Ayaklı kütüphane diye isimlendirebileceğimiz, anekdot hazinesine sahip isimlerden birisi de yazar Sadık Yalsızuçanlar’dır. Ara sıra kendisini arar tasavvuf ve tarikatların menşeine ve şeyh efendilerin geldikleri meşrep ve kanallara dair bazı bilgiler sorarım. Genellikle aradığımdan daha fazlasını onda bulurum. Onun saklı irfan hazinelerine dair çok az kişide olan bir genel kültüre sahip olduğunu biliyorum. Çok okuyup çok yazan, okuduklarını ya da şahid olduklarını en güzel şekilde aktarma becerisine sahip velud bir yazardır. Çok sayıda eseri bulunmaktadır.
Kendisini okumak ve dinlemekte fayda var; çünkü onu dinleyen bir kitap okumuş gibi olur. 2011 yılının Ekim ayında Mecidiyeköy’deki bir mekânda onun bir dersini dinlemiştim. Bediüzzaman’ın Şualar adlı kitabından 7. Şua’ya giriş mahiyetinde bir ders yapmıştı. Tasavvuf ve Bediüzzaman konusu çerçevesinde şekillenen dersten aldığım kayıtlar ise şöyle:
“Bediüzzaman sufi midir, kelamcı mıdır, müfessir midir?” sorusuyla başlayan Yalsızuçanlar bu soruya şöyle cevap verdi: “Aslında bu konu daha önce yazıldı, çizildi, tartışıldı. Gerek yok bence Bediüzzaman şu mudur bu mudur diye tartışmaya. Çünkü sûfîdir dersek eksik kalır, kelamcıdır dersek eksik kalır, müfessirdir dersek o da eksik kalır. Bütün bu vasıfları belli miktarlarda kendinde taşıyan bir zattır. Ona eserleri üzerinden baktığımız zaman böyle söyleyebiliyoruz. Tasavvuf ve sûfilere bakışıyla ilgili ise şu tespitleri yapabiliriz: ‘Eski Said’ ve ‘Yeni Said’ diye hayatını ikiye ayıran Üstad Hazretleri Yeni Said’e geçiş sürecinde etkilendiği eserin Abdulkadir-i Geylani Hazretlerinin ‘Fütuhu’l Gayb’ adlı eseri olduğunu söylemiştir.”
İmam-ı Gazali Hazretlerinin de Bediüzzaman gibi bir dönüşüm yaşadığını ve bu dönüşümün hikayesini El Münkız’da anlattığını söyleyen Yalsızuçanlar sözlerine şöyle devam etti: “Üstad, Emirdağ Lahikası’nda; ‘Risale-i Nur on iki büyük tarikatın camii/ hulasası ve en geniş dairesidir’ demiş ve ‘Risale-i Nur ne şarkın ulûmundan ne garbın fünunundan, doğrudan Kur’an’ın mertebe-i arşisinden iktibas edilmiştir’ diye de ilave etmiştir. Mektubat’taki tarikat risalesine baktığımız zaman Üstad orada, tarikatların çok olduğunu, her bir insan adedince yol olduğunu, mezhep, meşrep, tarik adedince yollar olduğunu söylemiştir. Cedde-i Kübra-i Kur’aniye dediği Kur’an’ın büyük caddesi içerisinde yer alan tarikler olduğunu söyleyerek; ‘Risale-i Nur bunların hepsini içtima etmektedir, yani toplamaktadır. İhtiva etmektedir, yani onların hülasasını içinde taşımaktadır. Onların özüdür. Bir de onların geniş dairesidir’ demiştir. Birkaç talebesinden bizzat dinlediğim bir şey: ‘Üstad Kastamonu’da kaldığı sıralar biz de orada bulunan sûfi bir zata giderdik. Dedi ki; ‘Evladım oraya gitmeyiniz ben on iki tarikten de icazetliyim.’ Aslında kimseye gel veya gitme demezlerdi ama kendisine gelmeye başlayan bir talebe her iki tarafa da gittiği zaman böyle söylemiştir. Talebeleri anlattığına göre Üstad Hazretleri; ‘Risale-i Nur benim kırk bin müşehadatımdan birisidir’ demiştir. ‘Risale-i Nur benim muhtaç ve yaralı nefsime Kur’an’ın eczane-i kübrasından ikram etiği ilaçlardır. Benim gibi nefsi muhtaç ve yaralı olanlar okuyabilir.’ Yani burada Üstad; ‘Gel vatandaş’ diye bağırmamış; ‘Benim gibi yaralı olanlar okusun’ demiştir.”
Üstad’ın Risale-i Nur’da alıntı yaptığı, feyz aldığı, eserlerini okuduğu ve kıymet atfettiği isimlerin yüzde doksan dokuzunun arifler ve sûfîler olduğunu söyleyen Yalsızuçanlar sözlerine şöyle devam etti: “Arada sûfî olmayan bazı âlimler ve kelamcılar olsa da geneli böyledir. Risalelerdeki bahsettiği zatların ben listesini çıkardım, Hasan-ı Basri’den Cüneyd-i Bağdadi’ye, Maruf-u Kerhi’den, Şakik-i Belhi’ye, Mevlana’dan Abdulkadir Geylani’ye kadar; bunların hepsi sûfî zatlardır. Mesela Mesnevi-i Nuriye’de bütün mübarek zatları sayıp; ’Ahbaplarımız kabrin öteki tarafındalar. Oraya gitmeye bir iştiyakın yok mu?’ diyor.
‘Lezzetler zehirli bala benzer, lezzetin elemi de vardır. Ölüm ahbaba kavuşmaktır, bak sevdiklerin öbür taraftadır’ diyor. Üstad’ın en fazla etkilendiği zatlar ise birer sûfî olan Abdulkadir Geylani ve İmam Rabbani’dir. Bir yerde Abdulkadir Geylani’nin eserlerini okuduğunu söyleyen Üstad onun için; ‘Kutsî mürşidim ve üstadım’ ifadesini kullanmıştır. Başka bir yerde; ‘Eğer İmam-ı Rabbani hayattadır diye bir haber almış olsam, işimi gücümü bırakıp hemen Hindistan’a giderdim’ demiştir. Onun sûfî zatlarla münasebetinin olduğuna dair de bazı bilgiler vardır. Mesela Bitlis’teki Kübrevî Hazretlerinden kısa bir süre ders almıştır. Sonraki zamanlarda Bünyamin Ayâşî Hazretlerinin yanında da altı gün kadar kalmıştır. Ayaş’ın eski Belediye Başkanı’nda bunun belgeleri var; kendisi Bediüzzaman’la ilgili araştırma yapan birisi. Üstad bir yerde Mevlana Celaleddin Rumi’ye olan sevgisinden bahsetmiş ve şöyle demiştir: ‘O bir farisi mesnevi yazdı ben de Arabi bir mesnevi yazdım’ Bu mesnevinin girişinde de ona olan sevgisini muhabbetini ifade etmiştir. Başka dört beş yerde daha Mevlana’dan bahis vardır. Sufilerin türbelerini de ziyaret eden Üstad bir gün Konya’ya gittiklerinde Hazreti Mevlana’nın huzuruna gittiğinde en dış kapıda ayakkabılarını çıkarmış ve avluya böyle girmiştir. Bu örnek ona olan derin saygısını göstermektedir. Üstad, Ankara’ya geldiğinde de genelde Hacı Bayram Veli civarında kalmıştır.”
Bediüzzaman’ın; “Medenilerin çoğu içi dışına çevrilse ayı, kurt, hınzır sureti alacaklar” sözünü nakleden Yalsızuçanlar; “Ne demek istiyor Üstad burada?” diye sorduktan sonra şunları anlattı: “Bir gün mahkemeden çıkarken yanından kendisine kötülük eden bir savcı geçiyor. Oradakilere; ‘Yanımdan geçen yılanı gördünüz mü?’ diyor. Yani kendisine yılan suretinde görünüyor. Demek ki onda bu hayvanın vasıflarından vardı. İşte bu hayvanlık hallerini geçmek için yani o hayvanın temsil ettiği halleri geçmek için de kâmil insanın terbiyesinden geçmek gerekir. Nedir mesela bunlar? Menfaatini arayan insan tilkidir. İftira, gıybet yapan insan saksağandır. Hikmeti anlamayan incelmemiş insan ayıdır. Ahmak eşektir. Sinsice gelip sokan yılandır. Kulağı yok, gözü yok, koku alamaz tevhidî esrar yok, Hakk’ı hiçbir yerde idrak edemiyor köstebektir.”
Dersin sonunda Üstad’ın Urfalı talebesi Abdulkadir Badıllı’nın Üstad’ı ziyaretini anlatan Yalsızuçanlar bu hatırayla dinleyenleri adeta bir feyiz deryasına daldırdı. Bu ziyareti şöyle anlattı: “Abdulkadir Badıllı Urfa’dan trene binip üç gün yol gittikten sonra onu ziyaret ediyor. Gaziantep’te aktarma yapıyor, sekiz on saat orada bekliyor. On on iki saat ayakta gidiyor, merkeple gidilecek yolu patikadan yürüyerek gidiyor. Zahmetli bir yolculuktan sonra Barla’ya geliyor. Ziyarete gelenleri karakola götürdükleri için direkt evine gidemiyor. Camii avlusunda abdest alırken orada birisinin yanına gidiyor Bediüzzaman’ı tanıyıp tanımadığını soruyor. Tanıdığını öğrenince de; ‘Ona nasıl ulaşabiliriz’ diyor. O önce; ‘Geri dön! Onu ziyarete gelenlere eziyet ediyorlar’ diyor. ‘Zaten kendisi de ziyaretçi kabul etmiyor’ diyor. Çok ısrar edince de; ‘Roman işçiler eve dönerken onlar onun evinin önünden geçiyorlar, sen de onların arasına karış Üstad’ın evinin önüne gelince evine geçebiliyorsan geç’ diyor. Bunu deniyor ve başarılı oluyor. Roman dostlarımızın arasına katılıyor ve oradan geçerken kapının girişindeki boşluğa dalıyor. O esnada Zübeyir Abi kapıda bekliyormuş. Üstad, Zübeyir Abi’ye; ‘Urfa’dan bir kürdoğlu gelecek o gelince içeri al’ diye söylemiş. ‘Kimseyi kabul etmemesine rağmen beni kabul etti’ diyor. Üstad isminin ‘Abdulkadir’ olması ile çok alakadar olmuş.”
Ziyaretin bundan sonrasını Yalsızuçanlar, Abdulkadir Badıllı Abi’nin ağzından anlatıyor: “Askerden gelince meslek yok şu yok bu yok bir arayış içindeydim, babama sordum, babam, Bediüzzaman diye bir zat var, ona git, dedi. Ben onu kadiri şeyhi zannediyordum, gidip nasibimi alayım diye düşündüm. Üstad bana; ‘Ne iş yapıyorsun?’ diye sordu. ‘Avcıyım efendim’ dedim.
‘Bir avda ne kadar masraf yapıyorsun’ diye sordu. Kaç paraysa onu söyledim. Cevabımı dinledikten sonra; ‘O paraya bir koyun alsan daha iyi değil mi’ diyerek avı bırakmamı tavsiye etti. Avı bıraktım o gün. O gece orada kaldım. Oradaki herkes eserlerden sırayla okudu, Bediüzzaman dinlerken gözünden yaşlar süzülüyordu. Sonra akşam Üstad kendi yemeğinin yarısını bana gönderdi. Benim yorganım vardı ama o bununla üşür diyerek bir yorgan daha gönderdi. Üç gün beni bırakmadı. Gelirken Antep’te yedi sekiz saat kadar kalınca elim boş gitmeyim diyerek iki kilo baklava aldım; 4 lira ödedim. Bunu verince; ‘Biz hediye kabul etmiyoruz ne kadar verdiysen parasını verirsek ancak öyle olur’ dedi. Bari az söyleyeyim diye düşünüp ‘2 lira verdim’ dedim. Bana çıkarttı 8 lira verdi. Sonra artık ona hiç yalan söylemedim. Bir de ona; ‘Efendim annem kendisine düşen mirastan bana şu kadar koyun verdi ben onu satayım, bu Risale-i Nurları elle yazıyorlar, ikinci el bir teksir makinası alıp bunları bassak’ dedim. ‘Sen bilirsin’ dedi. Ben Urfa’ya gittim koyunları sattım…”
Sadık Yalsızuçanlar’ın etkileyici sunumuyla harika bir ders dinlemiş oldum. Anlattıkları benim gözümde paha biçilemez değerdeydi. Üstad Bediüzzaman gibi bir şahsiyeti onun tatlı sohbetinden dinlemek bana iyi gelmişti. Allah, Sadık Abi’ye hayırlı uzun ömürler versin de o bize hep böyle güzel şeyler anlatsın.
Aydın Başar/ İrfan Yolculuğu
RİSALE-İ NUR ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.