Ali Yakup Cenkçiler hoca ile geçmişe yolculuk

Sayın Hocam bize kısaca hayat hikâyenizi anlatır mısınız?

Ben Balkan Harbi’ni müteakip Piriştina Sancağı’na bağlı Gilan’da, 1913 senesi başlangıcında doğdum. Balkan Harbi 1912 senesinde oldu. Sekiz yaşında ilkokula başladım, 12 ya­şında ilkokulu bitirdim. 11 yaşlarında hatim etmiş oldum. Pederim Hâfız Hüseyin, hâfız-ı kelamdı, kurrâ idi. Ben çocuk iken ablalarım da hafızlığa çalışıyorlardı. 12 yaşıma girdiğimde onlar da hıfızlarını tamamladılar. Dînî bir hava içinde büyüdüm.

Dedem Hacı Yakub çok mübarek bir zâtmış. Onu Hıris­tiyanlar bile seviyormuş. Hatta hacca gittiği vakit bir Hıristiyan; “Kasabamızın en büyük adamı gitti, o evliya gibi bir adamdı” demiş. Ben de eskilerden bir Hıristiyana yetiştim, bana; “Senin deden evliya idi” dedi. Amcalarım da hoca idi.

12 yaşına varınca Arapça okumaya başladım. Kasabamızda 13 odalı bir medrese vardı, 80 talebe okuyordu. Namazlarımızı medresenin yanında bulunan camide cemaatle kılardık. Her sabah, namazdan sonra Kur’ân-ı Kerim’den birer cüz okumak adetti. Herkes kendi odasına çekilir burada cüzünü okurdu. Medrese odalarında duruma göre 4, 5, 6, 7 veya 8 talebe bulu­nurdu. Her talebe bir cüz sabah namazından sonra, bir cüz de ikindi namazından sonra Kur’an okurdu. Medresede büyük talebeler küçük talebeleri okutur, onları da müderris denilen hoca okuturdu.

Gilan’daki medreseye kaç sene devam ettiniz?

Gilan’daki medresede 4-5 sene okudum. Orada sarf, nahiv ve İzhar’ı bitirmiştim. Sonra ortaokula giderek iki sene Sırpça okudum. O sıralarda Belgrad’da bir ihtifal olmuştu. Yeni Reîsülulemâ tayin ediliyordu. Bu ihtifala her taraftan Müslümanlar da katılıyordu. Benden çok yaşlı halazâdem Molla Osman, imam ve icâzetliydi. O da bu ihtifale katılacaktı. Ben de o sıralarda 16 yaşındaydım. Babama, “Babacığım ben de gide­yim” diye yalvardım. Babam müsaade etti ve ben de gittim.

Orada bir kahvede otururken, baktım vakur bir alim otu­ruyor. Onunla tanıştık. Meğer Bosna’nın ulemâ meclisi âzâsı ve büyük bir şahsiyet olan Mesihoviç (veya Mesih Efendi) imiş. Onunla Arapça konuşmaya başladım. Daha gencim, kendimi göstermek istiyorum. Bunun üzerine beni sevdi.

– Sen nerede okuyorsun? dedi.

– Böyle böyle.

– Sen Nüvvâb mektebine gir, dedi.

– Girebilir miyim? dedim.

– Girebilirsin, ben sana yardım ederim, dedi.

O sene bana bir mektup yazarak, Nüvvâb mektebi imtihanına hazır olmamı söyledi. Oraya kabul edilebilmek için Arapça bil­mek ve dört sene olan ortaokul tahsilini tamamlamak gere­kiyordu. Benim dört senelik ortaokul tahsilim yoktu. Orta­okul tahsili tamamlamadan muayyen derslerin imtihanını vererek kabul mümkündü. Ama Arapça bilmeden bu mümkün değildi. Ben de Arapça’ya güveniyordum. Gittim, almadığım ortaokul derslerinin imtihanlarını verdim. Okula kabul olundum ve üç sene tahsil ettim. Sonra hastalandım. Babam da vefat ettiği için üçüncü seneyi tamamlayamadan okulu bıraktım.

Perişan bir halde bütün ev başıma yığıldı. Ben kardeşlerimin en büyüğü idim. Tahsile de çok merakım vardı. Hastalığımdan dolayı iki sene istirahat ettikten sonra Mısır’a gittim.

Hangi tarihte?

1936 senesi sonunda…

Mısır’a giderken Yunanistan’a uğramışsınız herhalde?

Önce Atina’ya gittim. Atina’da bulunan Mısır Sefareti bana vize vermedi. Ne yapacağımı düşündüm. Param bitmek üzere, Sefarette bana, iki ay beklemem gerektiğini söylüyorlar ki vize alabileyim. Yanımda fazla param yok, sadece 12 sterlinim vardı. Bununla iki ay geçirmem mümkün değildi. Pire’de deniz kena­rında dolaşırken, başında siyah külahlı birini gördüm. “Hey Allah’ım! Galiba bu Müslüman olacak” dedim.

– Selamün Aleyküm.

– Aleyküm Selam.

– Nerelisin? dedim.

– Ben Çamriliyim, dedi.

Burası, Arnavutluğun bir kısmı Yunanistan’a bağlanan bir bölgesi. Adriyatik kıyısında bir ekalliyet. Ona;

– Ben bir talebeyim, halim ne olacak? dedim, durumu an­lattım.

– Sizin tarafa gidebilir miyim? dedim.

– Gidebilirsin, dedi. Kendisine;

– Sen buraya niye geldin? diye sordum.

– Tüccarım. Bayram için (Kurban Bayramı) mal almaya gel­dim, dedi.

– Ben oraya gidip kalabilir miyim? dedim.

– Gidebilirsin, dedi.

Görüştüğümüzde ikindi üzeriydi. Akşam gemi için bilet al­dım. Yalnız başıma o tarafa yollandım. Önce Preveze’ye, sonra başka bir yere geldim. Otelde yattım. Ertesi gün müftüye gittim. Bana bir yer buldular yahut otelde kaldım.

Daha oraya inerken;

– Seni buraya kim gönderdi? dediler.

– Kasım, dedim.

Kasım’ın kasabasına varır varmaz, beni aldılar, her akşam bir yerde misafir ettiler. Hem yedirdiler, hem içirdiler. Müslümanlarla her akşam sohbet ediyorduk. Beni o kadar sev­diler ki, sanki Arş-ı a’lâdan inmişim!.. Çünkü Balkan Har­bi’nden sonra onların Müslümanlarla olan bütün bağları ke­sil­mişti. O yüzden beni el üstünde tuttular. Kasım misafir bulunduğum yere geldi.

– Aman seni yarın alıp iskeleye gönderecekler. Sakın buraya benim gönderdiğimi söyleme, dedi.

– Ama ben bunu söylemiştim, dedim.

– Ne yaparsan yap, bunu demeyeceksin, dedi.

Kasım’la misafir edildiğim yerde konuştuğumun ertesi gü­nü, mutad veçhile olduğu gibi, kahveye çıktım. Bir imam da benim geldiğimi işitmiş, gelmiş, mübarek bir zat. Onunla konu­şurken, bir jandarma geldi. Beni kaldırdı, önüne aldı, o da arkamdan, yürümeye başladık. Beni iskeleye getirdi ve nihayet karakola teslim etti. Karakol reisi, “Sen git bu akşam otelde yat. Aslında yerin burasıdır -karanlık bir yer göstererek- ama sen iyi bir kimseye benziyorsun. Şimdi git otelde yat. Yarın mahkemen var” dedi.

Ertesi gün mahkemeye geldim. Bütün halk toplanmış bakı­yorlar; Rumlar, bir casus yakalandığını zannediyorlar, öyle bir intiba içerisindeler. Ben girdim, oraya bir de Mushaf getirmişlerdi. İncil de vardı. Şahitler de vardı. Onlar İncil’e bastılar. Ben de Mushaf’a bastım. Yemin ettirdiler. Ben;

– Buraya bir Müslüman getirsinler, dedim.

– Senin lisânını (Arnavutça) anlayanlar var, dediler.

– Arnavutça anlayanlar var ama, bizim şivemize uymaz. Bir Müslüman gelsin, dedim.

Önceki gün önce akşam beni küçük bir istintak (sorguya çekme) yapmışlar ve ben orada;

– Sırpça, Arapça, Türkçe bilirim, demiş idim.

Bu sefer bana;

– Kaç lisan bilirsin? diye sordular.

– Arnavutça, dedim.

– Peki sen Arnavutça da bilirmişsin, niye burada söylemedin? dediler.

– Arnavutça ana lisanımdır. Ama burada benim Arnavutça şivemi pek bilen bulunmaz. O itibarla onu saymadım. Çünkü buraya Türkiye’den gelmiş Ermeniler, Rumlar var. Türkçeyi gü­zel biliyorlar. Sırpça da memleketimin resmî lisanıdır. Onun için söylemeye lüzum görmedim, dedim.

– Seni Kasım mı gönderdi? dedi.

– Yok, dedim.

– İlk istintakda, Kasım gönderdi, demişsin, dediler.

– Kasım’la tanıştım da, o vesileyle belki ismini yanlış olarak söylemişim. Kasım sebeb oldu, anladım ki bu muhitte Müslüman var, dedim.

– Sen burada Müslüman var diye ne arıyorsun? dediler.

– Ben talebeyim. Biz Ramazan ve Bayram geldi mi böyle çıka­rız. Bir senelik idaremizi bununla temin ederiz, dedim. Orada bulunan bir Ermeni:

– Evet, evet, Müslümanlarda bu usul var, dedi.

Baktılar bana saf saf konuşuyorum.

– Peki sen şimdi gidebilir, ne kadar istersen kalabilirsin, dediler.

Kasım’ı da başka bir odaya getirmişlerdi. O jandarma mü­dürü ne için olduğunu bilmiyorum, dışarıya çıktı. Kasım bana, “Sakın bir şey konuşma” diye işaret etti. İstintaktan mistin­tak­tan anladılar ki bir şeyim yok. “Ne kadar istersen kala­bilirsin” dediler. Ben de oturmadım. Para topladım, bayramı beklemeden oradan Atina’ya geldim. Mısır Sefareti’ne gittim, müsaadenin gelip gelmediğini sordum. “Gelmedi” dediler.

– Ne vakit gelir? dedim.

– Bilmiyoruz, dediler.

Ben de, burada kalacağıma Bayram için Gümülcine’ye gide­yim, dedim. Atina’dan Selanik’e geldim. Çünkü ilk gel­diğimde Atina’da karşılaştığım bir Yahudi bana;

– Sen Gümülcine’ye git. Onlar çok iyi Müslümanlardır, cami­leri doludur, demişti. Bu kafama yerleştiği için ben de Gümül­cine’ye gittim. Müftü bana;

– Buranın adeti vardır; vaizler sarık takarlar, dedi. Ben de bir sarık taktım. Beni çok iyi karşıladılar. İyi bir para topladılar. Son­ra tekrar Atina’ya geldim. Oradan da Mısır’a geldim. İsken­deriye’ye geçtim. “Elhamdülillah bir İslâm devletine gel­dim” diye, keyfimden dünya benim oldu. Oradan Kahire’ye geldim. Ezher’e kaydoldum ve Mısır’da 20 sene kaldım.

1936’dan 1956’ya kadar?

1956’ya kadar. Üniversite Kütüphanesi’nde 10 sene çalıştım.

Ezher’de kaç sene okudunuz hocam?

10 sene. 1945-1956 seneleri arasında Üniversite Kütüp­ha­nesi’nde çalıştım. O vakit Mısır Sefareti’nde bir memuriyet açılmıştı, bu vazife ile 1956-57 senesinde Ankara’ya geldim. İki sene kaldıktan sonra istifa ettim. İstanbul’a geldim. İstanbul’da evlendim.

Türk vatandaşlığına hangi sene geçtiniz?

1959 veya 1960 tarihinde. O vakitten beri buradayım. Hususi olarak epey talebe okuttum. Sekiz dokuz sene Tûbâ Kursu’nda devam ettim. Dört sene evvel felç oldum. Sağ kolum ve ayağım tu­tulmuş. Şimdi biraz daha iyiyim ama kolum hâlâ öyle du­ruyor. Bakalım ne olacak. Mısır’a gittiğim senenin ilk Ramazan’ı tekrar Gümülcine’ye gittim. Beni yine çok iyi karşıladılar. Allah razı olsun.

Gümülcine’ye böyle kaç defa gittiniz?

Galiba Ramazan için iki defa gittim. Bir sene hiç para al­madım. O sene Mısır’dan yaşlı iki hoca daha geldi. Onlara daha çok para verdiler. Bana yarısını verdiler. “Umûr-ı hayriyyede sarfedilsin” diye geri iade ettim. Hiçbir kuruş almadım. Müftü Hacı Hafız Hasan isminde bir zâttı. Mısır’dan giden o iki kişiden biri Hüseyin Efendi isminde bir zât öbürü de Remzi isminde biri idi. Her ikisi de Türkiye’den gitme kimselerdi.

Beni orada müslümanlar çok sevdiler. Sonra bir defa daha git­tim. Bana epey para verdiler. Önceki gittiğimde müftüden para almamıştım, ama ahali çok sevdiği için benim için ayrıca para topladılar. Ben Mısır’a gittiğimde Ezher’e kaydımın yapılması için iki ay kadar beklemem gerekti. Gümülcine’de aldığım para ile ge­çindim.

İşe başlayıncaya kadar maişetinizi nasıl karşıladınız?

Ayda iki sterlin verirlerdi. Kalacak yerimiz de olduğu için bu iki sterlinle geçinirdik.

İlk gittiğinizde Mısır’ı nasıl buldunuz?

Bizde kadınlar kapalıydı. Buna alışmıştık. Eski Türkiye za­manında kadınlar nasıl kapalıysa Balkanlar da öyleydi. Mısır topraklarına indiğim vakit, kadınları bizim alıştığımız bu du­rumdan uzak gördüm. Sükûtu hayâle uğradım. Orada da benim istediğim zâhirî müslümanlığı bulamadım. Fakat Allah için Ezher’de ilim vardı. Müslümanlık da Mısır’da kuvvetlidir ama ilk hamlede benim alıştığım o müslümanlık havası olmadığı için sükûtu hayâle uğradım. Sonra yavaş yavaş alıştım. Yine o ka­na­ate vardım ki, en kuvvetli müslümanlık Mısır’dadır.

Peki gelmeden önce Türkiye’yi nasıl tanıyordunuz? Gelince nasıl buldunuz?

Türkiye milleti çok sağlam. Müslümanlık yönünden de çok sağ­lam, muhafazakar da. Türkiye’yi umduğumdan fazla iyi bul­dum.

Mısır’da hangi büyük şahsiyetlerle tanıştınız, beraber oldunuz?

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile çok çok görüştüm. Her hafta bir defa mutlaka görüşürdük. Sabahtan giderim, ta saat 10’a kadar otururum. Orada yemek yerim… Öyle bir gelenek ol­muştu. Beni de çok severdi. Zâhid Kevserî ile görüşürdüm. O da Meşîhat-ı İslâmî’de ders vekili imiş. Büyük âlim. Ekmel’in (Ekmeleddin İhsanoğlu) babası İhsan Efendi ile görüşürdüm.

Âkif Bey’le görüşmeyi çok arzu ederdim, ama ben Mısır’a gi­derken Üsküb’e geldiğimde, Türk gazeteleri gelmiş, Âkif’in resmini de koyarak “Âkif’i kaybettik” diye yazmışlardı. Bu şekilde Üsküb’de ölüm haberini almış oldum. Halbuki, Mısır’da Mustafa Sabri Efendi ve Mehmed Âkif Bey’le görüşecem zevkiyle gidiyordum.

Mustafa Sabri Efendi’yi nasıl değerlendirirsiniz Hocam?

Mustafa Sabri benim nazarımda bir büyük dâhî idi. Dehâsı ilminden büyük. Büyük bir mücâhiddi. Son derece mütevâzî, son de­rece vakur. Dosta dost. Düşmana da âşikâre düşman. Büyük bir mücâhid. Çok çekmiş, çok sabırlı. Bütün Mısır ulemasını dize getirdi. Allah için büyük bir âlim. Zâhid Kevserî de öyle. O bir sahada o bir sahada.

Zâhid Kevserî fıkıh sahasında mı?

Fıkıh, hadis, ricâl-i hadis sahasında emsâli yoktu.

Mustafa Sabri Efendi?..

O dehâ. Zâhid Efendi çok fakih idi. Fakat umumî olarak fıkhı müdafaa etmek için, Zâhid Efendi o kalemi yürütemezdi. Me­sâil-i külliye için, İslâm’ın umumî ruhunu müdafaa etmek için Mustafa Sabri Efendi tek bir adamdı. Benim kanaatim budur.

Hangi sene vefat etmişti?

1952 senesinde olması lazım.

Mustafa Sabri Efendi ile bu kadar yakın olduğunuza göre, onun hakkında söylenmesi icab eden, söylenmesini istedi­ğiniz neler var başka?

O büyük adam. Bir defa çok sabırlıydı. Çok çekmiş. Öyle şey­ler çekmiş ki, bana anlattı; Mustafa Sabri Efendi, Gümülcine’de bulunmaktadır. Veni­zelos bu sırada Ankara’ya gidiyor ve dönüşünde Mustafa Sabri Efendinin evine nâzikâne bir şekilde Vali geliyor, büyük hürmet gös­tererek ve utanarak;

– Vaziyetimiz böyle, lütfen sizi Patras’a göndereceğiz Gümil­cine’de kalamayacaksınız. Buna rıza göstereceksin, diyor.

Mustafa Sabri Efendi, “Patras’a geldim. Büyük sakallı pa­pazlar gelmişlerdi. Beni istikbal ettikleri vakit yere kadar eğiliyorlardı” diye anlatmıştı. Yine, “Burada hiç Müslüman yok­tu” demişti. Bir yer gösteriyorlar. Orada ikamet ediyor. Oradaki durumunu şöyle anlatmıştı:

“- Bütün İslâm dünyasına mektup yazdım. Kimseden bir ha­ber yok. Ben İstanbul’da parlementoda iken Arapları müdafaa ediyordum. Onlardan dostlarım vardı. İstiklallerini aldıktan son­ra bunlardan kimisi reisicumhur, kimisi vali olmuş… Ayrı ayrı hepsine mektup yazıyorum. Kimse cevap vermiyor. Elhükmü lillah Ya ölürsem beni burada kim defnedecek? Papazlar cena­zeye hazır olacaklar ve ‘bak işte Şeyhülislâm’ın sonu nasıl oldu?’ diyecekler. Ne yapacağımı şaşırdım. Bir gün oğlum İbra­him’e, gel oğlum, böyle durmayalım. Atina’ya kadar gidelim, dedim. Peki baba gidelim, dedi. Mısır Sefareti’ne vardık. –Mustafa Sabri Efendi’nin sîmâsı fevkalâde idi. O kadar güzel bir sîmâsı vardı. Şakaya da çok tahammül ederdi. Gittiği yere beni de alır götürürdü. Bana “Yâverim” derdi. Şaka ederdim. “Efendi Hazretleri sen fitneye sebep oluyorsun. Kadın erkek herkes sana bakıyor, herkes senin cemaline âşık. Seni sürgün etmek lazım. Fit­neyi mûcib olursun” derdim. Bu kadar mübârek bir sîmâsı vardı. Nur akıyordu. Her halde Mısır Sefîri onun bu heybetini görmüş– Sefir;

– Ne yapıyorsunuz burada? diye sordu.

– E kaldık burada, dedim.

– Niye gitmezsiniz Mısır’a? dedi.

– Vize verir misiniz? dedim.

– Veririz, dedi.

Benim de pasaportum yanımdaydı, Allah tarafından hemen vizeyi aldık.”

Mısır’da da büyük müdafaalar yaptı. Ben Mısır’a geldiğimde birinci gün değil, ikinci gün hemen kendisine gittim. Ölünceye ka­dar da ondan hiç ayrılmadım. Böylece Mustafa Sabri Efendi ve oğluyla bir ruh gibi olduk. Büyük insandı, büyük âlimdi, çok vefâkârdı. Çok çekmiş; birkaç defa Türkiye’den kaçmış, en son Mısır’da kalmış. Burada vefat etti. Öldüğü vakit de çok ağladım. Kab­re oğlu İbrahim Bey’le birlikte koyduk. Son olarak da ka­birde ayak tabanını öptüm. Öylece defnettik. Allah rahmet eylesin. Hiçbir vakit onu unutmam. Çok istifade ettim.

Hocam. Mustafa Sabri Efendi’nin yaptığı mücadeleler eserlerinde görülüyor. Bunun haricinde sizin özel sohbetle­rinizde geçen onun fikir ve düşüncelerine ait, İslâm dünya­sındaki gelişmeler ve İslâm dünyasının geleceği ile ilgili neler söyleyebilirdiniz?

O çok müteellimdi. İslâm dünyasının liderlerinin halini be­ğenmezdi. Hatta ulemâsını da beğenmez, dalkavuklara çok kızardı. Nerede bir koku alırsa hemen hücum eder ve yazardı. Ezher Rektörü Merâğî’yi sevmezdi. Mısır’daki yazarların çoğunu da sevmezdi. “Bunlar içinde dîni bütün, benim arzu ettiğim gibi hakikatı müdafaa eden müslüman yok” derdi. Onun için hoca­larla da mücadele etti, sarıklı olmayanlarla da mücadele etti. Ehl-i kalemdi ve dîni bütün, pürüzsüz bir müslümandı. Dosta dost idi. Çalışmaları daha çok fikrî sahada idi.

Zâhid Kevserî’nin çalışmaları ne yönde idi?

Onun çalışmaları daha fazla ilmî idi. O siyâsete girmezdi.

İhsan Efendi?

O iyi bir Hoca idi. Ezher’den diploma almıştı. Çok halûktu. Çok vakurdu. Tercüme kaleminde çalışıyordu. Ben de oranın imtihanını kazanmıştım ama üniversiteyi tercih ettim.

Siz böyle büyük zevâtın yanında yetiştikten ve aradan yirmi otuz sene geçtikten sonra İslâm dünyasındaki geliş­meleri, İslâm dünyası ile batı arasındaki münasebetleri ele aldığımızda ne söyleyebilirsiniz?

Geçenlerde de meselâ ed-Dâ’ve geldi. Şunu söyleyebilirim ki, İhvân-ı Müslimîn’in ve Mevdûdî’nin büyük tesiri var. Bence bu asrın en büyük ve faal adamı Hasan Bennâ’dır. Evet Mustafa Sabri Efendi âlim, nazarî. Zâhid Efendi başka sahada… Fakat bu büyük bir gençlik meydana getirdi.

Bugünkü duruma baktığımızda ne Mısır’da ne Suriye’de ne de Ürdün’de, bir güç olarak görünmüyorlar. Seçimlerde bir başarı elde edilemiyor. Çok az…

Ne de olsa bir gençlik meydana getirdiler. Bugün bir mefkûre var, bir gençlik var. Daha eskiden yoktu.. Bugün fikrî ve amelî bir hareket olarak Orta Şark’ta bir gençlik hareketi var. Muhlis. İslamın ruhunu iyi anlamış, iyi yazan, iyi konuşan, iyi yaşayan bir gençlik.

Daha 1950’lerden buyana fikrî hareket olarak bir gençlik var. Yaşıyorlar ama hiçbir yerde hakim bir unsur olama­mışlar.

Sebebini anlatayım. Amerika olsun, İngiltere olsun, batı dünyası olsun, Yahudi olsun, Bunların hepsi müşterek olarak bunların başa geçmesini istemezler. Kolay değil. Bununla bera­ber İslâm akîdesi için bunlar birer kuvvettir. Her ne kadar hükumete geçemezlerse de yine büyük faydaları oluyor. Benim nazarımda geçseler de bunları tepelerler. Çünkü batı bunları hiç sevmez. Tabi bu devlet adamlarının hepsi fikren ve rûhen batıya meyyaldir. Onun için bunlar hükumet teşkil edemezler. Çünkü şer kuvvetleri her taraftan toptan bunları yıkar. Bununla bera­ber gençliğin akîdesini muhafaza etmek için bunlar birer güçtür. Önce, vaazları ve nasihatları ile örgütlenmemiş bir akîde vardı. Ama, şimdi böyle değil. Bunu temsil eden aktif bir cemaat var.

Bu hususta Türkiye için ne söyleyebiliriz?

Türkiye’de elhamdülillah temiz bir gençlik var. Üniver­site­lerde entelektüel ve müslümanlığı adamakıllı yaşıyan bir gençlik. Bana tıptan bir gece 12-13 kişi geldi. Valla ben hayran kaldım.

– Bir sohbet yapalım, dediler.

– Ben sizi dinliyorum, siz benden daha canlısınız, dedim.

Bu gençler her fakültede var. Meselâ eskiden tıplılar dinsiz­likleriyle meşhurdu. Ama bu gençler tıptan geldi. Yani ben bedbin değilim. 50-60 sene evvel böyle bir gençlik yoktu. Şimdi elhamdülillah böyle bir nesil var. Osmanlıların son döneminde de gençlik arasında böyle bir şey bulamazdınız. Şimdi erkek­lerden ve kızlardan her tarafta bu gençlik havası var. Mesela bakıyorsunuz, tahkikatını yapıyorum, ilâhiyatta öyle kızlar var ki, demir gibi ve ateş gibi canlı. Ben ümitliyim.

Hocam İran’da başlayan harekete nasıl bakıyorsunuz?

Azîzim! İranlılarda bir taassup var ve bu taassup asırlardan beri devam ediyor. Maalesef bu taassup onlarda bir akîde gibi olmuş…

Müslüman ülkeler arasındaki münasebetleri nasıl değer­lendiriyorsunuz?

Vallâ Azîzim! Bu içten bir yakınlık değil. İçten bir yakınlık olsa böyle olmaz. Niçin İslâmi anlayışta olmayalım, neden İslâm’ı birlikte yaşamayalım? Ne var yani? Niçin o kadar korku­yorlar? Eğer inanırsanız ey müslümanlar! İslamı yaşamak müslümanlık demek. İslam ibâdât, muâmelât ve ukûbâttır. Dinimiz madem ki Cenâb-ı Allah’ın bir vaz’-ı ilâhîsidir, bunlara niye inanmıyorlar? Biz de müslümanız… Müslüman isen müslü­manlığı yaşa. Müslümanlık şunu alalım, şunu almayalım meselesi değil, hepsine inanacak hepsini yaşayacaksın..

Hocam, Türkiye’deki müslümanlar arasındaki çeşitli grup­laşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz

Vallâ Azîzim! Bunlar faaliyet yapıyorlar ama, zanne­diyorum, bunlarda da içten pazarlıklar var. “Menem, diger nîst”, ben olayım da başkası olmaz derler.. Bu da olmaz. Çok mutaassıp yani. Müslümanlar birbirlerini desteklemeli. Onlar bir sahada çalışsınlar, bunlar bir sahada çalışsınlar. Ama birbirinin aleyhinde olmasınlar. Ama faydadan hâlî değil. Gençliği kurtar­maya çalışıyor. Bakalım inşallah iyi olur. Temennimiz bu.

Hocam, son olarak bize neler tavsiye edersiniz?

Sen evvela çocuklarını yetiştireceksin, İslâmî terbiye vere­ceksin. Yavaş yavaş. Çocuğun terbiyesinin nasıl olacağı ile ilgili İmâm-ı Gazzâlî’nin İhyâ’sında kısa bir bölüm var. Çocuklara elinden geleni yap. İslâm ormanının bir filiz ve fidanını yetiştirmeye, meydana getirmeye çalış. Senin vazifen bu…

Bugün İslâm dünyasında bir faaliyet var. Çocukların da o İslâm faaliyetinin ordularından bir iki nefer olsun. Öyle yetiş­tirmeye çalış; ilim ver, ahlak ver, takvâ sahibi olsunlar. Bir babadan ve bir anneden bu matlubdur. Dünyaya getirdiği bir evlad için müstakbel hazırlamak… En büyük müstakbel de âhiret müstakbelidir.

Allah nasib ederse inşaallah müslümanlık yine dirilir. Çünkü Batı felsefesi, bir defa iflas etti. Bunu batı büyükleri kendileri söylüyor. Amerika dediğin maddî bir varlık.

Müslümanlık azîzim, ne maddeyi ne mânâyı ihmal etmemiş. Bugün bütün mütefekkirler, müslümanlığın tabii bir din ve tek kurtuluş çaresinin de bunda olduğunu itiraf etmişlerdir. Kimisi menfaatten, kimisi küfr-i inâdîden girmiyorlar. Bizimkiler ise sırf taklid. Yoksa bir bildikleri yok. Avrupa ilerlemiş biz de onlar gibi olalım. Avrupa ilerledi ama, Ayrupa’yı orta çağ Hıris­tiyanlığı inhiraf etmiş. Ama biz müslümanlıktan ayrıldığımız günden beri geri dönmeye başlamışız. Onlar Hıristiyanlıktan ayrıldığı günden yani dini dünyadan ayırdıkları günden beri ilerlemeye başlamıştır. Biz ise müslümanlığa sarıldıkça iler­lemiştik. Ayrıldıkça geriye dönmüşüz. Ama onlar yalnız dünya sahasında ilerlemişlerdir. Ahiret sahasıyla ilgili, zaten Hıristi­yanlık dini kalmamıştır.

-Çok teşekkür ederim Hocam.

(Kaynak: Dr. Necdet Yılmaz, Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı, İstanbul: Dârülhadis 2005, s. 15-30. Konuşan: Halit Eren; darulhadis.com adlı siteden iktibas edilmiştir. )

İrfanDunyamiz.com

Hatıra Arşivi ↗

Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.

İyi Haberler ↗

İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.