Fıkıh ve cihad olmadan tasavvuf olmaz

Tasavvuf İslam fıkhı ile mukayyettir. Nefsi terbiye etmek için İslam kurallarını aşan metotlar kullanmanın adı değildir tasavvuf… İslam fıkhının kabul etmediği hiçbir görüş, hiçbir düşünce, hiçbir uygulama her ne suretle olursa olsun tasavvuf büyükleri tarafından da kabul görmemiştir. İslam fıkhı ile kayıtlı olmayan söz ve eylemlerin, mutasavvıfların onayından geçmesi mümkün değildir.

Fıkıh, İslam’ın zahirî yüzüne dönük iken tasavvuf batınî tarafına bakar. Her iki yön de ihmal edilemez. İmam-ı Malik bu ikisinin bir arada olması gerektiğini şu sözüyle vurgular: “Tasavvuf bilmeyen fakih fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise sapıklığa düşer. Bu ikisini cem eden ise hakikate vasıl olur.” (İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1997, s.227)

Allah dostları ilim öğrenmeyi bırakıp bir kenara çekilmeyi hoş karşılamamışlardır. Abdulkadir Geylani Hazretleri böyle bir derviş için şu uyarıyı yapar: “Oğlum! ‘Fıkıh öğren sonra uzlete çekil, ayrıl, sözünü hiç duymadın mı?’ Bu söz ‘zâhir fıkhını öğren sonra bâtın fıkhına yönel’ demektir. Yani bu zâhir ilimle amel et ki amelin seni daha önce yapmamış olduğun şeylerin bilgisine ulaştırsın.” (Abdülkadir Geylanî, Fethu’r Rabbanî Tercümesi, 2005, s.68-69)

Yanlış anlayışlar

Günümüzde fıkhı bir tarafa bırakan, cihadı bir tarafa bırakan, nefse ağır gelen sorumluluklardan arındırılmış, fantastik bir tasavvuf anlatıcılığı şeklinde tezahür eden bir takım anlayışlar dikkat çekmektedir. Tasavvuf, gönül eğlendirici bir lakırdı, fantastik bir rahatlama aracı gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Sanki İslam’dan, fıkıhtan, şeriatten ayrı bir tasavvuf varmış gibi bir hava estirilmektedir.

Bu anlayışı benimseyen kimselerin ortak özellikleri, mahremiyet ve sohbet adabı gibi hususlara dikkat etmemeleri, Mevlana ve İbn Arabi gibi tasavvuf büyüklerinin sözlerini istismar etmeleridir. Kur’an ve Sünnet ölçülerini bir kabuk gibi gören, zahirle batının arasını ayırıp zahiri küçümseyen, kendilerine hümanist insancıl bir imaj çizen bu kimselerin dillerinden de “aşk” sözünü hiç düşürmedikleri görülmektedir.

Oysa biz büyüklerimizin sohbetlerinde tasavvufi meselelerin gayr-i ciddi bir şekilde konuşulduğunu hiç görmedik. Tasavvufun derin meseleleri hakkında rahat bir edayla konuşup, “biz demleniyoruz, biz meşk yapıyoruz” dediklerini de hiç duymadık. İlahi aşk mevzularında dahi bir ölçü ve edep ile ihtiyaç kadar konuşan büyüklerimiz, tasavvufun “hiçbir hususta haddi aşmamak” demek olduğunu bizzat yaşantıları ile göstermişlerdir.

Bu gibi kimlerin tuzaklarına düşmemek için fantastik tasavvuf anlatıcılarına itibar etmemeli, “pembe tasavvuf” tehlikesine karşı uyanık olmalıyız. Rahmetli Musa Topbaş Hocaefendi’nin güzel bir tavsiyesi vardır. O, gençlere ısrarla İslam kahramanlarının hayatlarını okumayı öğütler. Kendisi de yapmış olduğu sohbetlerinde sürekli Ashab-ı Kiram’ın hayatı ve kahramanlıkları üzerinde dururdu. İslam kahramanlarının hayatını okuyan gençler imanlı bir şekilde yetişirler. Korkak ve silik şahsiyetler olmazlar.

O halde bizler de bizi Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e götüren, Ashab-ı Kiram’a ve Evliya-i İzam’a götüren gerçek tasavvufu araştırmalıyız. Bilelim ki Ebu Ubeyde bin Cerrahlar, Muaz bin Cebeller ve Huzeyfetü’l Yemaniler anlaşılmadan tasavvuf anlaşılmaz. Fatihler, Yavuzlar, Selahattinler anlaşılmadan tasavvuf anlaşılmaz. Canları ile cenneti satın alan sahabeler, hak yolda mücadele eden mücahidler ve İslam kahramanları anlaşılmadan tasavvuf anlaşılmaz.

Ashab-ı Kiram örnektir

Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in eğitiminden geçen Ashab-ı Kiram yaşadıkları dönemde vaktin sorumluluğu neyi gerektiriyorsa o ameli işlemişlerdir. Cihad zamanı cihad, eğitim zamanı eğitim, ibadet zamanı da ibadet yapmışlardır. Geçimlerini kazanmak için ayrı çaba sarf etmiş, dini ve insani sorumluluklarını yerine getirmek için ayrı çaba sarf etmişlerdir. Hangi vakit üzerlerine ne düşüyorsa o görevden kaçmamışlardır.

Bilhassa onların cihad hususundaki heyecan ve hassasiyetleri bizler için çok güzel bir örnektir. Gencinden yaşlısına bu şuurlu nesil cihaddan hiçbir zaman geri kalmak istememiş ve daima şehitlik mertebesini arzulamışlardır. 90 yaşlarında İstanbul’un fethi için orduya katılan Eba Eyyüb El Ensari Hazretleri bu gün dahi bize cihad ruhunu aşılamaya devam etmektedir.

Genç kuşaktan bir misal verecek olursak, Efendimiz sallallâhu aelyhi ve sellem’den cihad etmek için izin isteyen çocuk sahabeleri hatırlayalım. Rafi bin Hadic ve Semüre bin Cündeb, Uhut savaşına katılabilmek için ayaklarının uçlarına basarak boylarını uzun göstermeye çalışıyor, güçlerini ispat edebilmek için de birbirleri ile güreşiyorlardı. Bu sahabilerin heyecanlarının farkında olan Efendimiz onların ikisinin de savaşa katılmalarına izin vermişti. (Bkz. Taberî, Târîh, II, 505-506; Vâkıdî, I, 216)

Vaktin gereği

Tasavvuf İslam’ı asr-ı saadet kıvamında yaşama gayretidir. Dolayısıyla bu yolda cihadın bütün türlerini enfüs ve afakta tatbik etme esası vardır. “Nefsimle mücadele ediyorum” diyerek sosyal hayattaki sorumluluklardan kaçmak ya da cihaddan geri durmak tasavvufta yoktur. Nitekim denilmiştir ki sufi vaktin çocuğudur, hangi vakit üzerine ne düşüyorsa o görevden kaçmaz.

Rasih âlim ve mutasavvıflar zamanın ihtiyacı olan hizmet ne ise o konuya yoğunlaşmışlardır. Kimi öncü şahsiyetler farklı hizmet kollarında uzmanlaşırken kimisi ise irşad, eğitim, basın yayın, sosyal hizmetler gibi birden fazla alanda hizmet vermeye muvaffak olabilmişlerdir. Esasında hayat boşluk kabul etmediği için her alanda müsbet çalışmalara ihtiyaç vardır ve imkânlar doğrultusunda hiçbir alan boş bırakılmamalıdır.

Bunun en güzel örneğini Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayatında görüyoruz. Medine’ye hicret ettikten sonra bir taraftan mescid inşa ettirilirken diğer taraftan da eğitim amaçlı “suffe” adı verilen sınıflar inşa ettiriliyordu. Suffe aynı zamanda bir sosyal yardımlaşma müessesiydi. Başta Ebu Hureyre radıyellahu anh olmak üzere birçok öncü sahabe orada yetişmişti. 

Bütün bu çalışmalarla paralel olarak yürütülen bir diğer hizmet ise Pazar yeri inşa etmekti. Çünkü ticaretin Müslümanların denetiminde ve kontrolünde gerçekleşmesi ve böylece Müslümanların kalkınması gerekiyordu. Mevcut pazarda en güzel yerler, bu konuda hırslı olan ve ticareti ellerinde tutmak isteyen Yahudilere aitti. Onun için Peygamber Efendimiz’in bu icraatı Yahudileri çok öfkelendirmişti.

İslam tarihi kitaplarından bu konuları defalarca okuduğumuz halde, bugün pazara hâkim olma konusunda arzu edilen noktada değiliz. Boykot listelerine baktığımızda yıllardır ne kadar çok şeyi ihmal ettiğimiz daha iyi anlaşılıyor. Örneğin temizlik ürünlerinden, beyaz eşyalara, teknolojik aletlerden giyim markalarına kadar birçok alanda pazara hâkim olmadığımız anlaşılıyor. Vaktin gereğini yerine getirmesi gereken Müslümanların demek ki bu konuya daha fazla eğilmeleri gerekiyor.

Aydın Başar/ Altınoluk Dergisi

Şahsiyet Gelişimi↗

Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.

Adab-ı Muaşeret

Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.