30 yıl felçli yaşamış, 35 ameliyat geçirmiş merhum yazarımız Rüstem Kılıç Hoca’nın vefat etmeden kısa bir müddet önce bize teslim ettiği yazılarını yayınlamaya devam ediyoruz. İşte merhum Hocamızın ibretlerle dolu hayatı…
Özel klinikten alttaki beyin cerrahi kliniğine indikten sonra, hastaneye Trabzon’dan getirilen Cimbek isminde bir aleti bacaklarıma bağlayarak kas geliştirme çalışması yaptırdılar. Hastanenin spor hekimliği bölümünde bulunan bahsettiğim bu alet, aslında sporcuların spor yaparken karşılaştıkları kırık, çıkık, zedelenme gibi rahatsızlıklar sonucu oluşan kas gerilemesini tekrar düzeltmek için kullanılıyormuş.
Kas geliştirme makinasındaki planlanan tedavi sürem bittikten sonra başhekim artık benim beyin cerrahiden, fizik tedavi bölümüne geçmem gerektiğini söyledi. Beyin cerrahi bölümünde yatarken ateşim öğleden sonraları yükselmeye başlıyor, saatler ilerledikçe 39 buçuğa kadar çıkıyordu. Tetkikler yapılıyor fakat bir sonuca varılamıyordu.
Pıhtı atmış
Fizik tedavi bölümüne geçtiğimin ertesi günü sabah, bölüm başkanı olan Profesör kalabalık bir grupla vizite geldi. Profesör bana; “Rüstem Bey, bir şikâyetiniz var mı?” diye sordu. Ben de; “Evet efendim, ateşim genellikle öğleden sonraları yükseliyor” dedim. Orada bulunan başka bir beyefendi; “Yatan hastalarımızın % 72’sinde hareketsiz oluşlarından dolayı kılcal damar tıkanıklığı olabiliyor. Hastaya ultrason tetkiki yapılsın, sonuçtan da beni haberdar edin” dedi.
Kim olduğunu merak ettiğim ve sonradan öğrendiğim bu kişi daha önce Bursa askeri hastanesinde görev yaparken emekli olup, tıp fakültesinde göreve başlayan fizik tedavi uzmanıymış. Yapılan tetkik sonucu aynen onun dediği gibi sol diz altında kılcal bir damarımda pıhtı atma sonucu damar tıkanması oluşmuş. İlgili doktorların konsültasyonundan sonra bahsedilen pıhtının çözülebilmesi için küçücük bir enjektörle çekilen 0.3 mg ağırlığında bir iğne verdiler. İğne günde iki kez deri altına zerk ediliyordu ve bu iğneyi yaklaşık olarak altı ay kullandım. Bahsedilen pıhtı da yavaş yavaş çözüldü.
Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp, hastanenin en alt katında bulunan fizik tedavi salonuna geçiyordum. Uzun süre hareketsiz yattığım için kaslarım gerilemişti, diz kapaklarım kapanmıyordu. Uzman doktor gözetiminde, dizime bağlanan düzenek tahtalarla birlikte, paralel bar arasında gidip gelerek yürümeye çalışıyordum.
Enfeksiyon kaptım
Yattığımız bölümde kadın ve erkek olmak üzere ancak 30 civarında hasta kalabiliyordu. Dolayısıyla her odada dört kişi yatıyorduk. Yan yana yattığımız polis memurunun annesi de odada refakatçi olarak kalıyordu. Servisimizde 12 saatte değişerek görev yapan biri erkek biri kadın iki hasta bakıcısı vardı. Hasta bakıcıların yükü ağırdı. Bu kadar hastanın, servisteki odalarını sabah erkenden gelip, silip süpürüyor, temizliyordu. Sonra da kahvaltı ve yemek vakitlerinde yemeklerini getirip, dağıtıyor, yemekler yendikten sonra da boşları toplayarak, servise geri götürüyorlardı.
Uzun bir süredir hastanede yatıp tedavi olmadığım için şu anki durumu bilemiyorum. Bahsettiğim 90l’lı yıllarda hasta bakıcı yetersizliğinden dolayı, hastaneler perişan bir durumdaydı. Bu imkânsızlıklar sebebiyle bazı hastaların yakınları, kendilerine refakat ediyor, fakat bir sürü de zorluklarla boğuşmak zorunda kalıyorlardı. Fazla ayrıntıya girmeden şunu söyleyeyim siz anlayın, yanı başımızdaki servisin adı enfeksiyon kliniğiydi. Hastanenin en ücra köşesine yatırılması gereken enfeksiyon hastalarıyla iç içe yattığımız için bana da bir mikrop bulaşmış ki yine ateşim yükselmeye başladı. Ateşim 40 dereceyi aşınca beni acilen yoğun bakım kliniğine yatırdılar.
Geniş bir salondaki yoğun bakım servisinde, ben dâhil 16 hasta kadın ve erkek olmak üzere birlikte yatıyorduk. Benim dışımdaki diğer hastaların bilinç ve şuurları kapalı olduğu için sessizce yatıyorlar, tek bir hemşire dönüşümlü olarak hepimize bakıyordu. Servis hemşiresi, yatan şuursuz hastaların günlük rutin bakımlarını tamamladıktan sonra, radyodan müzik açarak kendisi de eşlik edip coşuyordu. Hastalardan şayet hak vaki olup, ölen olursa üzerini kapatıyor, sonra görevliler gelip onu alarak morga götürüyorlardı. Onun yerine hemen yine aynı pozisyonda başka bir hasta yatırıyorlardı.
Ateşim düşmedi
Bir gün tıp fakültesinden yeni mezun olmuş genç asistan bir doktor beyefendi, beni mermer platforma yatırarak ateşimi düşürmeye çalıştı. Ateşim bir türlü düşmek bilmiyor, aksine daha da yükseliyordu. Affınıza sığınıyorum, doktor bey elbiselerimi çıkartarak, vücudumun çeşitli bölgelerine buz torbaları yerleştirip, ateşi düşürmeye çalıştı. İçinde çeşitli ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlar olan serum kolumda takılıydı ama yine de ateşim düşmüyordu.
Doktor Bey hastanede bulunan dört adet vantilatör getirerek, yanlarıma, baş ve ayak tarafıma koyarak çalıştırdı. Saat gece yarısını geçmişti. Tir tir titremekten konuşamıyordum. Bir ara ateşim 40’ın üzerine çıkmıştı. Ondan sonrasını artık siz tahmin edin ne olabilir? Vantilatör gürültüsünden zaten sesimi duyuramıyordum. İşaretle Doktor Bey’i yanıma çağırarak kulağına; “Beyefendi daha ne bekliyorsunuz, Ölmemi mi? Ben Allah’a şükürler olsun, ölümden korkan birisi değilim. Fakat sorumlu olduğum bir eşim ve nur topu gibi üç tane de evladım var, sizi şikâyet edeceğim” dedim.
Doktor bey telaşlandı ve çabucak telefona koşarak acil servisteki uzman doktora durumumu bildirdi. Uzman doktor, öncelikle bölüm başkanına, o da hastanede nöbetçi olan enfeksiyon doktoruna haber vermiş ve bir grup beraberce yanıma geldiler. Benimle ilgilenen asistan doktoru da alarak bir köşeye çekilip, hastalığın ne olabileceği konusunu beraberce kendi aralarında tartışıp konuştular.
Sonra da sanıyorum bir kişiyi görevlendirip nöbetçi eczaneden çeşitli iğne ve ilaç getirttiler. İlaçlar teker teker denendi ve ertesi gün öğleye doğru ateşim düşmeye başladı ve hep birlikte derin bir “oh!” çektik. Ateşim 36- 37 derecelere inince, yattığım platformdan inerek aynı servisteki kendi yatağıma yattım ve tedavilerim orada devam etti. Yoğun bakım servisindeki o zor şartlar içinde altı gün yatmıştım. Hamdolsun, çıldırmadan tekrar kendi servisime indim.
Peş peşe ameliyatlar
Sevincimi eşim ve çocuklarımla paylaşabilmem için, servis hemşiresine haber verdim. O da eşimi aratıp buldurarak ziyaretime çağırdı ve “Ancak 5 dakika görüşebilirsiniz” dedi. Eşimi, çocuklarımı alıp getirmesi için eve gönderdim. Çocuklar gelince tekerlekli sandalye ile aşağıya bahçeye indim. Beraberce gün boyu oynadık, eğlendik, yedik, içtik ve hasret giderdik. Onlar da ben de çok mutlu olmuştuk.
Hastanede yatarken acil olmam gereken birkaç ameliyatım vardı, onları yaptırmadan çıkmak istemiyordum. Üroloji kliniğinden randevu aldım. Genel anestezi vermeden, ameliyata aldılar. Lokal anestezi olduğundan ben de uyanıktım, doktorlarla aramızla gerilmiş olan çarşaf yüzünden onların sadece seslerini duyabiliyordum. Yukarıda kocaman bir su şişesi asılıydı, içindeki sular çabucak boşalıyor yerine yenisi asılıyordu.
Mesane ameliyatlarım art arda altı kez tekrarlandıktan sonra sıra göz ameliyatlarıma gelmişti. Gözdeki % 49’luk kaymayı düzelttirebilmek için yine genel anestezi olmadan doktorlarla konuşa konuşa iki kez ameliyat geçirdim. Son ameliyatımı da ortopedide yaptırarak, hastanedeki işlerimi tamamlamıştım. Çeşitli hastane ve kliniklerde, neredeyse 18 aydır yatıyordum.
Bir soru
Fakültede yatarken yaşadığım bir hatıramı daha anlatmak istiyorum. Bizim kliniğe bitişik olan, deri hastalıkları ve enfeksiyon kliniğinde yatan, öğretmen, genç bir hanımla tanıştık. Benim ilahiyatçı olduğumu duyduğunu ve bana bir soru sormak istediğini söyledi. Sedef hastalığına yakalanmıştı. Bana; “Hocam, neden Yaratan bu hastalığı bana vermiş? Verecek başka kimseyi bulamamış mı?” diye bir soru sordu. Kendisini önce teselli etmeye çalıştım ve dedim ki:
“Hanımefendi, sadece siz değilsiniz bu hastalığa yakalanan, belki de dünyada milyonlarca insan bu hastalığa yakalanmıştır. İnsanoğlu nankörlük yapmamalı, Yaratıcı bizlere bazen ölüm, bazen hastalık, bazen açlık, kıtlık ve sıkıntılı bir hayat verebilir. Allah göstermesin şu odadaki yatan felçli hastaların yerinde, siz yatsaydınız daha mı iyi olurdu? Yakalandığımız hastalık için tedavi yoluna gitmeliyiz. Ancak bazı çaresiz hastalıklar da olabilir. Eğer bizler sabredersek, belki de Yaratıcı bizim bilmediğimiz manevi bir takım güzellikleri bize ikram edecektir.”
Söylediklerim çokta kafasına yatmamıştı. Taburcu olup gitmiş, bir süre sonra ziyaretimize geldiğinde, sevinçle; “Hocam, bana tavsiye edilen bir tedavi şeklini uyguladım ve vücudumda hastalıktan eser kalmadı, çok sevinçliyim” dedi. “Ne güzel işte bak! Allah insanlara, kullarına bazen hastalığı verir ve tekrar şifasını vererek sağlığına kavuşturabilir. Yatarken söyleyip, isyan edişinizden pişmanlık duyarak tövbe ederseniz, Allah Teâlâ sizi bağışlayabilir” dedim.
Şikayet yok
Uzun süredir hastanede yattığım için, bir akşamüstü fakültenin psikiyatri doktorlarından bir hanımefendi gelerek, elindeki kitapçığı bana uzatıp “Hocam, buradaki soruları inanarak ve doğru olarak doldurup, lütfen bana getirip teslim edin” dedi. Kitapçığı açıp soruları okudum, çok enteresan ve komik sorular vardı. Mesela; “Babam beni sevmiyor” veya “Biri beni öldürecek” gibi düşüncelerimin olup olmadığı soruluyordu. Çok ciddi, çok inandırıcı sorular da mevcuttu.
Soruları cevaplayıp, kendisine teslim ettim ve bana; “Bunun bir çan eğrisi denilen sistemle ölçümü var, sonucu ben size bildireceğim” dedi ve beni gönderdi. Ertesi gün servise telefon ederek beni yanına çağırdı ve “Hocam, bu sonuçlara göre sizin çektiğiniz sıkıntılar ve hastalıktan hiçbir şikâyetinizin olmadığı gözüküyor, gerçekten bu soruları inanarak mı cevapladınız?” diye sordu. “Evet, hiç şüpheniz olmasın. İnanarak cevapladım” diyerek kendimi tanıttım ve söze şöyle devam ettim:
“İnsanoğlu, kendi hastalık ve durumunu yukarıdakilerle kıyaslarsa, hayatta mutlu olması mümkün değildir, kendi durumundan daha aşağılarda olanlarla kıyaslaması gerekir. Başımıza gelen hastalık, sıkıntı ve diğer şeylere şikâyetçi olmayarak, sabredersek, bizi yaratan Allah celle celaluh öldükten sonraki ikinci hayatımızda yani ahirette, çok daha büyük karşılıklar, mükâfatlar vereceğini vaat ettiği için ben şikâyetçi olamam” dedim.
Doktor Hanım; “Hocam, ben öyle düşünmemiştim enteresan bir görüş” dedi. Ben de kendisine; “Efendim, hastalarınıza bu şekilde söylediğim gibi tavsiyelerde bulunursanız, sabretmelerini söylerseniz, çok daha yararlı olur” dedim ve vedalaşıp ayrıldık.
Taburcu oldum
Hastanede her yönden çok yıpranmıştım. Bölüm başkanına çıkarak; “Hocam hastanede yatmaktan çok yoruldum lütfen beni taburcu edin” dedim. Uzun süre hastanede yatarken, verilen ilaç ve antibiyotiklerin zehirleri bir tarafa, film esnasında vücuda giren radyasyonlarda da artısı oluyor. Gerçekten insanın inancı olmasa sabredip dayanması zordur dostlar.
Hastaneden taburcu olmuştum eve çıktım ve “Oh! Dünya varmış” diyerek çok şükrettim. Demir ustası bir arkadaşımızı, fakülteye göndererek fizik tedavideki paralel barın ölçülerini almasını ve birebir aynısını benim evimin salonuna kurmasını söyledim. Usta arkadaşım, kendi atölyesinde aldığı ölçülere uyarak paralel barı yapıp, tamamladı. Ankara’daki samimi dostlarımdan kendi ürettikleri, güvenilir arısütlerinden ısmarladım ve evde kurdurduğum paralel bar arasında sabah-akşam egzersiz yaparak, kaybettiğim kas gücünü tekrar geri toplayabildim.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.