Nefis övünmeyi ne çok seviyor…

Zamanında dernek, vakıf veya herhangi bir organizasyonda bulunmuş, belki faydalı da olmuş kişilerden bazen şöyle cümleler duyuyoruz: Gençken biz ne çalışmalar yapmıştık… Hiç boş durmaz, sürekli dava uğruna koştururduk, gecemiz gündüzümüz yoktu… Zamanında çok sohbetler, çok programlar yaptık… Dava uğruna çok infaklarda bulunduk, bileziklerimizi, yüzüklerimizi çıkarıp verdik..

Ya da bunun farklı versiyonları da var. Şu kadar talebe okuttum… Şu kadar kişiye burs ayarladım… Şu kadar kişiyi üye yaptım… Beş çocuğumu okuttum, üç çocuğumu evlendirdim… Birine şunu aldım, ötekine bunu aldım vs… Bütün bu sözlerde sanki biraz benlik ve övünme havası yok mu sizce de?

Bu ve benzeri sözler bana şu ayeti hatırlatıyor: “Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.” (Tekasür, 1-2)

Ne farkı var?

Geçmiş zamanın övünmeleri yahut dövünmeleri eğer etrafı- ahfadı teşvik maksadı ile değilse, çoklukla övünmekten, geçmişe kadar gidip mezarları saymaktan ve daha çok ölülerinin olduğunu ilan etmekten ne kadar farklı olabilir acaba?

Şuan tek bir adım atmadan “zamanında” nice yollar yüründüğünü söylemek bir bakıma ölüleri (geçmişini) saymak gibi değil mi? Hele bir de ortamda birkaç mücahit, birkaç davetçi daha varsa tam bir şova dönüşmez mi o meclis?

İçten içe… “Ben daha çok çalışmıştım, ne de çok çalışmıştım, ama iyi çalışmıştım” gibi düşünceler gururu da okşuyorsa, zamanında yapılan hasenatın kül olma tehlikesi ortaya çıkıyor. Yapılan hayır-hasenat boşa gitmeyecektir, terazinin sağ kefesine yüklenecektir elbette. Ama hayat devam ettikçe yaptığımız her amel ya sağ kefeye ya da sol kefeye konmayacak mı?

Bir de olayın şu boyutu var. Hayat bitmeden unu eleyip, eleği duvara asma düşüncesi ağır basıyor bazı insanlarda. Belli bir yaşı geçmişler olarak belki de şuan hiçbir şey yapamamanın verdiği vicdan azabıyla zamanında ne güzel çalışmalar yaptığımızı ballandıra ballandıra, iftiharla anlatmak tatlı geliyor.

Dünde kaldı 

Meclislerimiz, “zamanında” ne güzel çalışmalar yapıldığının gösterildiği nostaljik film ortamlarına dönüyor. Bunları anlatırken hiçbir şey yapmayanlar olarak gönlümüzün isyanını teskin etmeye, vicdanımızı rahatlamaya çalıştığımızın ne kadar farkındayız acaba?

Belki de yan gelip yatmanın rahatsızlığı, çenemize vuruyor. Tembel tembel hikaye anlatmanın ızdırabı dilimizin bağını çözüyor. Ama yaraya merhem olmuyor. Anlatmakla heybe dolmuyor.

Geçmiş zamanın hatıraları mı daha tesirlidir, hayatı dolu dolu yaşayanların yaptıklarını an be an görmek mi? O yüzden anlatınlar pek de etkili olmuyor dinleyen gençlerde. Bir süre sonra “Bu amcaları kim dinleyecek?” der gibi bakmaya başlıyorlar bize.

Çokluk bizi oyaladı. Malımızı mülkümüzü saymaya gerek kalmadan iyiliklerimizi, fedakârlıklarımızı saymaya başladık. Miskin miskin saydık, oturduğumuz yerden saydık, ayağa bile kalkmadan saydık. Saydıkça baktık ki ne kadar da çok şey sığdırmışız az zamana.

Ama daha çok zamanımız var, niye bıraktık gayreti? Yakîn gelinceye kadar ibadet, pil bitinceye kadar mücadele, nefes tükeninceye kadar tebliğ, kalp duruncaya kadar zikir olmayacak mıydı?

Doç. Dr. Mehmet Ağırman/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Halil Atalay hoca yüreklere dokunmuştu…

1959 yılı Ramazan ayının Kadir gecesinde Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Çalkaya köyünde doğdu. İlkokulu Çalkaya Köyü …

Bir yorum

  1. İbrahim Abdülhalik Canbaz

    Çok isabetli ve anlamlı bir mevzuyu kıymetli hocam muthiz bir izah ile vaaz eyelmis .Allah razı olsun..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.