyip öylece ölmüştür.[4] Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Söylemek istediğimiz, Ebû Talip’in hidayete ermediğine dair ayet varken Hazreti Âmine ile alakalı böyle bir ayet yoktur. Ayrıca Ebû Talip Peygamber Efendimizin risaletine erişmişken Hazreti Âmine bu günleri görememiştir. Uhrevi durumlarının kelam âlimleri tarafından tartışıldığı bir dönem olan fetret döneminde vefat etmiştir

Hazreti Âmine dâhil fetret döneminde ölenlerin durumlarını da içine alan fetret dönemiyle alakalı kısa bilgi paylaşalım: “Fetret kelimesi sözlükte, “Bir şeyin şiddetini kaybedip gevşemesi ve zayıflaması” anlamındaki fütûr masdarından isim olup “zaaf, gevşeme, gücünü ve tesirini kaybetme” manasına gelir. Fetret daha ziyade Hazreti Îsâ aleyhis selam ile Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Peygamberimize indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman, devletlerin tarihinde merkezî otoritenin zayıflayıp yönetim boşluğunun doğduğu ve tasavvufta müridin seyrüsülûkte gevşeklik gösterdiği dönemler de fetret olarak adlandırılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin ara vermeden, durup dinlenmeden Allah’ı tesbih etmeleri (el-Enbiyâ 21/20) ve kâfirlerin çekeceği azabın aralıksız devam edeceği hususu (ez-Zuhruf 43/75) fetret kökünden türeyen fiillerle anlatılırken kelime sözlük anlamında kullanılmış, kendilerini cennetle müjdeleyen ve cehennemle korkutan bir peygamberin gelmediğini ileri sürmemeleri için Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Kitaba fetret döneminde gönderildiği bildirilirken de (el-Mâide 5/19) fetretin terim anlamına temas edilmiştir. Müfessirler, iki peygamber arasında geçen süreye fetret adının verilmesini, insanları ilâhî emirlere uygun olarak yaşamaya sevk eden sebeplerin zayıflamasıyla açıklamışlardır (Fahreddin er-Râzî, XI, 194-195)

Fetret, Peygamber Efendimiz’e nisbet edilen çeşitli rivayetlerde de sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Hadislerde, Resûl-i Ekrem’in fetret döneminde yaşayıp ölenlerin âhirette bir nevi imtihana tâbi tutulacağını ifade ettiği nakledilir (aş. bk.). Yine ilgili rivayetlerde Peygamber Efendimiz’in, İslâm öncesi dönemde yaşayan ve Hazreti İbrâhim aleyhis selam’ın dinine inanan Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ile Varaka bin Nevfel’in cennetlik olduklarını söylediği belirtilir. (Beyhakī, el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, I, 417-418)

Fetret devri

Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından mahrum kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâm dininin varlığından haberdar olmayan ve İslâmiyet’i kabul etmesi için herhangi bir davetle karşılaşmayan bir insanın öldürülmesi halinde doğacak hukukî netice konusunda Ebû Hanîfe’ye atfedilen bir rivayetten (Bağdâdî, s. 328) anlaşıldığına göre bu meseleye dair tartışmalar II. (VIII.) yüzyıla kadar uzanır.

Peygamber davetinden yeterince haberdar oldukları halde iman etmeyenlerin sorumlu tutulacakları hususunda ittifak eden İslâm âlimleri fetret ehlini çeşitli gruplara ayırmışlardır. Bu grupları üç ana bölümde toplamak mümkündür. 

a) Ağırlıklı görüşe göre, hiçbir peygamberin davetinden haberdar olmayan kimselerden Hazreti Îsâ aleyhis selam ile Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem arasındaki dönemde yaşayan, akıl yürüterek veya geçmiş semavî dinlerin tesiriyle tevhide inananlar ahirette kurtuluşa erecek, tevhid akidesinden saparak Allah’a ortak koşanlar sorumlu tutulacaklardır. Metafizik düşüncelerden ve dinî inançlardan tamamen mahrum bulunan kimseler ise gerçek anlamda fetret ehlini teşkil ederler.

Peygamber Efendimiz’in nübüvvetinden önce tevhid akidesini benimseyen Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel, Kus bin Sâide gibi muvahhidler (Hanîfler) ilk kısma örnek oluşturur; puta tapan bütün Arap müşrikleri ise ikinci kısma girenleri temsil ederler. İslâmiyet’in ortaya çıktığı tarihten sonra yaşamakla birlikte bu dinin varlığından haberdar olmayanlar da fetret ehlinden kabul edilir. Bu grubu, genellikle kültür ve medeniyetten uzak bazı coğrafî bölgelerde yaşayan ve bugün bile örneklerine rastlanan ilkel topluluklar oluşturur. 

b) Peygamber Efendimiz’in anne ve babası İslâm öncesi dönemde yaşayan fetret ehline dâhil bulunduğu halde onun birinci derecede yakını olduklarından âlimlerce müstakil olarak ele alınmışlardır. 

c) Ergenlik çağına ulaşmadan ölen Müslüman ve kâfir çocukları da fetret ehli içinde mütalaa edilmiştir.”[5] Aydınlatıcı bu bilgilere ek olarak fetret ehlinin uhrevi konumları da âlimler tarafından tartışılmıştır. Biz konuyu uzatmamak için önce Eşari kelamcılarının sonra da Mâturîdî kelamcılarının görüşlerini vereceğiz.

Eşari ve Matüridilerin görüşü

“Eşâri Kelamcıları derler ki; Fetret ehli putperest, müşrik, hatta tanrıtanımaz bile olsa dinî bir yükümlülük altında bulunmadığından âhirette kurtuluşa erecek ve cennete girecektir. Bu kanaat insanların dinî bakımdan sorumlu tutulmasını peygamber davetinden haberdar olma şartına bağlayan temel görüşün bir sonucudur. Buna göre peygamber davetine muhatap bulunmayan insanlar akıl yürüterek dinî mükellefiyetlerin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. Çünkü akıl tek başına iyi ile kötü hakkında hüküm vermekten âcizdir. Nitekim Kur’an’da, peygamber gönderilmedikçe insanların helâk edilmeyeceği ve azaba uğratılmayacağı bildirilmiş (el-İsrâ 17/15-16; eş-Şuarâ 26/208-209; el-Kasas 28/59), sorumlu tutulmaları için insanlara peygamber gönderilmesinin gerekli olduğu ifade edilmiştir (Tâhâ 20/134; el-Kasas 28/47; Bâkıllânî, s. 41-42; Bağdâdî, s. 327-328)

Eş‘ariyye’nin çoğunluğu başta olmak üzere Hâricîler ve Şîa bu görüştedir. Serahsî, Kādîhan ve İbnü’l-Hümâm’ın yanısıra Buharalı diğer bazı Mâtürîdî âlimleriyle İmam Şâfiî, Ahmed bin Hanbel gibi âlimler de bu kanaattedir. (Eş‘arî, Maḳālât, s. 127; İbn Hazm, el-Uṣûl ve’l-fürûʿ, s. 131-132; Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 79) Bu âlimlerin bir kısmı söz konusu zümre için “kurtuluşa erenler” ifadesini kullanırken bir kısmı onları Müslüman veya müslüman hükmünde kabul etmiş ve bununla âhirette sürdürecekleri hayatın standardını ifade etmek istemiştir. (Diyarbekrî, I, 231).”

Mâturîdîlerin görüşü ise şöyledir: “Fetret ehli Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, ayrıca akıl yürütmek suretiyle bilinebilecek olan iyi fiilleri yapmak ve kötü fiillerden kaçınmakla yükümlüdür. Bu yükümlülükleri yerine getirenler kurtuluşa erecek, yerine getirmeyenler ise cehenneme girecektir. Zira ergenlik çağına ulaşan insanların, akıl yürüterek kendilerini ve kâinatı yaratan bir yüce varlığın mevcut ve bir olduğu sonucuna varmalarını ve O’na inanmalarını engelleyecek bir mazeret ileri sürülemez.

Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmamakla birlikte akıl Allah’ın varlığını bilme ve temel konularda iyi ile kötüyü ayırt etme gücüne sahiptir. Peygamberler de aklın bilebileceği ilkeleri teyit ederler; âhiret halleri, ibadet şekilleri, bazı hukuk ve ahlâk kuralları gibi akıl tarafından bilinemeyecek konularda ise insanları bilgilendirirler. Nitekim Kur’an’da, akıl yürüterek Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşılabileceği Hazreti İbrâhim’in diliyle anlatılmış (el-En‘âm 6/76-79), akıl yürütmenin kişiyi ebedî felâketten kurtaracağı ifade edilmiştir. (el-Mülk 67/10) Ayrıca birçok ayette kâfirlerle müşriklerin affedilmeyip lânete uğrayacakları ve cehenneme atılacakları haber verilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “küfr”, “şirk” md.leri)

Peygamber gönderilmeden azap edilmeyeceğini ifade eden ayetlerde yer alan azap kavramı ahiretle ilgili olmayıp dünyada yaşanan sıkıntı ve felâketler manasındadır. Yükümlülüğün peygamber davetine bağlı kılınması da tebliğ edilen vahyin bütünüyle ilgilidir. (Nesefî, Tebṣıratü’l-edille, I, 453; İbnü’l-Hümâm, s. 165-166; Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 79-82) Başta Ebû Hanîfe olmak üzere Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile bu mezhebe bağlı âlimlerin çoğunluğu ve Mu‘tezile’nin tamamı bu görüştedir. Ebû Abdullah el-Halîmî (I, 176), Fahreddin er-Râzî (XIX, 173), gibi bazı Selefiyye ve Eş‘ariyye âlimleri de bu görüşü kısmen benimsemişlerdir.”

Bütün bu izahlar ışığında İslâmiyet’ten hiçbir şekilde haberdar olamayanlarla fizikî imkânsızlıklar, güçlü psikolojik ve sosyal engeller yüzünden bu dinin hidayetiyle yeterince aydınlanamayanların sorumlu tutulamayacağını söylemek lâzımdır. Ancak her iki grubun aklî yeteneğini kullanmak ve fıtratında bulunan inanç temayülünü geliştirmek suretiyle kâinatın yaratıcısının mevcudiyetini (Mâtürîdîler’e göre varlığı yanında birliğini de) benimsemesi, ayrıca yeteneklerinden ve çevresinde yaygın olan vahye dayalı kültürlerden de faydalanarak erdemli davranışlarda bulunması gerekir. Aklî melekesi yerinde olduğu halde dinî konulara ilgi göstermeyip inkâra saplanan veya çevresinde yaygınlaşmış inanışlarla yetinen insanların ise herhangi bir mazeretinin olamayacağı ve ebedî hüsranda kalacağı kabul edilmelidir.

Peygamber Efendimiz’in ebeveyni hakkında verilebilecek en itidalli hüküm onların fetret ehlinden olduğu şeklindedir. Kendilerinin Hanif dininden kalma bazı hidayet unsurlarından faydalanıp faydalanmadıkları bilinmemektedir. Ancak çok genç yaşta evlenmelerinin ardından Abdullah’ın henüz oğlunu göremeden vefat etmesi, Âmine’nin de genç yaşta ölmesi sebebiyle her ikisinin de çevrelerindeki din telakkileriyle meşgul olmaya vakit bulamayıp selim yaratılışlarını koruduklarını söylemek mümkündür.

Hemen bütün Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in ebeveyninin ilâhî bir inâyetle korunduğu ve ebedî mutluluğa eriştirildiği inancını taşımaktadır.”[6] Hazreti Âmine, kocası Abdullah’ın vefatından sonra bir daha evlenmemiştir. Onun, dinî sorumluluğu bulunmayan fetret ehli statüsünde kabul edilmesi mümkün olduğu gibi Peygamber Efendimiz’in özel duasına mazhar olması ihtimali de mevcuttur. Hâl böyleyken onunla ilgili keskin ifadelerde bulunmanın yanlış olduğu kanaatindeyiz. Kaynaklarımız bize Hazreti Âmine’nin ve kocası Hazreti Abdullah’ın Mekke’de puta taptıklarına dair en ufak bir ipucu vermemektedir.

Hazreti Âmine, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in annesidir. Ona hamilelik döneminde yaşadığı lütufları kimseyle paylaşmamıştır. Bunları bireysel olarak gören hikmet ehli bir kadın asla putlara tapınmaz ve de tapınmamıştır. Saffetini, iffetini, aklını ve gönlünü her zaman temiz tutup Allah’a açmıştır. Bu yazdıklarımızı ispat sadedinde şu olayı önemsemekteyiz.  İbni İshak anlatıyor: “Âmine, Peygamber Efendimiz’e hamile kaldığı zaman bir rüya görmüş ve rüyasında ona; “Sen bu ümmetin efendisine hamilesin. O doğduğu zaman; “Bütün hasetçilerin şerrinden onu Allah’a sığındırırım” de. “Sonra ona Muhammed adını ver” denilmiştir.[7]

Rahmanî bir rüya ile taltif edilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilecek bir peygambere anne olarak seçilen bir hanımın puta tapması mümkün mü? Nitekim tevhidi içerikli sözlerini vefatı yaklaştığında Peygamber Efendimiz’e söylemiştir. Bu sözlerinden bir kesit şöyledir: “Ey mübarek çocuk! Ey dünyaya bulaşmadan bir konup sonra uçup giden güvercin (Abdullah)’ın oğlu. Baban her şeyin sahibi ve her şeyi bilen Allah’ın yardımıyla oklara kura çekildiği günün sabahı yüz güzel deve karşılığında kurban edilmekten kurtulmuştu. Eğer rüyamda gördüklerim çıkarsa sen bütün insanlığa gönderilecek ve helali haramı öğreteceksin. İnsanları hakikate ve İslâm’a ulaştıracaksın. Baban İbrahim’in dininde olacaksın. Allah, seni bütün putlardan korusun. Senin davan insanlık durdukça devam edecektir. (Bu sözlerden sonra dedi ki) Her diri ölecek, her yeni eskiyecek, her yaşlı dünyadan ayrılıp gidecektir. Fakat adım ebediyen kalacaktır. Çünkü arkamda hayırlı ve tertemiz bir evlat bırakıyorum.”[8]

Yukardan beri aktarmaya çalıştığımız Hazreti Âmine’ye ait olduğu belirtilen rivayetlerin içeriği onun tevhid ehli ve Hanif olduğuna delalet etmektedir. Putlardan hoşlanmaması, Hazreti İbrahim’in dinine atıf yapması ve helal haramla ilgili ifadeleri bunun kanıtıdır.

Sonuç olarak

Hazreti Âmine’nin itikadi durumu ile ilgili şu rivayeti de oldukça önemsemekteyiz: “Ümmü Hani ve Zübeyir bin Avvam’dan rivayet dildiğine göre, Resulullah, Kureyş kabilesinin bu olaydan sonra on sene (bazı rivayetlerde yedi sene) kadar Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmediklerini söylemiştir. Ümmü hani’nin rivayetini Buharî tarihinde, Taberani, Hakim, İbni Merduye Beyhaki de kitaplarında rivayet etmişlerdir. Zübeyir’in beyanını Taberanî, İbni Merduye ve İbni Asakir rivayet etmişlerdir.[9]

Bu rivayet bizce çok önemlidir. Tefsir kaynaklarında bu rivayet şöyle geçmektedir: “Allah Teâlâ yedi hususta Kureyş’i üstün kılmıştır. Bunlar; Ben onlardanım, nübüvvet onlardan birine verildi, Kâbe’nin perdedarlığı ve hacılara su vermek işi onlardadır, fil ordusuna karşı Allah Teâlâ Kureyş’e yardım etti ve onlar da on yıl boyunca Allah’tan başkasına ibadet etmediler, Allah onlar hakkında Kur’an’da Kureyş Suresi’ni indirdi.”[10]

Gerek Hazreti Âmine, gerekse Hazreti Abdullah bu süreç içerisinde vefat etmiştir. Hazreti Âmine vefat ettiğinde Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellme altı yaşındaydı. Dedesi de Resulullah sekiz yaşındayken vefat ettiğine göre bu on yıllık sürecin içinde kalmaktadır.

Peygamber Efendimiz’in ailesini doğru tanıma bağlamında dedesi Abdulmuttalip’in Fil olayında Habeş ordu komutanı Ebrehe’ye yaptığı konuşmaya bakmak gerekir. Konuşmasında; “Kâbe’nin sahibinin Allah Teâlâ oluşuna, Beyt’ini koruyacağına, Beyt’in düşmanlarını Allah’ın men edeceğine sık sık vurgular yapmış ve Kâbe’nin kapısına yapışıp halkasından tutarak Beytullah’ın korunmasını Rabbinden istemiştir. Tüm tefsir kaynakları Abdulmuttalip’in, Allah Teâlâ’ya olan bu içten yakarışına yer vermişlerdir.”[11]

Allah Teâlâ’ya içten yakaran ve putlara asla atıfta bulunmayan bu zatı putperest ilan etmek doğru olur mu? Zira Hazreti Âmine ve Abdulmutalip Kureyş’in putlara tapınmayı reddedip yalnızca Allah’a ibadet ettikleri on yıllık süreçte ölmüşler ve fetret ehli kimselerdir. Konuyla ilgili araştırma yapanların bunları göz önünde bulundurarak insafı elden bırakmamaları gerekir. Müfessir Âlûsî (ö. 1270/1854), hakkında açık ayet olduğu için Ehl-i sünnet uleması arasında maruf olanın Ebu Talip’in küfür üzerine öldüğüdür.[12] Bunun dışındakiler için böyle meşhur bir görüş yoktur. Ebu Talip’in küfür üzerine ölmediğine sadece Şia inanmamaktadır.[13] 

Tefsirini yapmaya çalıştığımız Tevbe Suresi’nin 113. ayetine tekrar dönecek olursak hemen şu hususu vurgulamamız gerekir: Bu ayetin nüzul sebebini Hazreti Âmine ile alakalandırmak büyük bir hatadır. Esefle belirtelim ki bu hataya klasik dönem müfessirleri de düşmüşlerdir. Bu ayetin nüzul sebebi için şöyle bir olay zikredilmiştir: Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, kendisine yıllarca hamilik yapan amcasını ölüm döşeğindeyken İslâm’a davet etmiş fakat o etrafındakilerden de etkilenerek olumlu cevap vermemiş ve küfür üzerine ölmüştür. Resulullah bunun üzerine; “Rabbim beni reddetmedikçe sana istiğfar etmeye devam edeceğim” demiştir.

Hazreti İbrahim aleyhis selam’ın babasına istiğfarını okuyan ve bu olaya da muttali olan Müslümanlar geçmiş müşrik akrabaları için Yüce Allah’tan bağış dilemeye (istiğfar) başlamışlardır.[14] Tam böyle bir atmosferde Allah Teâlâ bu ayeti göndererek gerekli uyarıyı net şekilde yapmıştır: “Ne Peygambere, ne de diğer inananlara (kâfir olarak ölen ve) cehennemlik oldukları artık kesinleşmiş olan müşrikler (ve bütün kâfirler) için onlar yakın akrabaları bile olsalar Allah’tan bağışlanma dilemek yaraşmaz. (Zira Allah, kendisine ortak koşanları ve inkâr edenleri bağışlamayacağını kesin hükme bağlamıştır.)”[15]

Bu ayetle kâfir olarak öldüğü bilinen birine istiğfar etmek yasaklanmıştır. Ayet bu olayla ilgilidir. Hâl böyleyken ayeti bağlamından koparmak hatalıdır. Unutmamak gerekir ki daha önce de açıkladığımız üzere Hazreti Âmine’nin şirk üzerine öldüğüne dair tek bir karine bile yoktur. Klasik kaynaklarımızdan bazıları nüzul sebebini yeterince araştırmadan ve gerekli metin tenkidini sonlandırmadan bu ayetle Hazreti Âmine’nin ölüm şekli üzerinde ilgi kurmuştur.[16]

Bu kaynaklardan bazıları önce nüzul sebebini verip sonra farklı olaylara girmişler ve meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmişlerdir. Şevkanî (ö. 1250/1834) bunlardan biridir.[17] İlgili ayetle ilgili iddia edilen nüzul sebeplerini verdikten sonra bunların içerisinde en isabetli olanı tercih eden Âlûsî (ö. 1270/1854) olmuştur. Onun beyanına göre Tevbe Suresi’nin bu ayetinin nüzul sebebi Vâhidî’nin (ö. 468/1076) açıklamalarıyla örtüşmektedir.[18] Dolayısıyla bu ayetin nüzul sebebinin Hazreti Âmine’nin vefat biçimiyle ve inanış şekliyle bir ilgisi yoktur. Bu ayet kâfir olarak öldüğü kesin birine istiğfar edilmeyeceğine ve istiğfarın bir türü olan cenaze namazının kılınmayacağına işaret etmektedir.

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

1 Bak: Mukatil, Tefsir, c. II, s. 74; Taberî, Câmi’u-l Beyan, c. VI, s. 489; İbni Kesir, Hazin, Lübab’u-t te’vil, c. II, s. 318;Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. II, s. 376; Bagavî, Mealim’u-t Tenzil, (Muhtasar), s. 395; Ebu-s Suud, İrşad’u-l akl’ı-s selim, c. IV, s. 176-7; Âlûsî, Ruh’u-l meani, c. VI, s. 32; Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 751.
2 Kasas 28/56
3 Mücahid, Tefsir, s. 201.
4 Mukâtil, Tefsir, c. II, s. 501.
5 Yurdagür, Metin, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, c. 12. S. 475-480.
6 Yurdagür, Metin, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, c. 12. S. 475-480.
7 İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, terc: heyet, Hikmet. Yay. 2008, İstanbul, c. I, s. ?
8 Suyuti, Celaleddin, Hasais’ü-l Kübra, c. I, s. 135; el-Kastallânî, Ahmed b. Muhammed, el-Mevâhibü’l-ledünniyye, c. s. 102.
9 Mevdûdî, Tefhim’ü-l Kur’an, c. VII, s. 30.
10 İbni Kesir; Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. IV, s. 557; Havva, Said, El-Esas fi’t tefsir, c. XI, s. 6695.
11 Bak: Mukatil, Tefsir, c. III, s. 522-3; Taberî, Câmi’u-l Beyan, c. XII, s. 697; Zemahşeri, Keşşaf, c. IV, s. 792; Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh , c. VIII, s. 191; İbni Kesir; Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. IV, s. 553; Hazin, Lübab’u-t Te’vil, c. IV, s. 419; Ebu-s Suud, İrşad’u-l akl’ı-s selim, c. VIII, s. 444; Havva, Said, El-Esas fi’t tefsir, c. XI, s. 6683.
12 Âlûsî, Ebü’s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd b. Abdillâh b. Mahmûd el-Hüseynî, Ruh’u-l  Meânî, c. VI, s. 32.
13 Âlûsî, Ruh’u-l  Meânî, c. VI, s. 33.
14 Vâhidî, Esbab’u-n nüzul, s. 200.
15 Tevbe 9/113.
16 Bak: Mukatil, Tefsir, c. II, s. 74; Taberî, Câmi’u-l Beyan, c. VI, s. 489; İbni Kesir, Hazin, Lübab’u-t te’vil, c. II, s. 318;Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. II, s. 376; Bagavî, Mealim’u-t Tenzil, (Muhtasar), s. 395; Ebu-s Suud, İrşad’u-l akl’ı-s selim, c. IV, s. 176-7; Âlûsî, Ruh’u-l meani, c. VI, s. 32; Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 751.
17 Bak: Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 750-1.
18 Bak: Âlûsî, Ruh’u-l  Meânî, c. VI, s. 32.

İlim Hazinem ↗

Ehl-i Sünnet usulüne uygun yazılmış ilmî makaleler okumak için tıklayın

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir yorum

  1. Allah Teala razı olsun Mehmet hocam. Yazınızdan İstifade ettim. Taha suresi 51 ve 52. ayetler de fetret dönemiyle ilgili ipuçları vermektedir diye düşünüyorum “Firavun: Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak? dedi. Tâhâ : 51
    Musa: Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır ne de unutur, dedi. Tâhâ : 52

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.