İslam toplumunun kuruluş ve gelişim aşamasında emeği olan âlimlere ve siyaset adamlarına göreceli bir itaat vardır. Nisa Suresi’nin 59. ayetindeki; “itaat ediniz” emrinin Allah’a ve Resulüne izafe edilip; ülü’l emre gelince tekrar edilmeyip, kendinden önceki cümleye atfedilmesi bunun kanıtıdır.
Kayıtsız şartsız bir bağlılıkla dini alandaki önderleri insaniyet makamından çıkarmak; onları rab edinmektir. Kur’an bu konuda bizleri uyarmaktadır: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesihi de… Oysa onlar tek olan bir ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur, O bunların şirk koşmakta oldukları şeylerden yücedir.” (Tevbe 9/31)
Haramı helal yaparlar
Fonksiyonel anlamda âlimlerin ve siyaset adamlarının görevi İslam’ı tebliğ etmek ve uygulamaktır. Bu açıdan onlara olan itaat, Allah’a ve Resulüne olan itaate bağlıdır. (İbn Kayyım, Şemsüddin Ebi Abdullah Muhammed bin Ebibekir, İ’lamu’l-Muvakkıin, II, 169) Bu ölçü kâmil anlamda verilmediğinde, insanların bilgileri eksik olur ve itaat konusunda vahim sonuçlar ortaya çıkar. Kur’an’ın deyimiyle Allah’tan başkaları “rab edinilir.”
Yukarıdaki ayette geçen “hıbr” kelimesi Yahudi din âlimlerine verilen isimdir, çoğulu ahbar’dır. Rahip de Hristiyan din âlimi demektir. Çoğulu ruhban’dır. Kur’an’ın bu ifadesinden Yahudi ve Hristiyanların, din adamlarını tanrı veya tanrının oğlu sayacak kadar kutsallaştırdıkları anlaşılıyor.
Kişinin derdini, Allah’a değil hahama, papaza dökmesi, Allah yerine papaza yalvarması, din adamını Allah ile kul arasında aracı yapması onu tanrılaştırmak demektir. İnsan bir noktaya gelir ki; Allah’ı bırakır da kendisi gibi aciz insanı yanılmaz kabul eder. Onun her dediğine şartsız uyar. Dine aykırı da olsa onun sözünü yerine getirir. İşte Yüce Allah, böyle yapan insanları kınamaktadır.
Ayet-i kerimenin arka planı ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Resulullah’ın daveti kendisine ulaştığında Şam’a kaçıp Hristiyan olan Adiy bin Hatem, daha sonra kız kardeşinin gayretiyle Müslüman olmak üzere Medine’ye getirildiğinde Peygamberimiz, mescitte Tevbe Suresi’nin otuz birinci ayetini okuyordu. Adiy, ayeti kerimeyi dinleyince Hristiyanların, rahiplerine tapmadığını söyledi. Hazreti Muhammed Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de; “Ruhbanlar onlara helali haramlaştırıyor. Haramı da helalleştiriyorlar. İnsanlar da bu hususta onlara itaat ediyorlar ki; işte bu onlara tapınmadır” buyurmuştur. (İbn Kesir, Tefsir, II, 333)
Hakkı batıla çevirirler
Yukarıdaki ayetten anlaşılan; helal ve haram tayin etme yetkisinin mutlak anlamda Allah’a ait olduğu gerçeğidir. Fakat Müslümanlar arasında bile öyle ilginç helal ve haramlar türemiştir ki, bunların hiçbirisinin dayanağı vahiy değildir. Vahye rağmen helal ve haram tayin etmek bir şirk kültürüdür. Ayeti kerimenin kendisini ve nüzul ortamını evrensel planda değerlendirirsek görürüz ki, iktisadi, sosyal, siyasi, hukuki ve eğitim kurumlarıyla ilgili binlerce helal ve haram uydurulmakta ve bunlar daha sonra din(den) diye dayatılmaktadır.
Müslümana düşen görev, kişiler veya tüzel kişi dediğimiz kurumlar bazında da olsa helal ve haram noktasında yapılmış olan değerlendirmeleri vahye göre test etmektir. Vahiyden onay almayan hükümleri sahiplerine iade ederek reddetmek gerekir. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan hükümlerin ilmi bir değeri de yoktur.
Gerçek olana uygun olmayan, hak esası üzerine yürümeyen Allah’ın emirlerine aykırı bulunan, Allah’ın kanunlarına karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Âlimlerin kıymeti, onların ilmi haysiyetleriyle ve Allah’a olan kulluklarıyla orantılıdır. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ilmi haysiyetten uzak birer tagutturlar.
Şeytanlara, tağutlara, firavunlara, putlara ve haçlara tapmak nasıl bir şirk ise, âlimlere kulluk; haddinden fazla kıymet vermek, şahsi görüşlerine, heva ve nefislerine göre verdikleri keyfi fetvalarını revaçlandırmak da şirktir. Onların, Allah’ın emirlerine aykırı olan hatalarına itaati uygun görmek, kısacası; Allah ne diyor diye düşünmeden onların vahye tamamen ters olan görüşlerine uymak küfürdür. Allah celle celaluh’u bırakıp başkalarına tapmaktır. Maalesef Yahudi ve Hristiyanlar böyle yapmışlar, ahbar ve ruhbanlarına rab dememişlerse de rab gibi tutmuşlar, hüküm koyucu olarak tanımışlardır.
İnsan üstülük vasfı yüklerler
Kur’an, Rububiyyet makamının mutlak anlamda Allah Teala’ya ait olduğunu ifade ederken, (Yazır, Hamdi, a.g.e, IV, 216) Rabbimizin, bu makamı hiçbir varlıkla paylaşmayacağını vurgulamıştır. Buna bağlı olarak şunu söyleyebiliriz; İslam dininde âlim yeni bir din koyucusu değildir. O, fonksiyonel anlamda peygambere vekalet eden kişidir.
Lafzî ve kevnî ayetleri okumak, tefsir etmek ve onlara göre pratik yapmak suretiyle İslamı yaşanabilir hâle getiren üstün bir insandır. Fakat bu üstünlük; ne kadar âlim, takva sahibi ve ihlaslı da olsa insaniyet vasfı ile sınırlıdır. Kendi insani varlık sınırını aştırrak onlara peygamber gibi muamelede bulunmak veya insan üstülük vasfı vermek kişiyi İslam dairesinden çıkarır.
Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.