Hafız Ali Şahin ile yapılan tarihi mülakat…

Bir ikindi sonrası Hırka-yı Şerif Camii’ndeki bir odada merhum Kurra Hâfız Ali Şahin Hocamızı ziyaret etmiş, hâfızlık serüvenini ve yetişmesinde emeği olan hocalara dair hatıralarını kendisinden dinlemiştik. Mülakat esnasında çeşitli yaş gruplarından kıraat talebeleri de orada hazır bulundular. Hem Hocamızdan kıymetli sözler dinlemekten dolayı hem de böyle bir ilim halkasına şahid olmaktan dolayı çok mutlu olmuştuk. İşte Altınoluk Dergisi’de yayınlanan o mülakat:

Muhterem Efendim öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? İlk din eğitiminizi nereden aldınız?

1963 Trabzon Çaykara’ya bağlı Baltacılı Köyü’nde –şimdi mahalle oldu- doğdum. Anam babam çiftçilikle meşguldü. Yedi kardeşin en küçüğüyüm ben. İlk dini terbiyeyi rahmetli anamdan aldım. Anam iyi bir dinleyiciydi. Dinlediği hocalardan öğrendiklerinin tamamını akşam yemekte bize aktarırdı. Diyebilirim ki bildiğim ilmihal bilgilerinin yüzde seksenini ondan öğrendim. Evimiz camiye uzak olduğu için bizim evimizde devamlı cemaatle namaz kılınırdı. Babamın iki hassasiyeti vardı: Bir tanesi namaz, bir tanesi yemek… Namaza durulduğunda herkes namazda olacak! Yemek hazır olunca da kimse ortalıkta dolaşmayacak, herkes sofrada olacak!

Kendi isteğinizle mi, daha çok ailenizin tesiriyle mi hâfız olmaya karar verdiniz?

Çocukken ben çok koyun yaydım. Koyunlara bakarken de dağlarda taşlarda çok ezan okudum. O yıllarda öğretmen okulları vardı, beni köyümüzdeki bir öğretmen o okula göndermek istiyordu. Babam ona; “Çocuğa sor, ben bir şey demem” dedi. Bana sorunca; “Ben hâfız olacağım” dedim. Yani küçüklükten beri Kur’an öğrenimine, eğitimine, böyle büyük bir iştiyak vardı. Onun da sebebi şu: Babamla anamın evde yaptığı dini sohbet çok etkili oldu. Babam diyelim bir cenazeye gitti, eve gelince falan hâfız güzel okudu diye evde konuşurdu. Ya da anam; “Anlat bakalım bugün hoca ne anlattı” diye babama sorardı, babam da akşam anlatırdı. Evdeki bu konuşmalar bize tesir etti.

Bir hocaefendi varmış, Süleyman dedeme misafir olmuş. Kardeşlerinin de kendisi gibi hâfız olduğunu söyleyince dedem “Ne büyük zenginlik” demiş. O da ellerini açmış “Ya Rabbi bu zenginlikten Süleyman Efendi’ye de ver” diye dua etmiş. Oradaki herkes “âmin” demiş. O zaman biz daha doğmamışız. Hamdolsun altı erkek kardeş idik hepimiz de hâfız olduk. Bizim köyde hâfıza çok değer verilirdi, her evde bir hâfız vardı.

Büyüklerinizden hocalar var mıydı? Onların üzerinizde ne gibi tesirleri oldu?

Her iki taraftan da dedelerim Osmanlı mollasıydı. Bunlar yasaklı dönemlerde bile Tecvid ile Mızraklı derslerini evde yapar, çocuklarını yetiştirirlerdi. Namazın kılınma şekli, abdestin nasıl alınacağı onların en hassas olduğu noktalardı. Bugün baktığımız zaman, onların din eğitiminin, din terbiyesinin çok daha güzel olduğu ortaya çıkıyor. Şöyle ki onlardaki hassasiyet bizim şuandaki hassasiyetimizin çok üzerindeydi. Eskiden çocuklara dede nene terbiye verirdi, bizi de onlar büyüttü. Ana baba tarlaya bahçeye çalışmaya gider, bizim mürebbimiz onlar olurdu.

Büyüklerimden dinlediğim şöyle bir hatırayı anlatayım: Bir gün köye bir Yüzbaşı gelmiş. Dedem muhtar olarak onu yaylada misafir etmiş. Cumhuriyetin yeni kurulduğu günlermiş. Dedem; “Harfler gitti, kitaplar gitti, yasaklar geldi” deyince Yüzbaşı şöyle demiş: “Ecnebiler devletimizi kabul etmek için altmış iki şart koştular, onları yaparsak devletimizi tanıyacaklarını söylediler. Siz kendi içinizde bunları unutturmayın. Yarın devlet güçlenince bu altmış ikiyi birer birer atar.” Yani teker teker bu yasaklar kaldırılır demek istemiş. Bunu ben babamdan dinledim.  

Köyde iki tane ana camii vardı, tabi oralarda Kur’an eğitimi yasakmış. Rahmetli dedem mahallelere küçük küçük mescitler yaptırıyor; Kur’an öğretmesi için hocalar ayarlıyor. Hatta birine böyle kaval çalmayı bilen birini tutmuş ona demiş ki: “Jandarmalar geldiği zaman elifbaları gizlersiniz, çocuklara kaval öğretiyorum dersiniz.” Bunu yaşayanlardan yani o talebelerden bir tanesi bu yaz vefat etti; o anlattı bunu bana. “Molla Süleyman dedeniz olmasaydı Kur’an öğrenemezdik” dedi. 

Bölgenizdeki tanınıp bilinen eski âlimlerden bahseder misiniz?

Dedem Osmanlı’nın son muhtarıydı. Bizim köyde dedemin hocası rahmetli Ferşad Efendi varmış. 1929 yılında vefat etmiş. Çok maneviyatlı bir insanmış. Onunla ilgili şöyle bir şey anlatırlardı: Ferşad Efendi bir gün Trabzon’dan dönerken Of’a uğramışlar. Yanlarında mısır ekmeği varmış. Efendi, birini fırına buğday ekmeği alamaya göndermiş, gönderirken de; “Vitrinden alma” diye tembihlemiş. Bu da diyememiş, fakirlik var, çekinmiş… Gelince Ferşad Efendi anlamış; “Ben sana vitrinden alma demedim mi git onu değiştir” demiş. Mahcubiyetten gidip değiştirememişler. Dönerken bir yerde yemek molası verilmiş. Bakmışlar ki Ferşad Efendi buğday ekmeğine hiç dokunmuyor, mısır ekmeğinden yiyor. “Efendi niye bu taze ekmekten yemiyorsunuz?” demişler. “Vitrinde duran ekmeklere, aç, fakir herkes bakıyor; almayın onları demedim mi size” demiş. İnsanların gözleri değdiği için bu ekmekler ona başka türlü görünürmüş. İşte büyüklerin böyle hassasiyetleri oluyor. 

Hâfızlık eğitimine ne zaman başladınız? İlk hocalarınız kimlerdi?

Hâfızlığa ilkokul çağımda Rize’de başladım ama iyi bir dayak yiyerek, hatta kolum kırılarak kurstan kaçtım. Ondan sonra köyümüzün yakınındaki köyde -Allah razı olsun- Ahmet Hamdi Seçilmişoğlu diye bir hoca vardı. Onun hocası Lakozlu Hâfız Mustafa merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun ilk talebesiymiş. Ben ondan Hâfızlık yaparken altmış dokuz yaşındaydı. Bize öteki kursta tecvidsiz başlatmışlardı. Onun yanına gittiğimde; “Tecvid bilmeden Hâfızlığa başlanılmaz” dedi.

İyi bir hâfızdı, Mushaf koltuğunun altında, ezberden dinlerdi. Onun özelliği şuydu: Hocaefendi hiçbir hata söylemezdi. Bir seferinde “kaf” harfini uzatmamışım, altı sefer dersten kaldırdı. “Bak orada ne yazıyor, düzelt” dedi ama hatayı söylemedi. Hatayı bir türlü anlayamadım, abime okudum, abim de anlayamadı. Evinde ders okuyorduk, Hacı Teyze de halimi görüp üzülüyordu. Yedinci sefer yine yanına gittim, gözümden şıpır şıpır yaşlar da akıyor… Bu sefer “yüzünden oku” dedi. Okudum… “Sen şu an yüzünden okumuyorsun, iyice bak” dedi. Bu sefer uzatma “vav”ları varmış onları gördüm, düzelttim. İşte bu tavrıyla bize bir hatanın nasıl düzeltilebileceğini gösterdi.

Merhum Hocanızın başka hassasiyetleri veya özel metotları var mıydı?

Hocamız; “Hâfızın izni olmaz” der bayramda bile izin vermezdi. Bayramda “Ben bayram kıldıracağım, bir saat geç gel” derdi. Bir yere gidip gelme gibi bir derdi yoktu. Dersi almadan hiçbir yere gitmezdi. O günün şartlarında, yasaklı dönemde toplam 87 Hâfız yetiştirmiş. Kimse ses duymasın, şikâyet etmesin diye ahırda okuturmuş ilk zamanlarda. Sevenler var, sevmeyenler var; jandarmanın gelebileceği istikametlere nöbetçi koyuyor. Bazen işi var ot biçecek, bizi de götürür, o tırpan sallarken biz okuruz, bizi dinler. Yani onların hâfızlık metodu çok ciddi ders alınması gereken bir metot.

Kendisi imamdı, biz hâfızlık yaparken bana bir defa bile müezzinlik yaptırtmadı, ezan okutmadı. Yıllar sonra bir gün ziyaretine gittim; “Hocam bize niye müezzinlik yaptırtmazdınız, cenazede vs. Kur’an okutmazdınız?” dedim. Dedi ki; “Olmayanı oldurmamak lazım. Siz daha yeniydiniz, daha çok okursunuz. Sizi biz yetişmiş gibi milletin önüne atsaydık, o zaman nazara gelirdiniz.” Nazar konusuna çok dikkat ederdi. Kur’an’ı baştan sona bir celsede okumayana da yol vermezdi. Güvendiği hocaları çağırır, hâfızlığı tamamlayanları beraber dinlerdi. Bunu hâfızlar nazara gelir diye halkın içinde yapmazdı. Bir haziran günüydü, sabah namazından başladım, 25 cüz okudum. Hafif bir yemek arasından sonra da beş cüz daha okuyup tamamladım. Sonra duası yapıldı. Hocam yazılı icazet vermezdi.

Hayatınızda başka iz bırakan hocalarınız oldu mu?

1976’da Çaykara İmam Hatip Okulu açılınca okulun ilk öğrencilerinden oldum. Bir hocamız vardı, her derse girdiği zaman bana aşr-ı şerif okuturdu. Daha sonra biz Çaykara Müftüsü Yusuf Efendi’den Arapça, Fıkıh ve Tefsir okuduk. Diyorum ki keşke o müftüyü görmeseymişim. Çünkü ondan sonra daha onun gibi bir müftü görmedik. Müftülüğün üç dört odası var, bir odası mescid. Rahlesi var, rahlenin yanında incecik bir minder; orada öyle oturuyor. Evi müftülüğün üst katındaydı, teheccüd vakti o mescide iner, teheccüdü kılar, ondan sonra gün boyu akşamın geç saatine kadar gelen talebeleri orada okutur… Gece bekçisi gelir dersini alır, esnaf gelir dersini alır, öğretmen gelir dersini alır… 25 sene o müftüye hizmet eden görevli diyor ki: “Ben Müftü Efendi’yi iki defa makamında otururken gördüm. Bir seferinde Trabzon Valisi gelmişti, o zaman makamına geçti, yarım saat kadar oturdu, o gittikten sonra tekrar rahlenin başına geçti. Bir kere de kaymakam gelince masasına oturdu.”

Merhum Hâfız Aşıkkutlu’ya yetiştiniz mi?

Benim abim Of’ta imamdı. Of’a gittiğimizde, çarşıya indiğimizde onu görürdük. Herkes yaşlı bir hoca olduğu için elini öpmek isterdi. Biz de elini öptük yani… Biz bir nevi onun hatıraları ile büyüdük. Çünkü bizim bölgede hâfızlık yapan kişileri ona gönderirlerdi. Bir sene de orada talim okuyanları hâfız sayarlardı. Aşıkkutlu Efendi’de hakikaten bir sahabi ahlakı vardı. Bir gün caminin bir köşesinde dururken, koşan bir talebe Hocaefendi’ye çarpıyor. Hocaefendi şöyle birkaç metre yuvarlanıyor. Sonra ayağa kalkınca; “Evladım oyun oynuyordunuz değil mi?” diyor. Yani çocuğu en ufak şekilde azarlamıyor. Böyle bir ahlâka sahip. Ona derse gidenler diyorlar ki odasından içeri dersini yapmayan girmezmiş. O da dışarıda girmeyenlere; “Niçin dersinizi yapmadınız?” diye sormazmış. Kimseyi üzmezmiş.

Muhterem Hocam siz de hâfızlar yetiştirdiniz. Hâfızlık eğitimi konusunda ne düşünüyorsunuz?

1983- 84’te okulu bitirip görev aldık. İlk görev yerim Diyarbakır Kulp’a bağlı bir köydü. Daha sonra Of’ta Kur’an Kursunda çalıştım. Ben bir dönem Hâfız yetiştirdim fakat daha sonra Hâfız yetiştirmeyi bırakıp Kıraat dersi vermeye başladım. Bazı hocalarımız buraya derse geliyor, onlara diyorum ki; “Hâfızlık talebeleriyle günde on beş yirmi dakika böyle özel sohbet edin.” Ben bunu kendim uyguluyordum. Öğlene kadar çocuk dersini tamamlıyordu. Öğleyin kaylule uykusu veriyordum. Daha sonra kaldırıyordum, ders tekrarı yaptırıyordum. İkindiden akşama kadar oyun. Akşam yatsı arası, çay, bisküvi ve sohbet. Çocukların saçının uzunluğuna karışmıyordum, uzun saçlıysa temizliğine dikkat etsin, bırakın uzun kalsın diyordum. Öğrencilerime sevdirerek Hâfızlık yaptırdım.

Bazıları masanın başına oturup “Şöyle Hâfız yetiştirilir, böyle yetiştirilir” diye hocaların kafalarını karıştırıyorlar. Benim kanaatim öyle değil. Bir talebe hocasından ne görürse en başta onu uygular. Şu anda uyguladığım eğitim sistemim tamamen hocalarımın eğitim sistemidir. Hocaların kafasını karıştırmaya gerek yok, ancak böyle küçük dokunuş yapabilirsin.

Muhterem Hocam, Kıraat dersi veremeye ne zaman başladınız? Kıraat’i tercih etme sebebiniz nedir?

1994’te Kıraat’ten icazet aldıktan sonra Hâfız yetiştirmeyi bırakıp o gün bu gündür Kıraat okutuyorum. Kıraat dersi vermeye başladıktan sonra eski usulümü beğenmedim. Eski öğrencilerime de; “Gelin size yeniden talim okutayım” dedim. Çünkü Kıraat ilmi çok önemlidir. Benim kıraat okutmamın ana müsebbibi Abdurrahman Gürses Efendi’dir. “Sen Kur’an kursunu bırak, imamete dön. Hem cemaatle beraber hem talebeyle beraber daha iyi olur. Hem mihraptan okursun, hem de talebe yetiştirsin” dedi. Ondan sonra ben Hocamı üç kere rüyamda gördüm. Talebeleri böyle başıboş duruyordu. Dediler ki “Hocam siz olmadığınız zaman bizi kim okutacak?” Hoca efendi şöyle omuzumdan tuttu; “Bu okutacak sizi” dedi. Bu rüyalar tekrar edince bunu bir emir gibi gördük ve talebe okutmaya devam ettik.

Abdurrahman Gürses Hocaefendi’nin en önemli özelliği neydi? Onunla olan hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz?

Hocaefendi dakik… Haseki’deyken, misafir geldiğinde hiç misafirle ilgilenmez, ta ki ders bitinceye kadar. Hizmetli oralardaysa, “bir çay verin, kahve verin” der, o kadar. Bir gün Daire Başkanı ziyaretine geldi, aynı şekilde ona da böyle davrandı. Onun için ders esnasında gelen herhangi birisi ile bir Daire Başkanı’nın bir farkı yoktu. Bir seferinde bir Arap ülkesinin Diyanet İşleri Başkanı ziyarete gelmiş, “Benim dersim var” demiş, görüşmemiş. Ders konusunda çok ciddiydi. Biz onun gibi yapamadık. Bir misafir geldiğinde o talebeyi bir başka talebeye, ötekini öbürüne dinlettirir, misafirle ilgilenirdik. Benim nasibim şu ki üç hocamın hepsi de Osmanlı edebi almışlardı.

Hocaefendi’yi Teşvikiye’de ziyarete gittik. Vefatından bir sene evveldi, hasta yatıyordu. “Bizim Halil ne yapıyor” diye Halil Gönenç Hoca’yı sordu. Bir arkadaşımız “emekli oldu” dedi. Hocaefendi böyle biraz arkasını döndü; yani memnun olmadı. Arkadaşımız; “Ama derslere devam ediyor” deyince o zaman döndü, neşelendi, muhabbet etmeye başladı.

Bir hatıra ile bitirelim inşâallah. Hocaefendi el öptürmezdi, sadece icazet verdiği kişiye el öptürürdü. Birkaç sefer gelmiş okumuş kişiye bile el öptürmezdi. Bir defasında Hocaefendi dersten çıkmış arabaya doğru gidiyordu. O zaman 92 yaşındaydı; böyle yavaş yavaş yürüyordu. Müftü bir talebesi geldi elini öptü. “Hocam ne zaman emekli olacaksınız” dedi. Hocam kaşlarını çattı; “Ben daha ölmedim” dedi.

Çok teşekkür ederiz.

Aydın Başar/ Altınoluk Dergisi, 2021, Ağustos

Hatıra Arşivi ↗

Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.

İyi Haberler ↗

İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.