Minare ve bayrak… “Ezan dinmez, bayrak inmez” söylemi gerçekte bu toprakların iki ana nirengi noktasına vurgu yapar. Gerek bu coğrafyada gerek Balkan ve Avrupa coğrafyasında hemen her şehrin bir azizinin (evliya) bulunması, insan benliğinin köklerini derinlere salma duygusuna işaret eder. Alp-eren tipi bu konuda dikkate değer bir örnektir.
Minare gölgesinde ömür süren ve mabedin temsil ettiği dünya görüşünün canlı kalması için her daim ona su taşıyan kişiler vardır. Bu yazının konusu olan Hasan Hoca nerede ise bir asır boyunca bu vazifeyi deruhte etmiş, bulunduğu yer ve muhitte adından saygıyla söz ettirmiş bir şahsiyettir. Duyuşu ve duruşuyla, bilgisi ve görgüsüyle, edebi ve ahlakıyla hikmet ağacının daha derinlere kök salabilmesi için ömrünü vakfetmiştir.
Güzel bir koku
Hasan Hoca’nın aile kökleri, yakınları tarafından çok da ileriye götürülemiyor. Bir rivayet, Müezzinoğlu lakabının aileye Hasan Hoca sonrası halk tarafından verilmiş olduğu yönünde. Bir diğer rivayet ise etraf köylerle Kara Aliler ve Gamoları denilen kabilelerde de böyle bir isim yönünün bulunması şeklindedir. Ancak her hâlükârda ‘müezzino(ğlu)’ lakabı, bu ailenin büyükleri içinde din adamı olduğuna işaret eder.
Abdullah Tepe Hoca bu konuda şöyle bir hikayeye yer verir: “Gerçekte Müezzinoğulları, Karaaliler ve Gamoları’nda var, bir kabile ismi olarak. Hasan Hoca’dan çok önce bunlar. Bizim kökte bir tane Mustafa Hoca varmış. Abdi Hoca’nın müridi Güneycikli Ali Efendi, Hasan Hoca’nın yanına çok gelirdi. Her bayramda namazı burada kılardı. Bir bayram sabahı namaza giderlerken, Ali Efendi, Hasan Hoca’ya; ‘Güzel bir koku hissediyor musun?’ diye soruyor. O da; ‘Hayır hissetmiyorum’ diyor.
Derenin başında bir pelit (meşe) ağacı vardı. Mustafa Hoca’nın mezarı o pelit ağacının altında imiş. Ali Efendi; ‘Otuz beş yaşlarında biri, âlim, büsbütün yatıyor burada. Adı da Mustafa’ diyor. Tabi böyle bir ismi kimse tanımıyor o tarihlerde. Nice zaman sonra babam bu ismi araştırıyor. Büyük dedemden önceki bir döneme ait biri imiş. Hasan Hoca da burada hocalığa başlayınca ‘Müezzinoğlu’ adıyla anılıyor. Ali Efendi ehl-i keşiften biriydi. Hasan Hoca da ona çok saygı gösterirdi.”
Tahsili ve yetişmesi
Mustafa Efendi’nin oğlu olan Hasan Hoca yaklaşık 1874’lerde iki erkek kardeşin küçüğü olarak dünyaya gelmiş. Anne adını tespit edemedik. Mezar taşında doğum tarihi her ne kadar 1884 yazsa da gerçekte yaklaşık olarak on- (belki on iki) yıl nüfus kaydına geç kaydedildiği anlaşılıyor. Çünkü yakınları, onun yüz beş (105) yaşında iken vefat ettiğini beyan ediyor.
Hasan Hoca mizacı ve yetişmesi itibarıyla farklı bir edebe sahip imiş. Yirmi yıl kadar Abdi Hoca’da (Abdurrahman Hilmi Bilici) medrese usulünde okumuş ve oradan icazet almış. Yatılı bir talebe olarak medresedeki arkadaşlarıyla birlikte yemeklerini, çamaşırlarını vb. her şeylerini kendileri hazırlayıp yapmışlar. Sarf, Nahiv olarak Emsile’den başlamış miras hukukuna (ferâiz) kadar okumuş. Mantık, Kadı Beydavî (tefsir), Meânî, Ramazan Efendi (akaid)…
İcazet aldıktan sonra kendi köyünde mahalle mektebinde hoca olarak görev yapmaya başlamış. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında dinî tedrisatla ilgili bir takım sıkıntılar olmuşsa da gerek köylünün Hasan Hoca’yı koruyup kollaması gerek Hoca’nın etrafa fazla açılmaması kendisinin bu konuda ehven bir hocalık hayatı sürmesini beraberinde getirmiş.
Mahalle mektebinde hemen her sene üç dört ay kadar (kış döneminde) talebe okutmuş. Yakın akrabalarından biri, mektebin açılması, hocanın iâşesinin temini konusunda ona yardımcı olurmuş. Hasan Hoca’nın etraf şehirlerde hoca, vaiz olması için kendisine epey teklif gelmiş. Ancak o, hakikatleri olduğu gibi doğrudan söyleyemem endişesiyle bu tekliflere sıcak bakmamış.
Lakin nice yıllar sonra; “Keşke bu teklifleri değerlendirseydim, şimdi emekli olurdum” şeklinde hayıflandığından söz ederler. Bu durum, Hasan Hoca’nın bildiği doğruları hemen hiç çekinmeden doğrudan ve üst perdeden dile getiren mizacıyla da ilgili olsa gerektir. Mahalle mektebinde namaz sureleri (kısa sureler), Kur’an öğretimi, akşam dersi adı altında ilmihal bilgileri okutmuş, öğretmiştir.
Farklı bir mizacı vardı
Abdi Hoca’nın okuttuğu biçimde düzenli bir okul (medrese) hocalığı olmamış Hasan Hoca’nın. O da ilmî birikimini unutmamak, tazelemek ve geliştirmek adına sürekli kendi kendine evinde ders takriri yapmış. Ziraat işlerini sevmesine ve kimi zaman ilgilenmesine rağmen bu işleri çocuklarına havale etmiş. Konu ile ilgili Abdullah Hoca şunları kaydeder:
“Kuvvetli bir hafızası ve zekası vardı. Ölünceye kadar öğrendiği ilimleri bilirdi. Kadı Beydavî, mantık, meâni, Şehzade, Ramazan Efendi (akaid) vd. Yıllar geçmiş olmasına rağmen 1967- 68’lerde şunu demişti: ‘Şu anda, ders okutmadığım halde, Emsile’den Molla Cami de dahil ezbere bunları okuturum kanaatindeyim!’ Aklım durmuştu!… Misafiri yoksa, bir yere gitmezse sabah kahvaltısından öğleye kadar, öğleden ikindiye, ikindiden akşama kadar kendi kendine ders müzakeresi yapardı.”
Kendisinin asabi mizaclı olduğundan söz ederler. Hatayı kabul etmeyen bir halet-i rûhiyesi varmış. Ancak onun bu titizliği, İslâmî kurallar çerçevesinde kendini göstermiştir. Bu açıdan ona muhalif olan olmamış. Onun âdâb-ı muâşeret ve ibadetler hususundaki bu titizliği, çocuklarına muhtemelen daha dikkatli ve rikkatli şekilde yansımış olabilir.
Şöyle anlatırlar: “Camide, mihrapta sohbet ederken kazara camide iken geri baktınız veya birine bir şey dediniz de o da bunu gördü. ‘Ne bakıyorsun geri, dananı mı kaybettin!’ derdi… Havaya bakan birine, ‘Ne gördün orda, fare mi gördün. Bana da göster!’ demişti. Caminin üst katında biri, hutbe esnasında kolunu korkuluğa koymuş öylece dinliyordu. Hoca, hutbeden ona, ‘Beyefendi, ne o öyle, koltuk da getireyim mi, çekyat da ısmarlayayım mı?’ diye sitem etmişti.”
Lafını esirgemezdi
Bulunduğu mahallenin çeşmesine su almak için gelen mahalle kadınları bile yan yana gelip dedi kodu yapamaz imiş. Hasan Hoca sözünü esirgemez bir yapıya sahip olduğu için mahalle kadınları Hoca bizi görür de eleştirir diye çeşmede bile fazla vakit geçirmezmiş. Yılmaz Uzun Bey, Hoca’nın bu yapısı ile ilgili şöyle bir hatırayı anlatır:
“Bir arazi keşfi için vaktiyle buraya bir hakim gelmiş. Günlerden Cuma. Camide alt katta yer olmadığı için üst kata çıkmış. Hasan Hoca da hutbeyi irticali olarak okur ve uzun konuşurdu. Bir saatten aşağı sürmezdi hutbe. Bu muhitin önemli meselelerini konu edinirdi. Hutbe uzun sürünce hakim, üst kattan; ‘Hocam namaz geçiyor artık namazı kılalım’ demiş. O da hutbeden; ‘Bre …, sen iyi bir … olsan balığın suda rahat ettiği gibi burada rahat ederdin!’ diye verip veriştirmiş. Namaz sonrası kendisine; ‘Hocam, o kişi hakimdi, sen ne yaptın öyle?’ demişler. ‘Ben ne bileyim onun hakim olduğunu yahu’ diye cevap vermiş.”
Benzer bir hikayeyi Abdullah Hoca şöyle dile getirir: “Düğünlük’te bir cenaze vardı. Orada Hasan Hoca var. Halil Tatlıgül Hoca da var. Bizim talebelerden biri ezanı tegannili okuyordu. Ezanın ortasında Hasan Hoca, ezanı okuyan talebeye; ‘Bırak şu ezanı! Ne bağırıyorsun … gibi!’ dedi. Sonra Halil Hoca’ya döndü; ‘Yahu hocam, adam gibi ezan okuyan bir talebeniz yok mu sizin?’ dedi. Bu tür şeylere tahammülü yoktu. Ezanı düz okuyacaksın onun yanında. Kim olursa olsun fark etmez, fetvayı önemser, takvayı da yaşamaya çalışırdı. Fetvası takvaya muhalif olmazdı.”
İlmi birikimi etkilemiş
Çatak’a (İslamdağ) sıkça gidermiş Hasan Hoca. Halil Hoca’nın yeni geldiği yıllarda Halil Hoca rahat vazife yapsın diye caminin arka saflarında namaza dururmuş. Bir keresinde Halil Hoca, ilk defa hacca gitmektedir. (1968- 69’lu yıllar). Yaşı tutmadığı için onu Ürdün’de tutmuşlar ve zahmetli bir yolculuğun ardından kırk altı gün sonra Çatak’a dönebilmiş. Hasan Hoca da oraya gitmiş. Halil Hoca’nın orada küçük bir odası vardır. Odada bir takım Arapça kitaplar bulunmaktadır. Hasan Hoca, orada Şehzade Şerhi’ni açıp Ayetel Kürsi’nin olduğu sayfayı sesli şekilde ibare olarak okur. Halil Hoca, Hasan Hoca’yı saygı gereği ayakta dinlemektedir.
Hoca, iki sayfa kadar ibare okur. Onun ardında bulunan Halil Hoca, dudaklarını ısırır!… Hasan Hoca camiden gidince Halil Hoca; “Böyle bir gramere hiçbir yerde çatmadım, milimetrik unutmamış, içim gitti. İmkanım olsa onda ders okurdum” demekten kendini alamaz. İlgi çekici noktalardan biri de, Halil Hoca’nın Çatak’ta hoca olarak kalabilmesini Hasan Hoca ile Ahmet Uslu Hoca’ya bağlamasıdır. “Onlar, bu gencin (Halil Hoca) peşine düşmeyin, bunda bir şey yok deselerdi ben burada hocalık yapamazdım” demiştir.
Benzer bir hikaye Hasan Hoca’nın ahir ömründe kendini gösterir. Hasan Hoca biraz rahatsızmış. Çatak’ta iken talebesi Abdullah Tepe’den bir kitap istemiş. Kitapta bir ibareyi Halil Hoca okumuş. Ancak Hasan Hoca ibarede bir eksiklik fark etmiş. Kitabı eline alıp ibareyi baştan sona okumuş. Bunun üzerine Halil Hoca, orada gözyaşlarına hakim olamamış; “Hocam, siz bir deryasınız! Bizim sizin yanınızda konuşmamamız lazım” demiş. Hasan Hoca hadis konusunda uzmanlık seviyesinde bilgiye, vukûfiyete sahipmiş. Ezber kabiliyeti fevkalade yüksek olan Hasan Hoca, binlerce hadisi ezbere bilir, Ramûzü’l Ehâdîs’i nerede ise hafızasında tutarmış.
Abdi Hoca’sında yirmi yıl okuyup icazet alan Hasan Hoca, köylerle mahalle mekteplerinde hocalığa başlamış. Medrese talebesi olması itibarıyla olsa gerek ki askerlikten muaf tutulmuş. İstiklal Harbi yıllarında Terme’de beş altı sene kadar görev yapmış. Bir ara Bafra’da bulunmuş. Kumru muhiti olarak Kösebucağı yanında Geyikçeli, Gökçeli, Çatak (İslamdağ) gibi yerlerde her türlü dinî hizmetin yürütülmesinde ön sıralarda yer almış.
Onun ilmî birikimi, kendisinin pek çok yerde bulunmasını beraberinde getirmiştir. Kendisini tanıyan hocalar, gerek onun ilmî dirayeti gerek celadeti karşısında onun yanında söz almamayı tercih ederlermiş. Demek ki, Hasan Hoca bu muhitte dini hizmetlerin yürütülmesinde yıllarca köprübaşı bir konum arz etmiş. Yılmaz Uzun’un ifadesiyle; “Hasan Hoca uzun yıllar müderrislik yapmış olmasa bile, hem (mahalle mekteplerinde) talebe yetiştirme, hem çevre köylerin cenaze, düğün, asker uğurlama, sınır nizaları, miras taksimi gibi dinî konuların yürütülmesinde bu çevre için mühim hizmetler îfâ etmiştir.’
Arpalıklı hocaya saygısı vardı
Kösebucağı muhitinde yakından tanınan bir başka Hasan Hoca, Arpalıklı’dır. İkisi de Abdi Hoca’da ilim tahsil etmiştir. Ancak Arpalıklı Hasan Hoca, Kösebucaklı Hasan Hoca’dan muhtemelen yaş (ve ilmî birikim) yönüyle bir nebze ileride gibidir. Ehl-i dîl olan ilim ehli, birbirini tanır ve hürmette kusur etmez. Bu açıdan Kösebucaklı Hasan Hoca, Arpalıklı Hasan Hoca’ya ileri seviyede saygı gösterirmiş. Bir keresinde Kösebucaklı Hasan Hoca kürsüde konuşurken Arpalıklı Hasan Hoca gelince hemen kürsüyü ona devretmiş. Köye dönüş yolunda bu husus kendisine sorulunca cevabı şu olmuş: “Benim onun yanında konuşmam edebe aykırı olur. Ben şu halimle on yıl daha okusam onun seviyesine ancak çıkarım.”
Abdullah Hoca anlatıyor: “Bir keresinde buraya (Kösebucağı) bir hakim gelmiş miras davası ile ilgili. Hasan Hoca oraya gitmiş. Millet, ona ‘Hocam’ şeklinde hitap edince hakim ona miras ile ilgili bir soru soruyor. Hasan Hoca, resmi kişiler karşısında fazla konuşamazdı. Hasan Hoca meseleyi çok iyi bildiği halde orada yeteri kadar izah edemiyor. O arada Arpalıklı Hasan Hoca oradan geçiyormuş. Onu çağırıyorlar. O da muhteşem bir açıklama yapıyor. Bu durum karşısında hakim orada hemen kendini topluyor ve diz üzeri oturmaya başlıyor. Arpalıklı’nın ilmî birikimi karşısında adeta küçülüyor. Bunun üzerine Arpalıklı şunu diyor: ‘Oğlum, bizim ecdadımızın hepsi böyleydi’. ”
70 yıl imamlık yaptı
1960’larda iki tane Kur’an kursu kadrosu gelir. Birini Kösebucağı’na verirler. Hasan Hoca’yı buraya atamak isterler. İlkokul mezunu değil gerekçesi ile ataması yapılmaz. Aslında Hasan Hoca’nın bugünkü yazı ile de (ileri seviyede olmasa da) okuması vardır. Üstelik Kur’an kursu binası biraz uzakta bir yerdedir. Bunun üzerine Hasan Hoca; “Yahu, kursu şuraya yapsalar meccanen hocalık yapardım” demekten kendini alamaz.
Şu kadar var ki, Hasan Hoca, vefatına kadar (06.04.1979) bulunduğu yerde görevine devam eder. O tarihe kadar da oraya din görevlisi ataması yapılmamıştır. Kendisinin görev yaptığı ahşap cami, yakın tarihte Kültür Bakanlığı tarafından koruma listesine alınmış, nerede ise iki asırlık bir yapıdır. Hasan Hoca bu camide yaklaşık yetmiş yıl kadar görev yapmış. Caminin mihrabı, ahşap işlerine meraklı bir ilkokul öğretmeni (Şakir Akkaya) tarafından yapılmış ve tezyin edilmiş.
Torunu Necmi Söcü Bey’in ifadesine göre Hasan Hoca yeteri kadar yeme içmeyi, güzel ve temiz giyinmeyi seven, zayıf yapılı ve orta boylu biriymiş. Şehre giderken şapkasının üzerinde kendine mahsus biçimde sardığı sarığa benzeyen şey varmış. Eskiler, başı açık gezmeyi edebe aykırı gördüğü için Hasan Hoca’nın bunu önemsemiş olduğu anlaşılır. Kaldı ki, Hasan Hoca özellikle camide başı açık olana sitem eder, kızarmış. Başı açık namaz kılana; “Yahu, başına bir bez parçası da mı bulamadın?” dermiş. Abdest alma ânı dışında başı açık bulunmamış. Sabun yerine temizlik için kül kullanırmış.
Ata binmeyi ve balık tutmayı seven bir mizaca sahipmiş. Çok güzel saçma (serpme) atar, tuttuğu balığı önce ağzına götürür sonra balık torbasına atarmış! Güreşlere meraklı biridir. Düğünlere gider, davul zurna gibi eğlence unsurlarına mesafeli dururmuş. Bu arada (kendi parası ile olmaksızın) sigara içtiği de olurmuş. Ancak ahir ömründe sigaraya karşı onda bir ikrah oluşmuş ve sigara içenlere de tepki gösterir olmuş. Radyoya ‘deccal’ der ve karşı durur, evinde radyo bulunduranları icabında haşlarmış…
Muhtemelen (icazet almasından sonra) yirmi beş otuzlu yaşlarında iken Ayşe Hanımefendi ile evlenen Hasan Hoca’nın, Bahri, Fatih, Said, Asiye, Avniye, Naciye, Lahuri adını verdikleri dört kız ve üç oğlu olmuş. Evinde iken herkese cemaatle namaz kıldırırmış. Tasavvufî açıdan Kiraz Hoca’ya intisap eden Hasan Hoca’nın, Abdullah Tepe gibi kimi talebelerine; “Biz gittikten sonra sizi hortumla yıkayacaklar!” şeklindeki sözü, onun ilim ve ilim adamlığının ilerleyen süreçte kıymet olarak yitime uğrayacağını basiret gözüyle görmüş olabileceğine işaret eder. Hasan Hoca, 06 Nisan 1979’da vefat etmiş. Mezar taşında şu bilgiler kayıtlı: “Müezzinoğlu Hasan Hoca. D.T. 1884. Ö. T. 06.04.1979. Ruhuna Fatiha” Mekanı cennet olsun.
Not: Hasan Hoca ile ilgili bilgilerin derlenmesinde yardımlarından dolayı Abdullah Tepe, Yılmaz Uzun ve Necmi Söcü’ye teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Ahmet Çapku/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.