
Babamın dostlarının izini takip etmeye devam ediyorum. Babamın hocası Ermenekli Mustafa Safvet Efendi’nin talebelerinden Abdurrahim Somuncu ile ilk olarak, 6 Mayıs 2021 tarihinde whatsap üzerinden bir görüşme yaptık. Daha sonra bilahere İstanbul Halkalı’da kızının evinde kendisini ziyaret ettim. Hocamızın hatırlarını dinlemek nasip oldu. Bilhassa hafızlık serüvenindeki hatırları çok etkileyiciydi. İlim yolcularının dikkatini çekeceğini umuyor ve kendisi ile yapmış olduğumuz mülakatı istifadenize sunuyoruz.
Bize doğumunuz, çocukluğunuz ve hafızlığa başşlamanızdan bahseder misiniz?
1934 doğumluyum. Çubuk‘un, eski ismi Ahur yeni ismi Yeşilkent köyünde dünyaya gelmişim. Altı yaşında namaz kılmayı öğrettiler. Sekiz yaşımda Kur’an-ı Kerim’i bayağı güzel okumaya başladım. Ve aynı sene hafızlığa başladım. Köyümüzde beni dinleyecek iyi ve yeterli bir hafız yoktu. Bir sene ara verdim. Çubuk’un Tahtayazı isminde bir köyü vardır. Bu köyde Şükrü Yıldırım ismini taşıyan -fakat kimse bu isimle bilmez- Kıymetlioğlunun Hafız diye bilinen bir hoca vardı, ben ona gittim. Bu hoca kendi köyünden önce Aşağı Çavundur köyünde görev yapıyordu.
Ben o zamanlar ilkokula da gitmiyordum. Dokuz yaşıma gelmiştim. Köyümde de hafızlığımı dinleyen olmadığı için hoca arayışına girmiştim. Okuma hevesimle ilgili şunu da söylemekte fayda var: Benim dedem medrese hocası imiş, hafızmış. Onun kitaplarına ben bakardım, anlamazdım. Arapça kitaplardı. Dedem bunları anlar ve bilirdi. Ben bunları niye anlamayayım diye içimden heves ederdim. Okumaya meylettim.
Bu doğrultuda beni dinleyecek hafız hocası arıyordum. Yani kendi kendime düşünüyordum, arayacak bir gücüm yoktu tabii. Aşağı Çavundur köyünde Kıymetlioğlunun Hafız diye bir hoca işitiyorduk. Babamgile söyledim. Babamgil bizim ekonomik durumumuz müsait değil biz seni götürüp de oralarda masraf edip okutamayız, dediler. Fakat babamın bir asker arkadaşı Çavundur köyünden bizim köye gelmişti. Bana baktı ve “Sen hafızlığa çalışıyorsun öyle mi?” dedi. “Oğlum bizim köyde çok güzel bir hafız var” dedi. “Benim evimde kal bu hocada da oku” dedi.
Babamgile söyledim. Onlar; “Yine senin masrafın olur, durumumuz müsait değil okutamayız” dediler. Bu olay aklımda kaldı. Bir bayram halamla beyi bizim köye gelmişlerdi. Taşpınar köyünden. Onlara bayram dönüşü; “Sizin yolunuz Aşağı Çavundur köyünden geçer mi?” dedim. Geçer, dediler. Artık babama ısrar etmeye lüzum yoktu. Babamın asker arkadaşı da; “Gel bizim evde kal” dedi ya. Ben oradan tutunurum dedim.
Hafızlık ideali…
Halamların köyden ayrılma gün ve saatini öğrendim. Kendime de hazırlık yapacağım ama hiçbir giysim yok. Bir ayakkabım vardı, eskiden araba lastikleri şambrelden yapılan kese gibi, onun da ayağı tutacak kısmı açılmış, bir de sırtıma giyecek ceketim de yok, babamın bir ceketi var, ona da iki kişi sığar. Bu şekilde köyden ayrıldım. Halamlardan önce yola koyuldum. Babamın asker arkadaşının yanına Aşağı Çavundur köyüne vardım.
Babamın arkadaşının evini buldum ama o da o gün başka bir köye gitmiş. Hanımı dedi ki: “Ben seni alamam. Benim çoluk çocuğum çok” dedi. Arada kaldım. Ne yapayım şimdi? Bizim köyden bu Hocaya birisi okumaya gelmişti, evini sordum. evini buldum, durumu anlattım. Babamın asker arkadaşı gelinceye kadar beni idare ettiler. Babamın arkadaşı duymuş beni buldu: “Oğlum Abdurrahim neredesin? Neden bizim evde kalmadın?” dedi. Beni aldı evine götürdü.
Ev hakikaten kalabalık. Ben derse çalışacağım salonda Kur’an-ı Kerim’i yastığa koyacağım, gelen giden, gürültüden dikkatim dağılmasın diye kulaklarıma pamuk bulamazdım da çaput tıkardım. Bu şekilde dersimi hazırlar Hocama verirdim. İkinci sene Hoca kendi köyü Tahtayazı’ya imam oldu. Beni de beğendiği için yanında götürdü. Evine aldı. Evinde hafız talebelerin sayısı çoğaldı.
Ben de o zamanlar on iki yaşlarıma gelmiştim. Hafızlığımı bitirdim. Ama hafızlığım çok pişkin oldu. Merasim yapıldı. Merasimden sonra Hoca beni yine evine aldı. Talebesi kırka yükseldi. Hocamın talebelerinin hıfzını ben de dinlemeye başladım. On dört yaşıma geldim. Çubuk’un Çat köyünün imamı yokmuş. Beni imam olarak istediler. O köye gittim dokuz ay kadar kaldım. Köylüye; “Ben birkaç yaşlıya namaz kıldırmak için imam olmadım, çocuklarınızı toplayın onları okutacağım” dedim. Orada bir kış devresinde kırk beş kişiye Kur’an öğretip hatim yaptırmışım. Çok heyecanlıyım. Köylüler yemeğimi konak usulü sırayla yaparlardı. Evlere gidiyorum, geç kalıyorum.
Bir Cuma günü cemaate; “Yemeğimi eve getirin” dedim. Birisi itiraz etti. “Ben çocuğa yemek götüremem” dedi. Cemaatin hepsi ona karşı çıktı. “Hoca bizim iyiliğimiz için böyle istiyor” dediler. “Kaç tane hoca geldi hangisi kime ne öğretti?” diye beni desteklediler. O itiraz eden de sıraya girdi, yemeğimi eve getirdi. O zamanki talebelerimden Ankara‘da imamlık yapıp da rahmetlik olanlar var. İlk defa ezan taşına çıkardığım kişiler var. Şam‘da okuyanlar oldu.
Hafızlık devremden sonra kendi köyüme de bir gidişim oldu. O da şöyle oldu: Çubuk’un Hacılar Köyünde medrese mezunu Bayram Hoca diye biri vardı. Adını işitiyoruz. Benim imam olduğum köye gelmek istemiş. Köylü karşı çıktı bir tek ben taraf oldum köye gelmesine. Nedeni ne? Benim köy yakın, hoca gelirse ben de onunla Arapça okuyacağım. Köylüyü dinlemedim, benim köylü de beni imam olarak istiyordu. İş bu şekilde oldu. Ben de hocadan okumaya başladım. Emsile’yi bir hafta on gün içinde bitirdik. Ama öylesine, tatbikat felan yok. Hoca bizi bahçesinde çalıştırır, bağının kazma işlerini yaptırır. Baktım ben istifade edemiyorum.

Köylere cerre gittik…
Kendi köyümde imam iken İstanbul’da terzilik yapan civar köyden birisini işittim. Ona gittim; “Ben İstanbul‘a gidip okuyacağım” dedim. “Fakat paran var mı?” dedi. Bu arada şunu söyleyeyim benim köyde aldığım ücreti babam alıyordu, benim param yoktu. Bir arkadaş vardı hafız ona; “İstanbul’a gideceğim ben, elimde param yok köylere cerre gidelim” dedim. Yani biz talebeyiz okumaya gideceğiz bize para verin diyeceğiz. Bu şekilde birkaç köye gittik. Yetmiş beş lira benim, elli lira da o arkadaşın oldu.
O terziye dedim ki: “Benim param var.” “Ne kadar?” dedi. “Yetmiş beş lira” dedim. O günün devrinde İstanbul’a yedi buçuk liraya gidiliyordu. O parayla gittik İstanbul’a. Gönenli Mehmet Efendi ile tanışmak istedik. O da; “Ben Ankaralıları almıyorum” dedi. “Onlar kavgacı, dövüşçü oluyor” dedi. “Almam seni” dedi. Ne yapacağız? Kırşehir’in Kaman’dan Asım diye, sonradan polislik yaptı, bu arkadaş dedi ki: “Hoca seni alır almasına, sana bir yatak matak bulsak. Senin okuma konusundaki samimiyetini hissederse Hoca seni alır.”
İstanbul’a kaç yılında gittiniz?
1950’de. Ekim ayından önce idi. Biz yatağı getirdik attık. Hoca, bu yatak kimin? dedi. Başkan da benden için, bunun dedi. Alın bunu, yatağıyla beraber Sirkeci’ye götürün, bindirin otobüse Ankara’ya gitsin, dedi.
Bu olay nerede oldu Hocam?
Gönenli Mehmet Efendi o zaman Fatih’e yakın Hacı Hasan Camiinde imamdı. Caminin üst kısmında talebeler kalır fakat diğer camilerde belki üç yüz beş yüz talebesi vardı.
O zamanlarda talebeler camilerde mi kalırdı?
Talebeler genelde camilerde kalırdı. Mehmet Efendi bu talebeleri himaye ederdi. Hepsine ders okutmazdı. İki arkadaş askerden gelmiş okumak istiyorlarmış; Çankırılı onlar. Satılmış ve Hasan isimlerinde iki arkadaş. Bir müezzin de; “Hocam benim caminin alt kısmında boş bir yer var, ora temizlenirse öğrenciler barınabilirler” dedi. Hoca o askerden gelenlere; “Siz gidin” dedi. Ben de ağladım orada. “Hocam ben de gideyim” dedim. “Sen de git” dedi. Aslında kalınacak yer değil. Turşu bidonları var. Akşam tavanın rutubetini siliyoruz sabaha kadar tekrar rutubet oluşuyordu.

Hangi cami idi Hocam bu bahsettiğiniz cami?
Aksaray Valide Camiinden aşağı doğru, Camcılar Mescidi (Gureba Hüseyin Ağa Mescidi). Murad Paşa Camii’ne varmadan. Bu iki cami arasında bir yerde. Şimdi yıkıldı o cami. Küçük bir camiydi. Orada bir kış kalabildim. Sonra Gönenli Mehmet Efendi’nin iyi talebelerinden oldum. Onunla tanışmamız da şöyle oldu: Bir gün İstanbul camilerinde ne kadar talebesi varsa hepsini bir yerde topladı. Kâğıt dağıtacağım; “Kim sofra duası biliyorsa o kâğıda yazsın versin” dedi. Ben de yazdım verdim. Hoca: Hiçbirinizin duasını beğenmedim, dedi. Ben ayağa kalktım; “Hocam ben iki tane daha dua biliyorum” dedim.
“Gel bakayım kulağıma oku” dedi. Hocanın kulağına yemek duasını okudum. “Hafız mısın sen?” dedi. “Hafızım” dedim. “Yarın Horhor Caddesi’nin üstünde Kızıl Minare Camii var. Öğlen oraya gel” dedi. Kadınlara vaaz verdi. Hüngür hüngür ağlattı. Ben de ağladım. Ben kenarda, geri tarafta idim. Daha sonra vaazı dinleyen kadınlar Hoca’nın çantasına paraları koydular. Hocanın yanına yaklaştım. “Sen niye geldin?” dedi. Olayı anlattım. “Sen hafız mısın?” dedi. “Hafızım” dedim. Ayak üstü şurayı oku, burayı oku dedi. “Senin adın ne?” Abdurrahim Somuncu. Hocayla birebir tanıştık.
Bir dönem de Murad Paşa Camiinde kaldık. Caminin ana kubbesinin yanlarında iki küçük kubbe vardır. Bir tarafında ranzalarımız vardı, üç katlı. Bir tarafında ders okur, sol tarafta da yemekler pişerdi. Oradaki arkadaşların başına beni başkan yaptılar. Öğrencilerin takibatı rahmetli Gönenli Mehmet Efendi tarafından yapılıyordu. Ben de buradaki talebelerin bir kısmına ders okutuyordum. Ben de Kurra Kesikbacak İsmail Efendi’de (1905-1972) tashih-i huruf okuyorum, bir de benim okuyuşumu beğendiği için Aşare’ye başlattı. Diğer tarafta Ahmet Davudoğlu’nda, Mahmut (Bayram) Efendi’de Arapça okuduk. Bir hoca ile yetinmedik birçok hocadan derslere devam ettik.
Daha sonra Pertevniyal Valide Sultan Camii’ni yurt edindik. Caminin avlusunda dört tane oda vardı. Burada öğrenciler kalırdı. Bir dönem buradaki öğrencilerin başkanlığını ben yaptım. Bu öğrenciler arasında sonradan akademide Profesörlüğe kadar yükselen Tokatlı Mahmut Kaya da vardı. O benden yaşça küçüktü. Abisi olurum yani. Onun anlattığına göre Şehzade Camii’nde arkadaşlarına Nuru’l İzah şerhi Meraku’l Felah okutuyormuş. Mahir İz Hoca Efendi (1895-1974) camiye namaz kılmaya gelmiş. Öğrencilerin bu şekilde ders okuduklarını görmüş. Yanlarına gitmiş, onlara kim olduklarını, ne işle meşgul olduklarını sormuş, çok memnun olmuş. İsimlerini almış onlara bir kurs açmış, onlarla ilgilenmiş ve yönlendirmiş. Ayrıca Ahmet Şahin diye biri vardı, bir gazetede yazardı.

Mahmut Kaya Hoca’ya baban Osman Yılmaz Hoca’yı sorduğumda tanıdığını, “Osman Abi” dediklerini söyledi. Hoca’nın Anadolu’daki dini ve kültürel hayatın çok kötü durumda olduğundan şikayet ettiğini hatırladı. Osman Hoca ile ilgili bilgiler için talebe arkadaşları Ali Vehbi Cengiz ve sizinle görüşmemi tavsiye etti. Peki hocam Ahmed Davudoğlu Hoca ile de tanışmanızı anlatabilir misiniz?
1954 yılında Tashih-i Huruf’tan Fatih Camii’nde merasim yaptık. Bir sene sonra da Aşare’den merasim yaptık. Dört arkadaş: Mehmet Aydınlı, Rizeli Abdurrahim, Ben ve bir kişi daha vardı. Nevşehirli Derviş Hoca olabilir. Merasime tüm kurralar geldiler. Dört arkadaş sırayla Hocamın gösterdiği yeri Aşere üzere okuduk. Bu olay gazetelere konu oldu. Muhteşem bir kalabalık vardı. Daha sonraları bizim bulunduğumuz Murat Paşa Camiine Abdurrahim Zapsu (1890-1958) diye bir hocaefendi geldi.
Dernek ilgilileri beni tanıttılar. Ben de o zamanlar Akaid okumuştum. İrade ile ilgili bir soru sordu. Cevabını verdim ama konuyla ilgili bir terettüdümü de ona sordum. Güldü, bana tatmin edici bir cevap da veremedi, geçti gitti. Ama beni çok takdir etmiş. Ahmed Davudoğlu diye bir hoca var o da Fatih Kütüphanesi’nde görevli idi. Arapça ders okutmak yasak… “Birkaç kişiyi okutuyorum ama daha fazla okutamam” diyor. Birkaç sefer gittim her seferinde reddetti.
Abdurrahim Zapsu’ya; “Ahmed Davudoğlu Hoca’da ders okumak istiyorum fakat kendisine kabul ettiremedim” dedim. “Nasıl kabul etmezmiş?” dedi. Meğer onlar da arkadaşmış. Birlikte “Ehl-i Sünnet” adında bir dergi çıkarıyorlarmış. Abdurrahim Zapsu Fatih’teki Millet Kütüphanesinin müdürlüğünü yapıyordu. “Büyük İslam Tarihi” diye bir kitap yazdı bu eserini sonradan aldım. Bir pusula yazdı. Ahmed Davudoğlu’nu talebelerle kütüphaneye girerken yakaladım. Bana; “Evladım ben söyledim okutamam seni” dedi. Ben hemen pusulayı çıkardım verdim kendisine. Okudu. “Eyvah! Beni zayıf yerimden yakaladın” dedi. Beni kabul etti.
Davudoğlu’nun talebesi olduk. Başka yerlerde de okuduk. Abdullah (Hulusi) Güzelyazıcı diye bir Hocaefendi vardı. Davudoğlu’ndan önce. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı‘nın abisi. Edirnekapı Camii’nde imamlık yaptı. Ancak biz ona talebe olduğumuzda başka bir yerde Bakırköy Çarşı Camii’nin imamıydı. Yatsıdan sonra oradan gelir, gece saat 11’e 01’e kadar ders okuturdu. Keramet sahibi bir insandı. Kahvehaneye gittiğinde herkes oyunu bırakır onu dinlerdi. Feyizli bir insandı. Abdullah Hoca bir gün bizi o günlerde sağ olan Hocaları ziyarete götürdü. Onların dualarını aldık. Hoca Efendi hacca gitti biz arada kaldık. O zamanlar haccın gidip gelme süresi uzun sürüyordu. Bu arada Ahmet Davudoğlu Hoca’da talebe olmaya başladık.

Ahmed Davudoğlu Hoca ile neler okudunuz?
Nahivden önce Izharı okuduk. Usul-i Fıkıh’tan Menar, Mirkat’ın Şerhi Mir’at’tan ve Gurer şerhi Dürer’den okuduk. Hocayı İstanbul İmam Hatip Okulu kurmakla ilgili olan kişiler Arapça derslerini organize etmek üzere sahiplendiler. Hocaefendi de bizden artık uzaklaştı. Bu arada İstanbul‘da Ermenekli Mustafa Safvet Hoca var ona gideyim dedim. Safvet Hoca’ya gittik. Onlar da Usul-i Fıkıh okuyorlarmış. Hoca dersleri Tepebaşı’nda Kamer Hatun Camii’nde okutuyordu. O sırada ben vaizlik müftülük imtihanına girmiştim. 1956 yılında bu sınava girmek için müracaat ettim. Fakat yaşım küçük diye imtihana almadılar.
Benim yaşımı da 1941 diye nüfusa yazmışlar. Okusun hafız olsun diye. Fakat esas yaşım 1934. Ankara’da beni imtihan kapsından geri çevirdiler. Yaşın tutmadığı için seni alamayız dediler. Eyüp Sabri Hayırlıoğlu diye bir Hocaefendi vardı ona anlattım durumumu. Hatta şöyle anlattım: Hocam müracaatım kabul edildi fakat imtahana alınmadım yaşım küçük diye, ben sizden yardım istiyorum, dedim. “Senin yaşın ne ki ilmin olacak” dedi. “Bağışlayın beni: أن تسمع بالمعيدي خير من أن تراه diye bir söz vardır” dedim. Muaydi diye bir şair varmış, çok isim yapmış fakat eline yüzüne baktığın zaman da o ilim sahibinin o adam olduğuna kimse karar veremezmiş.
Böyle deyince Hayırlıoğlu önünde bir mev’ıza kitabı varmış, “Otur bakayım şuraya. Oku bakayım şuradan” dedi. Okudum bana da basit bir metin geldi. Hoşuna gitti, sırtımı sıvazladı. “Evladım sizinle iftihar ederiz ama kanunu da aşamayız” dedi. Çubuk’a geldim yaşımı büyüttüm. 1938 yaptırdım. İmtihana girebilmek için. Tekrar imtihana müracaat ettim. İkinci sene Ömer Nasuhi Bilmen‘in başkanlığında Ankara’dan gelen sorular ve sözlü kısmında metin okuma da var. İbarede, ibadet ve muamelat kısımlarından sorular geliyor.
Şimdiye kadarki imtihanlarda genelde ibadet bölümünden sorular çıkmış. Ömer Nasuhi Bilmen demiş ki: “Bunlar müftü olacak bunlar muamelat da bilmesi lazım biz dolayısıyla muamelattan okutalım ibareyi.” Ben Gurer şerhi Dürer okudum, Mülteka okumadım. İmtihanda Mülteka’dan sordular. İmtihanda kaybedenlere kağıtlarını ellerine veriyorlar. İmtihana giren 85 kişiyiz. Bizim arkadaşlardan Mehmet Subaşı var Osman Yılmaz Hoca o imtihanda yoktu. İmtihandan çıkanların evraklarına sorularına bakıyoruz, bu basit, bu basitmiş diyoruz. İslam Hukukunu dört sene okuduk.
Sıra bana geldi. İçeri girdim, Mülteka’dan konusunu unuttuğum bir yerden on satır işaretlediler. Biz şu arkadaşın sınavını yapana kadar sen şurada otur bir bak, dediler. Baktım basit. Sıra bana geldi. Yukarıdan aşağı bir okuduk. Elhamdülillah okuyuşta bir hata oluşmadı. Komisyondakilerden birisi; “Mana versin” dedi. Mana verirken; “Kimde okudun, ne okudunuz?” dediler. “Ahmet Davudoğlu ve Safvet Hoca’da okudum” dedim. Bizim yazılarımızı aldılar yedi kişi; üçü bizim arkadaşlardan. Mustafa Yumak vardı, sonradan İstanbul müftü yardımcılığı da yaptı. Mehmet Subaşı vardı, İbrahim Subaşının küçük kardeşi. Üçümüz de kazandık imtihanı.
İmamlık imtihanı…
Bu arada imamlık imtihanına da girdim. Beyoğlu’nda. Beyoğlu müftüsü Mehmet Necati Gönül Bey vardı. “Benim imtihanı kazandığıma dair belge bu” dedim. “Müftülük imtihanını kazanmış birini imamlık imtihanına da tabi tutuyor musunuz?” dedim. “Hademe-i hayrat tüzüğünde böyle bir madde yok” dedi. Orada da imtihana girdik. 57 kişi imtihana girdi. Kuran-ı Kerim’den 27 kişi kazanmışız. Benim sesim de o zamanlar bayağı iyi idi. Her yönden kendime güvenen bir adamdım.
Yazılıya girdik. Orada da yedi kişi kazanmış. Ben üçüncü olmuşum. Beni Ağa Camii’ne verdiler. Taksim’e yakın. Müftü Bey’e; “Hocam ben Safvet Hoca’da derse devam ediyorum. Erken gelmem lazım. Beni kenarda köşede evi olan bir camiye ver ki derslere devam edeyim, ilmimi artırayım sizin sayenizde hem de barınayım” dedim. “Ben seni bir camiye vereyim ama onayın gelene kadar camiye gitme” dedi. Hocanın dediğini duydum anladım amma duramıyorum yahu. Camiyi bir görsem dedim ve bir gün camiye gittim.
Camide Kırşehir’li Ahmet Kaya isminde vekil bir imam vardı. Daha sonra Diyanet Vakfı’nın sekterliğini de yaptı. “Gelecek imam sen misin?” dedi. “Ben imtihana girdim, henüz tayin emrim gelmedi” dedim. “Nereye gelirse orası olur” diyerek geçiştirmek istedim. Cemaat de; “Hayırlı olsun” dedi. Caminin bitişiğinde tekke vardı. Tekke’nin şeyhi İsmail Gavsî Efendi (Erkmenkul) “Bu genç adam tekkenin işini yürütemez” demiş. Müftüye şikayete gitmiş.
Müftü; “Bana niye böyle yaptın?” dedi. Ben de; “Duramadım Hocam, bir göreyim istedim” dedim. Yalan da söyleyemedim. “Direk de buraya geliyorum demedim ama böyle teşhis koymuşlar” dedim. Bunun üzerine Müftü Bey; “Neyse ben halledeceğim” dedi. Onlara da; “Merak etmeyin, size bir zarar gelmez” demiş. Onayımız geldi. Biz o camide vazifeye başladık. Bir taraftan da ders okuduk. Bu arada vaizlik-müftülük imtihanlarını da kazanmış olduk.

Babam Osman Yılmaz Hoca ile o zaman mı tanıştınız?
Osman Hoca ile de Safvet Hoca’da ders okurken 1955’in sonundan 1957’inin sonlarına kadar süren bir arkadaşlık sürecimiz başladı. Rahmetli Osman Hoca şiiri çok severdi. Bizlere ara sıra coşar şiirler okurdu. Şiirleri ezbere okurdu. Bizim geçmişteki büyük şairlerimizin şiirlerinden okurdu. Yahya Kemal’in şiirlerinden felan. Şimdi hangi şiirleri okuyordu hatırlamıyorum ama şiir defterime baksam hatırlarım. Osman Hoca ders arkadaşları arasında dersi en iyi anlayandı. Meydan pehlivanı gibi konuşmaları vardı. Kasımpaşa’da Sururi Camiinde imamlık yapardı.
Osman Hoca ve Şahin Yılmaz merhum Safvet Hocanın başarılı ilk talebelerindendiler. Hocamızın iki grup talebesi vardı: Birinci grupta olanlar sarf ve nahiv. İkinci grupta olanlar ise Muhtasar Maani, fıkıh usulü dersi okuyanlardı. Cumhuriyetten önce üniversitelerde/medreselerde okutulan Gurer, Şerhi Dürer, Mirkat, şerhi Mir’at gibi dersler okutuyordu. Usulü Fıkıh İslamın alın yazısı demek. ما يبتني عليه غيره “Ma yübtena aleyhi gayruhu” yani “ilimler kendi üzerine bina edilen” demektir. Safvet Hocamıza talebe olmazdan önce sarf, nahiv, tefsir, hadis, fıkıh derslerini Ahmed Davudoğlu, Mahmud Bayram, Abdullah Güzelyazıcı gibi Hocaefendilerden okudum.
Hoca ile ders okurken herkes önceden derse çalışırdı. Dersi ya Hoca kendisi takrir eder ya da sürpriz şekilde birimizin dersi okumasını ve anlatmasını isterdi. Dersi takip edip etmediğimize dikkat eder, bizleri uyarır, dersi dinlemeye zorlardı. “Ulen aklın nereye gitti” derdi.
Hocamızın talebeleri arasında Şahin Yılmaz ve Osman Yılmaz başta gelen talebeleri idiler. Sabahleyin ders başlamadan önce aldığımız günlük gazeteleri gözden geçirirdik. Zeyneddin Çelik arkadaşımız gazeteleri süratli şekilde okurdu. Derse herkes hazırlanırdı. Hoca bugün dersi sen anlatacaksın derdi. O arkadaş takririni yapardı. Hocamız ders yaparken gözünü bizden ayırmazdı. Kimin dersi dinlediğini kimin dersi dinlemediğini anlar, zihnin nereye kaydı Ayşeler Fatmalara mı kaydı derdi. Talebeleri dersi dinlemeye zorlardı.
Osman Yılmaz arkadaşımız aruz vezinlerini çok iyi uygulardı. Şiiri çok severdi. Kendisi şair değildi fakat şairlerin şiirlerini coşkuyla söylerdi. Aruz vezninin kalıplarını da çok iyi uygulardı. Safvet Hoca Edebiyat (Maani), mantık ve usulü fıkıh derslerini Osman Hoca da dahil on beş kadar öğrenci grubuyla yapardı. Dersler sekizden on ikiye kadar sürerdi. Hocamızın arada bir de güzel sohbetleri olurdu. Şu sözleri tekrar ederdi:
خذ ما صفا دع ما كدر
(Safa vereni al, keder vereni bırak) veya (Güzel ve duru olanı al, bulanık olanı bırak)
حَرِّكْ مُنَاك إذَا اغْتَمَمْت فَإِنَّهُنَّ مَرَاوِحُ
(Gamlandığında hayal dosyalarını harekete geçir)
Osman Hoca eğilmeyen bükülmeyen kendine göre tarz ve tavrı olan biriydi. Gerçekçi bir insandı. Biz ona yapılı cüssesi sebebiyle “Koca Osman” derdik. Özü sözü, içi dışı bir insandı. Övmek için söylemiyorum. İçimden geçeni söylüyorum.
Zeki Soydal’ı hatırlıyor musunuz?
Bursa müftülüğü yapmış Zeki Soydal Bey de Safvet Hoca’nın talebelerindendi. (1942 yılında Ermenek Özlüce köyünde doğdu, ilkokulu köyünde bitirdi (1950). İstanbul’da birçok alimden dini tahsil adı. 1962-1964 yıllarında Ortaokulu dışarıdan bitirdi. 29.11.1965 Tarihinde Alanya Müftülük memurluğuna atandı. 1966-1967 yıllarında Antalya Makbule cami imamı olarak görev yaptı. 1967 Yılında Antalya imam Hatip Okulu 2. devresini bitirdi. 1967-1968 yıllarında Kalecik İlçe müftülüğü görevinde bulundu. 1968-1972 Yıllarında Konya Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi.1972-1974 yıllarında Kelkit ilçe müftülüğü yaptı. 1974-1979 yıllarında Frankfurt Ateşeliğinde din görevliliği yaptı. 05.10.1979 Yılında Hatay İl Müftüsü oldu. 21.05.1984 yılında Bursa İl Müftülüğüne atandı. Burada 21.05.1984 – 30.09.1991 tarihleri arasında görev yaptı. Ali Tarık Ziyad Yılmaz) 2020 yılında vefat etti.
Buğa soyadlı birini tanıdınız mı?
Hayır.
Abdullah Taşdelen de sizinle derslere geldiğine göre Osman Hoca 1947-48-57-58’lere kadar okumuş olabilir.
1955 ile 1957 yılları arasında Safvet Hoca’dan ders okudum. Bu dönemde Osman Hoca da derslere geliyordu.

Yaman Arıkan’ı hatırlıyor musunuz?
Yaman Arıkan’ı ben hiç hatırlamıyorum.
Safvet Hoca ile dersleri nerede yapardınız?
Benim öğrenci olduğum dönemde Hocamızla dersleri Kamer Hatun Camii’nde yapardık. Evini biliyorum ama orada ders yaptığımızı hatırlamıyorum. Hocanın evine ihtiyaçlarını karşılamak veya ziyaret amacıyla giderdik. Bizden önceki gruplar evinde de ders yaparlarmış. Şöyle bir hatırayı da anlatayım. Hocanın eşi hanımefendi bir keresinde arkadaşlara: “Siz Hocaefendiye niye eziyet ediyorsunuz?” demiş. Talebelerden biri de: “Anne biz Hocamıza nasıl eziyet edebiliriz” demiş. “Oğlum çok soru soruyorsunuz o da size cevap vermek için sabaha kadar uyumuyor, ders çalışıyor” demiş.
Safvet Hoca nasıl biriydi? Biraz bize anlatır mısınız? İlmi, sohbeti, ders anlatımı nasıldı? Siyasete girer miydi?
Safvet Hoca yed-i tula sahibi idi. (En uzun el. Geniş nüfuz. Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. Büyük kudret gibi anlamlara gelir. Ali Tarık Ziyad Yılmaz) Ahmet Davudoğlu ile okurken usul-i fıkhı metne bağlı olarak anlatırdı. Safvet Hoca ise metne hiç girmeden olduğu gibi olayları bir tebellür ettirir, hazırlar ondan sonra metne girerdik. Konuyu tam anlardık. Anlatırken de tane tane anlatırdı. Bazen gözlüğü iki tane üst üste takardı.
Derslerde yorulmayalım diye yaşanan olaylardan da anlatırdı. Siyasetten anlatırdı, hikmetli sözlerden anlatırdı. Kederlendiğiniz gamlandığınızda hayatınızdaki güzel olayları zihninizde canlandırın, hatırlayın, derdi. “Evladım, dinden İslam’dan taviz vermeyin. Zenginlere yüz nuru dökmeyin. Halden bir sandık limon alın, Yeni Camii’nin önünde satın. Pantolonunun yamalıklı olsun amma, zenginlere yüz suyu dökmeyin uleen” derdi. (Abdurrahim Somuncu Hoca burada Hocasının sesine benzetiyor sesini.) Bak bak aynı şeyi yaşıyorum şimdi. “Eyvallah etmeyin. Onurunuzdan taviz vermeyin” derdi. Onun kafamıza yerleştirdiği söz halen daha beni titretiyor.
Osman Hoca’nın da böyle bir tavrı vardı. Oradan mı etkilenmiştir Hocam?
Osman Hoca daha uç bir tavır almıştı Hoca’dan. Bu durumu Nevşehir‘e bir ziyaretimde anladım. Hoca konuşuyor, cemaat ondan hoşlanıyor. Bizleri Nevşehir Kalesi’ne çıkardı. Yanımızda Nevşehirli bazı kişiler de vardı. Hoca onlara bir şeyler söylüyor, onlar da katıla katıla gülüyorlar, kızmıyorlar, hürmet ediyorlardı.
Safvet Hoca, kendisinin Cumhuriyetten önceki ve sonraki siyasi hayatından da bahsederdi. Mehmet Akif gibi bir kısım zevatla yeni kurulacak devlette şer-i İslam’ın hakim olması için mücadele ettiklerini fakat sonra bunun tersine döndüğünü anlatır, kahrederdi. “Biz bu devleti din-i mübin üzere yaşaması düşüncesiyle kurduk, millet bu amaçla ayaklandı, keşke layık olduğu yer verilseydi” diye sitem ederdi.
Kaç sene Safvet Hoca’da ders okudunuz?
1958’de askere gidene kadar derslere devam ettim. Müftülük görevim sebebiyle dersten ayrıldık. Bu arada Ahmet Davudoğlu’nu da bir ziyaretimde kendisine, derse devam etmek istediğimi ifade edince bana; “Bir usta çırağına ölçmeyi biçmeyi öğretir. İlerisini kendisi geliştirir. Benimle senin işin bitti” dedi. Hoca ara ara okula gidiyordu ama ders alan arkadaşlar hala vardı. “Sen müfti ol. Müfti olursan idare sende olur, Anadolu’nun size ihtiyacı var” dedi. “Kendi kendinize geliştirirsiniz artık bizimle işiniz bitti” dedi. Gerçekten de Anadolu’ya geldik ve hakikaten de ihtiyaç varmış.

Müftülük görevine ne zaman nerede başladınız?
14 Mayıs 1960’ta Ankara Çubuk’ta ilk görevime müftü olarak başladım. Çubuk’un üçüncü müftüsüyüm. İlk müftü Yağlıcalı İbrahim Efendi, ikincisi de Ahmet Ayaz diye bir hocamızdı, hafızdı. Ondan sonra görevi ben devraldım. On bir sene Çubuk’ta görev yaptım. Bu sıra zarfında cami imamlarımızı eğittim. Bu imamlar Ankara müftülüğünde girdikleri imtihanları direk kazanıyorlardı. Ortaokul ve lise derslerini vermeleri konusunda öncülük ettim. İlk, orta ve liseyi dışardan bitirdim. Türkiye’nin en iyi liselerinden birini bitirdim. Hatta üniversiteyi de kazandım. Benim zamanımda liseyi bitiren müftüler parmakla gösteriliyordu. O dönem öyleydi.
Siyasi bir nedenle benim buradan alınmam söz konusu oldu. Bir müfettiş geldi; “Suç yok” dedi, çift müfettiş geldi, takdir verdi. Siyasiler güç yetiremediler. Milli Birlik Komitesi üyesi birisi araya girerek A sınıfı bir yerde müftülüğe gitmem konusunda mutabık kalındı. “Beni en iyi yere değil en ücra olduğunu düşündüğünüz yere verin, orada bir hizmet yapayım” dedim. Herkesin gitmek istemediği ikinci Moskova dedikleri Koçhisar’a tayinim yapıldı.
İki yılda halkla kaynaştım. Camilerin fiziki yapısını düzelttim. Müftülük lojmanını tamir ettirdim. Din görevlileri arasında kırgınlıklar vardı onu giderdim. Köy-merkez kaynaşmasını sağladım. İmam Hatip yaptırma derneği kurdum. Oraya da İşçi Partisinin sekreterini aldım. Sonra bütün partilerden aldım. 800 metre kare alana dört katlı bina yaptırdım. Okul 1975-1976 eğitim öğretim yılında ilçe müftülük binasında eğitim öğretim hayatına başladı. 1976-1977 eğitim öğretim yılında ise Akseki Mahallesindeki kendi binasına taşındı. Koçhisar’da yedi sene kaldım. Koçhisarlılar beni çok sevdiler.
Koçhisar’da Osman Hoca’nın köylüsü müftülük yapmış Hasan Tahsin Bilge diye bir zat vardı. Onun hakkında bir şeyler biliyor musunuz?
Benden önce görev yapmış. Kendisini tanımadım. Ama oğlu Nizamettin Efendi sağdı. Nizamettin Efendi’nin dikiş makinalarını falan tamir ettiği bir dükkanı vardı, oraya uğrardık. Babasından da bahsederdi. Hasan Efendi iyi bir alimmiş. Ankara- Aksaray yolu kenarında kendisinin yaptırdığı küçük bir caminin bahçesinde mezarı varmış. Sonra bu cami yıkılarak benden önce yerine daha büyük bir cami yaptırılmış.
Hocam Çubuk’ta veya Koçhisar’da cami dersleri türü bir ders okutma imkanı oldu mu?
Görev yaptığımız dönemde köklü bir talebe eğitimi içinde olamadık. İmam Hatip’e İlahiyat’a gidenler zaman zaman gelip soru sordular ama uzun soluklu bir ders yapma imkânımız olmadı. En çok Izhar’a kadar okuttuğum oldu. Bu şekilde okuttuğum bazı öğrenciler Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı kurslara katılma hakkı elde ettiler.
Arapça okuyan olmadı. Çubuk’ta biraz oldu ama zamanımızın çoğu sosyal hizmetlerle doluydu. Ancak Koçhisar’da müftülük binamızda yatsı namazından sonra sohbetlerimiz olurdu. Bu sohbetlere hayatı kötü alışkanlıklarla dolu insanlar da gelir onların doğru yola gelmesine vesile olurduk. Din görevlileri arasındaki problemler vardı, onları hallettik. Görevimizi de çok titizlikle yürüttük. Almanya, Hollanda, Belçika’ya İmam Hatip okulunun inşaatı için yardım toplamaya gittim. O zaman 62 bin mark gibi bir yardım toplamıştık.
Kurban derilerini hep İmam Hatip okuluna yönlendirdim. O günlerde Türk Hava Kurumunun başkanı varmış bir CHP’li. Beni şikayet etti. Okul derneğindeki CHP’liler duruma müdahale ettiler. Her köyden kurban derileri geliyor, tepeler oluşuyordu. Köy imamlarını da organize ettim. Birbirlerine yardım edebilecekleri bir program hazırladım. Köyün birinden aradılar, derileri alacak adam gelmemiş, caymış, saat gece 12 olmuş. Saat bir gibi aradık, adam yatmış, kaldırdık yatağından, gitmen lazım dedik, gönderdik.
Veteriner hekim vardı Yusuf Bey, onu da babası çağırdı. “Öyle iş olmaz” dedim. “Senin geniş araban var, o araçla filan yerden deriyi getireceksin” dedim. İşte bu şekilde o dört katlı okul binasını yaptırdık. Okulu açmak içinde Ankara’ya çok gittik geldik. Öyle bir çalışma yaptık ki Allah kabul eylesin. İkinci Moskova denilen yerin M’si kalmadı. En olumsuz şartlarda hizmet yapacağım dedim ya Elhamdülillah. O zaman ki Ankara müftüsü Hasan Şakir Hoca geçen gün anlatmıştım ya bir camiye yardım için gitmiş bir yardım alamamış. Kendi Karadenizli, oranın şivesiyle “Ule Somuncu sen bu işleri nasıl yapaydin” diye soruyordu. Benden için; “Hocam kopartır” demişler. Toplumda iş yaptırabilmeniz için karşılıklı birbirinizi sevmeniz gerekiyor.
Hocamın sözü kulağımda…
Hatimler mevlidler oluyor. İmam arkadaşlarda işin ekonomik tarafına biraz meyletmişler. Almancılar var. mevlid okutuyorlar. Benim de ihtiyacım var ama ben bunu almam diyorum. Kimin ihtiyacı varsa o alsın diyorum. Bu şekilde onurumuzu ayakta tuttuk. Safvet Hocamızın; “Halden limon alın da Yeni Cami’nin önünde satın” ruhu var ya o bizde bir iz yapmış. Adamlar mevlide sen gideceksin ben gideceğim diye kavga ederken bu işler suya düştü.
Sonra ben arıcılık yaptım, turşuculuk yaptım. Turşu kurmayı eşimin ailesinden öğrenmiştim. Emekli olmadan önce de arıcılık yaptım. Bir tondan fazla bal aldığım zamanlar olurdu. Herkese bal satardım. Hakimine, savcısına, kaymakamına. Emekli olduktan sonra da yaptım. Bir taraftan arılarım bal yapardı. Arıcılığı Çubuk’ta da Koçhisar’da da Elmadağ’da da yaptım.
Koçhisar‘dan sonra Elmadağ‘a geldim burada da beş sene görev yaptım. Sebebine gelince çocuklar büyüdüler okula gidecekler tekrar Çubuk’a gelmem lazım. Beni tekrar Çubuk’a vermek istediler. Ben Çubuk’ a gelmem dedim. Biz senin hakkını yedik dediler. “Ben gelmem” dedim. “Çünkü oradan haksız yere alındım, tekrar oraya bir memur olarak geldiğim zaman yine o fesatçılar durmaz, itibarım sarsılar, yine gelmiş dedirtmem ben” dedim. “Ama emekli olduktan sonra gelirim” dedim.
Emekli olduktan sonra geldim, beni o zaman şikayet edenler benle dünür olmaya kalktılar. 1978’in sonuna doğru emekli oldum. Elmadağ’da da İmam Hatip Lisesini açmak üzereyken devrim oldu. Bu nedenle faaliyete geçiremedik. Bizim aldığımız kadroya göre orada daha sonra İmam Hatip açıldı.
Sizi dinlerken Safvet Hoca’nın bütün talebeleri aşağı yukarı benzer karakterde insanlarmış diye düşündüm. Yani kimseye eyvallahı olmayan, kimseye boyun eğmeyen insanlar. Ama samimi, ihlaslı bir gayret içindeler. Osman Hoca da Nevşehir’de İmam Hatip Okulunun açılması bir takım hayır faaliyetlerinin yapılması gibi sizin de yaptığınız benzer faaliyetler içinde bulunmuş. Demek ki iyi bir aşı alınmış.
Elhamdülillah. Ruhları şad olsun Hocalarımızın. Hayatımızın güzel çizgilerini ve gideceğimiz hedefleri gösterdiler bize. Kendi atmosferimizden başka bir atmosfere çıkardılar bizi.
Nevşehir’e Osman Hoca ile görüşmeye gitmiştiniz. Koçhisar’da görevliyken gerçekleşmişti galiba? Gezi amacıyla mı gitmiştiniz?
Evet Koçhisar‘dayken gittim. Sadece ziyaret amaçlıydı. Günü birlik bir ziyaret yaptık. Emekli olduktan sonra çocuklarıma yorgan diktim, turşuculuk yaptım, arıcılık yaptım. Altı kız bir oğlan evladım oldu. Bu çocukların okumaları, dershanelere gitmeleri, evlenmeleri… Alnımızın teriyle oldu. Şimdi burada Çubuk’ta Kız İmam Hatip öğrencilerine yurt ve kurs çalışması ile meşgulüm. Bu işin öncülüğünü bana verdiler. Derneği kurduk, yer araştırması, plan-proje… İki sene sürdü.
Ankara-Çubuk arasında beş dönüm bir yerimiz var. Binaya başladık. On bir kat, 530 m alanda. 184 öğrenci kapasiteli bir yurt. 500-600 kişilik konferans salonu. Nesilleri tenvir edecek bir müessese. Tabi ben yaşlandığımı bu işleri yürütemediğimi söyledim. Yönetim; “İstifa etme yeni kongrede seni onursal başkan seçelim” dediler. Yeni bir yönetim seçildi. Resmi olarak yükümü hafiflettiler ama fiili olarak çalışmaya devam ediyorum. Destekliyorum.
Vatandaş dini konularda sorularını doğrudan telefon açarak bana ulaşıyor, fetva soruyorlar. Bugün bir cenazeye katıldım. Çok saygı duyduğum bir aile. İlk görev yaptığım sene evlerinde kaldığım bir aile. Büyükleri bir Hanımefendi vardı, bahçelerinden vişne toplar en irilerini akşam iftarda benim önüme koyardı.
Kadına sordular; “Hocaya niçin farklı davranıyorsun?” Dedi ki: “Abdurrahim Efendi ben öldükten sonra Kur’an okur ama siz okumazsınız.” Bugün cenazesine katıldım, mezarının başında Kur’an okudum. Bu olayı hiç unutur muyum? Kadının şu sözüne bakar mısınız? Covid 19 salgını sebebiyle sokağa çıkma yasağı vardı ama ne olursa olsun ben bu ailenin cenazesine gitmem lazım dedim. Kur’an’ını okuduk, duasını yaptık.
Burada rahmetli kayınpederden düşen 1,5 dönüm bir bahçe var. Çocuklar orayı ekerler, ben de gider bir dolaşırım. Evimin önünde de küçük bir yer var. Korona döneminde buralarda meşgul olduk. Ağaçları budadık, ilaçladık … Sekiz-on ağaç var. Böyle zaman geçiriyoruz.
Çocuklar nerelerdeler Hocam?
İstanbul’da Ankara’da ve burada Çubuk’ta yaşıyorlar.
Safvet Hoca’nın derslerinde farklı gruplar var mıydı? Dersler hangi saatlerde olurdu?
Sabahleyin saat 8’de ders okunacak yerde olurduk. Hoca gelmeden yarım sat önce Zeyneddin Çelik diye bir arkadaşımız seri şekilde gazete başlıklarını okurdu. Gazetelerden alacaklarımızı alırdık. Aktüaliteyi gözden geçirirdik. Zeyneddin Çelik Çankırılı bir arkadaşımızdı. En son Gelibolu vaizliği yapıyordu. Safvet Hocayı taksi ile getirtirdik. Bizim gelmemizden yarım saat sonra da o gelmiş olurdu. Kahvaltısını simit ve çayla yapardı. Bizim halkada on beş kişi vardı. Üst seviyede ders okuyan talebeler olarak. Üniversite düzeyinde derslerdi bunlar.
İkinci grupta kırk kırk beş talebe vardı. Bizim ders dört saat kadar devam ederdi. Biz öğleye kadar diğer grup öğleden sonra derse devam ederdi. Derslerimizde, fıkıh, hadis ve tefsir eserlerinden okumalar yapardık. Derse katılımı kontrol etmek için hoca arada sırada aniden “Abdurrahim Efendi sen anlat bakayım” derdi. “Ali Vehbi Cengiz sen anlat bakalım” derdi. Herkes çalışmak zorunda kalırdı bu yöntemde. Bu arkadaşlar arasında çok zeki olan ekonomik durumu çok iyi olanlar da vardı. Dersten sonra arkadaşlarla ders mütalaaları yapardık.
O günlerde derse katılan kimleri hatırlıyorsunuz?
Şahin Yılmaz vardı mesela Erzurumlu. Mustafa Şeker vardı. Ali Vehbi Cengiz, Zeyneddin Çelik, Küçük Hamdi. Osman Hoca, biz ona Koca Osman derdik. İlk devre talebelerdendi o zamanlarda Küçük ve Büyük Hamdi Hocalar varmış. Ben onlarla pek az kaldım. Eğitimlerinin sonları olduğu için onlar sonra ayrıldılar. Küçük Hamdi İstanbul’da imamlık yapmış çok güçlü hafızdı. Sesi de güzeldi. Abdullah Taşdelen de vardı. Şehsüvar Bey camiinde imamdı.
İbrahim Subaşı var mıydı?
İbrahim Subaşını şöyle anlatayım. Ben Kamer Hatun Camiine imam olacaktım. Beyoğlu Müftüsü Ağa Camii olmayınca Kamer Hatun Camiini teklif etti. İbrahim Subaşı: “Abdurrahim Efendi, benim Fatih çevresindeki evim dar çocuklar büyüdü ikimiz karşılıklı değişiklik yapalım” dedi. Ben kabul etmedim çünkü derse tersti Fatih. O zaman “Müftü beye rica edelim sen bekarsın sana başka bir yer ayarlasın” dedi. Kamer Hatun Camiinin üç dört katlı aparman şeklinde meşrutası vardı.
Hoca Efendi’ye durumu anlattık. O da Beyoğlu Müftüsü Necati Bey’e bir pusula yazdı. Necati Bey pusulayı alınca “Can baş üstüne” dedi. İbrahim Hoca benim geleceğim Kamer Hatun Camii’ne ben de Beyoğlu Cihangir Hacı Pîrî Camiine görevlendirildim. Bu caminin de bahçesi vardı, içinde de kuyusu ayrıca terkos suyu da içindeydi. Bitişiğinde de Tekke, ziyafetim boldu. Kadiri Tekkesi idi. Başında Gavs Efendi (İsmâil Gavsî Efendi -Erkmenkul-) vardı.
Bazılarını anlatmak istemeyiz…
Safvet Hoca’nın hayatı sıkıntı ve çile ile geçmiş. Düşmanın ülkeden kovulması için elinden geleni yapmış. Son zamanlarında idari sistemle ters düşmüşler. Hoca Efendi’nin anlattıklarından aklımızda kalanlar vardır ancak bazılarını söylemek de istemeyiz.
Bu konuşmayla sağ ve rahmetli arkadaşlarımız konuştuk. Tarihten bir yaprak oldu. Çok mutlu oldum bu konuşmadan. Hatıralarımız tazelenmiş oldu. Gerek ölen hocalarımız ve arkadaşlarımızın ruhları şad olsun. Rabbim bizleri cennetlerinde buluştursun. Rabbim seyyiatlarımızı hasenata tebdil eylesin. Bizlerin ve ülkemizin geleceği aydınlık olsun. Dünyanın her bir yerindeki mazlumlara Allah yardım eylesin. Muinimiz olsun. Türkiye ve dünya bizden hizmet bekliyor. Onun için çok çalışmamız lazım. Geçmişin manevi islami kültürü ihmal edilmiş.
Ben daha kendi mücadelelerimi anlatmadım. Gittiğimiz yerlerde yapılan tahribatları düzeltmek için neler yaptık, adamların planlarını alt üst ettik. Kur’an Kursları açtık daha ben bunları anlatmıyorum. Çubuk’ta da her ay konferanslar verdirdim. Milleti çılgına çevirdim. Uyandırdım. Ülkenin her tarafından hatipler getirdim. Türkiye’nin her tarafında olaylar oldu burada olmadı.
Tahdis-i nimet kabilinden söylüyorum, Hocalarımzın bize verdiği ruh bize bunu böyle yaptırdı. Koçhisar İkinci Moskova idi. Her şey alt üst oldu. Seni oraya vermeyelim, dediler. A grubu bir yere verelim dediler. Ben en düşük yere verin dedim. Elhamdülillah bu ruhu Hocalarımız bizlere aşıladı. Allah lütfeyledi engelleri aştık. Kafalarda, zihinlerde; inkılaplar, devrimler meydana geldi.
Bir keresinde Koçhisar’a gittim geldiğimi duymuşlar, geldiler on beş yirmi kişi kendilerini tanıttılar, ben tüccarım, ben mühendisim … İmam Hatip açıldığında altı yüz öğrenci bir camiyi dolduruyordu, millet bizden yana çok iyi niyetli. Ama bizim kendimizi kabul ettirmemiz lazım. Almanya Belçika Holanda’ya gittik. “Hocam bunlar anarşisttir, olay çıkar oraya konferansa para toplamaya gitmeyelim” dediler. “Hayır ben gideceğiz” dedim. “Ben insanların gönlüne dokunurum” dedim. Bu halde bizi eli boş döndürmediler. Parayı topladıktan sonra resmi işlemlerini de düzgünce yaptık. Yaptığınız yardımların yerine gidip gitmediğini kaymakamlığa sorun dedim. Küçük Moskova kayboldu gitti. Şimdi bunların iftiharı ile gönlümüzü eyliyoruz.
Bugünlere gelişimizde sizlerin de katkılarınız var?
O devirde İmam Hatipleri, Kur’an kurslarını biz yapmasaydık yürümezdi. Bu günkü gençler o kadar cevval değil, içinden bir şeyler çıkıyor ama bu ruhla çalışanlar az. Her gittiğim yerde İmam Hatip açtık. Bir arkadaş diyor ki ben yazılarımla atmış öğrenciyi imam hatibe yönlendirdim, diyor. Ben her yıl en az atmış öğrenci mezun ediyorum. İnsan yetiştirdik, nesil yetiştirdik. Elhamdülillah.
İki yönlü insan yetiştirdik: Hem dünyasını hem dinini bilen. Almanya’dakilere: Uçak uçak insan geliyor vagon vagon maden geliyor ama siz john’un emrinde çalışıyorsunuz. Yok mu bizim aklımız beynimiz. Bunları öğretelim de onlar bize gelsin. Veya biz buraya gelmeyelim. Çan sesleriyle dünyaya gelmediniz ezan sesleri ile geldiniz. Böyle bir heyecan vardı.

Ders okuduğunuz hocalardan başka hatırladıklarını var mı?
Ders okuduğum hocalardan Hacı Mehmet Emin Kulalı, eski dersiamlardan, Fatih Camiinde 18 sene vaizlik, üniversitelerde öğretim üyeliği yapmış biriydi. Mehmed Zahid Kotku Efendi ziyaretine gelirdi. Takva sahibi biriydi. Biz onda dört arkadaş ders okuduk. Bu arkadaşların isimleri ise: Hacıveyszade‘nin kızdan torunu Mustafa Bezci, Dursun Çırağ ben ve bir arkadaş daha vardı. Aksaray’da bir aparmanın altındaki evinde ders okutuyordu. Onda Tacü’t Tefasir, Merakü’l Felah okuduk.
Mahmut Bayram (1914-1997) da hocamız oldu. Kendisi Horhor Caddesindeki Kızıl Minare Camii’nin imamıydı. Bize sarf ve nahiv okutuyordu. Bir gün bize; “Çocuklar takip ediliyorum, hapishanelerde de yatmak istemiyorum. Ben size ders okutamayacağım” dedi. Biz boşlukta kaldık. Karadenizli Mehmet isminde bir arkadaş vardı. O ben; “Hocamıza zorla ders okutturacağım” dedi. “Yahu Hocaya böyle kelimeler kullanılır mı?” dedim. “Nasıl saygı duvarını aşıp da bunu söylüyorsun?” dedim. “Hoca mecbur olacak bak” dedi. “Ne yapacaksın? dedim. “Ben yapınca göreceksiniz” dedi.
Yatsı vakti camiye gittik. Namazı kıldık. Cemaat çıktıktan sonra Hocaefendi bizim elimizde kitapları gördü ve “Çocuklar ben size söyledim, ders okutamayacağımı” dedi. Arkadaş söyleyeceği şeyi orada söyledi: “Hocam biz Anadolu’dan şuradan buradan Karadeniz’den buraya okumaya geldik. Evimiz barkımız, maaşımız yok. Sadece dinimizi öğrenmek ve Müslümanca yaşamak için buraya geldik. Eğer Cenab-ı Hak öte dünyada bizi cehenneme gönderirse; ‘Ona Yarabbi önce bizi değil Mahmut Hoca’yı gönder, Zebanilere teslim et. Çünkü biz dinimizi öğrenmeye geldik o bizi okutmadı, esas cezaya çarptırılması gereken o dur Ya Rabbi’ diyeceğim” dedi. Mahmut Hoca: Vay evlatlarım diye ağlamaya başladı. Ondan sonra bize ders okutmaya devam etti. Hoca bizden sonra İstanbul İmam Hatip’te ders vermeye başladı.
Ali Fikri Yavuz’dan feraiz dersi okudum. Feraizi aslında daha önce Aksaray Valide Sultan Camii’nde Selahattin Türlin’de biraz okumuştuk. Ali Fikri Yavuz ve İstanbul müftü yardımcısı Şükrü Efendi’de iyice pekiştirdik. Şükrü Efendi daha sonra Beyoğlu müftüsü oldu.
Hiç boş zamanımız yoktu. Sürekli oradan oraya koştuk. Hatta çoğu yere yürüyerek giderdik. Aksaray’dan Harbiye Altınbakkal’a yürüyerek 20 dakikada varırdık. Elimizde kitaplarla yürüyerek arkadaşlarla giderdik. Bir gün Mahmut Bayram Hoca ile Safvet Hoca’yı ziyarete gitmek istedik. Hocamıza tramvaya binmeyi teklif ettik yol uzun diye. O da “Oğlum Allah bu ayakları bize niye verdi, yürüyelim” dedi. Baktık Hoca bizden daha hızlı yürüyor. Yürüyerek gitmek vakitten tasarruf sağlıyordu çünkü tramvayla dolaşmak mesafeyi ve süreyi uzatıyordu. Ayrıca paramız da yoktu.
O zamanlarda İstanbul’da at arabaları var mıydı?
Adalarda vardı ayrıca İstanbul’da süt veya yoğurt satıcılarının at arabaları vardı.

At arabalarını şunun işin sordum: Rahmetli Osman Hoca Safvet Hoca ile bir yerden bir yere giderken yolda gördükleri atların hangi vezinle yürüdüklerini tartıştıklarını Hocanın; “Oğlum Osman dinle bakalım şu at hangi vezinle koşuyor/ yürüyor” dermiş. Failatün-Failatün.
Gülüşmeler…
Safvet Hoca’nın edebiyat tarafı da vardı herhalde değil mi Hocam?
Safvet Hocanın olmayan tarafı yoktu ki. Şöyle bir şey anlatılır: Üst seviyedeki birtakım insanlar zaman zaman toplanırlarmış. Bir kimya mühendisi varmış. Kimyanın rumuzları ile ilgili birtakım bilgiler dile getirilmiş. Hoca Efendi o kadar güzel izah etmiş ki. O kimyacı: Hocam o kadar güzel izah etti ki ben Osmanlı zamanında böyle bir Hocayla karşılaşmamıştım, kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim, demiş.
Safvet Hocanın arkadaşları kimlerdi?
Safvet Efendi 150’liklerdenmiş. Sıkıntılı dönemler. Hoca faal bir kişi. Ülkenin yararına İslam’ın yüceltilmesine dönük çalışmış talebe okutmuş bir alimdi.
Hoca’nın Osman Hoca gibi birçok talebesi oldu. Bu talebeler İstanbul’da Anadolu’da senelerce hizmet verdiler. Benim araştırmama göre bu kişiler din, vatan ve millet uğrunda gece gündüz çalıştılar. Ülkeye ihanet etmediler. Birlik ve beraberliği tesis etmek için gayret ettiler ve bunu da başardılar.
Biz şu cemaat veya bu cemaatin emrine girmedik. Her cemaati de yakından bilirdik. Hedefimiz ümmeti irşat etmek, Kur’an ve Sünnet’in ışığında yürümekti. Gençleri yetiştirmek. Kur’an Kursları, imam hatipler yaptırmakla ömürler geçti. Amaç tabandan tavana doğru bilinçli ve şuurlu bir nesil yetiştirmekti.
Selahattin Turlin isminde Valide Sultan Camiinin baş imamı vardı kendisinden feraiz okumaya başlamıştık. Bu zat cumhuriyet döneminde de hukuk fakültesini bitirmiş. Hocamızdı, hafızdı. Duyuyorum her sene hacca umreye gidiyor. Seneler sonra İstanbul‘da kendisini ziyaret ettim. “Hocam bizi Anadolu’ya gönderdiniz, orada gençlik küfür içerisinde” dedim. “Anne babalar nereye gideceğini bilmiyor. Bunlar irşat bekliyor. Siz o paraları bana verseniz de ben onlarla Kur’an Kursları İmam Hatipler yaptırsam” dedim. “Bu hususta içimden geçeni söylüyorum ama beni bağışlayın” dedim. Bana; “İmam Azam kaç sefer gitmiş” dedi. “Benim birkaç sefer gidişimi çok mu gördün Somuncu?” dedi.
Hasan Akkuş Hocaefendi’yi tanıdınız mı?
Hasan Akkuş Hocaefendi’yi tanıdım. Nuruosmaniye’de imamlık yaptığı dönemde oraya namaz kılmaya gittiğimizde görürdük. Talebelerini okuturdu. Hatta Sadettin Kaynak (tam isminden emin değil Sadettin Evginer mi?) burada ilahi meşkleri yaptırıyordu. Hafız İbrahim Çanakkaleli de bu meşklere gelirdi. Diğer derslerden uzak kalmamak için ben arada uğrardım.

Siyasi görevler üstlendiniz mi?
Çubukta Adalet Partisinden belediye başkanlığına aday oldum ancak kaybettim. Selamet Partisi’nde üyelik yaptım. Saadet Partisi’nin kuruculuğunu yaptım. Ama bu durum toplumda benim hocalık görevimde bir olumsuzluğa yol açmadı. Cemaat nazarında da bir sıkıntı olmadı.
Geçmişten beri CHP zihniyeti dine olumsuz yaklaştı. Bu sebeple biz de bu tavra karşı tepkimizi koyarak mücadele ettik. Bizim siyasetle ilişkimizin sebebi de bu idi. Yoksa bizim siyaset yapmak gibi bir derdimiz amacımız yoktu. Amacımız milletin evlatlarının dinini bilen ülkesini seven insanlar olması idi. Siyaseti bir vasıta olarak gördük amaç değil.
Son dönemlerde yaptığınız çalışmalardan da bahseder misiniz?
Emekli olunca bundan 10 sene önce Suffa Eğitim ve Kültür Derneği’ni kurdum 5 dönüm arsa üzerinde üç tane bina tesis edildi: Birinci binanın temel oturumu 130 metre kare 11 kat bitişiğinde 380 metre kare bina, 3.600 kişiyi alacak konferans salonu inşa ettik. Bu binanın çatı katına kadar yaptım. Daha sonra yaşlılığım nedeniyle ayrıldım. Yönetim beni kongrede onursal başkan olarak kayda geçti.
Bu binanın inşası sona erince DİB burada özel eğitim yapmak üzere sahiplendi ve bizden aldı. Şimdi 250 öğrenci eğitim yapacak şekilde hizmete başladı. Bu binanın benzeri Türkiye’de eğim benzeri 4 tane imiş. Onlardan birisi de bizim yaptığımız bu binadır. Ayrıca bu Suffa’dan ayrılınca mahallemde kurulan Hatice Kübra camii Dernegi’nde çalıştım. İki katlı cami inşasında bulundum ve bu caminin alt kısmında müftülük Kur’an kursu açtı. Burası Çubuk’un merkez Kur’an Kursu olarak hizmete devam etmektedir.
Allah razı olsun değerli Hocam. Ayrıca bizlere zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Ben de sizlere teşekkür eder çalışmalarınızda üstün başarılar dilerim. Nice güzel nesiller yetiştirin. Allah’a emanet olun.
Dr. Ali Tarık Ziyat Yılmaz/ İrfanDunyamiz.com
Hatıra Arşivi ↗
Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.
İyi Haberler ↗
İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayın.