İstanbul’da yeni arayışlar…

Evlenip, İstanbul’a vardıktan sonra, evimizde bir süre daha oturup sonra da kiralık bir eve geçtik. Artık benim yüküm bayağı ağırlaşmıştı. Hem derslerime çalışıp okulumu bitirmem, hem de geçim temin etmek için, bir yol aramam gerekiyordu.

Üst katta oturan uzak doğu sporları hocası Yılmaz Aydın’ın Celalettin Süer Camii karşısında çok büyük bir spor salonu vardı. Ev sahibim Ahmet Abi’nin iki oğlu Metin ve Beytullah, Yılmaz Aydın’ın en gözde sporcularıydı. Spor salonu akşamları açılıyordu ve oranın bir kantini vardı, çalıştıracak kimsesi yoktu. Yılmaz Aydın Bey bana; “Burayı çalıştırabilir misin?” diye teklifte bulundu. “Yaparım ben” dedim ve hemen işe koyuldum.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Fahri imamlık

Spor salonunda bir müddet antrenman yaptıktan sonra, hemen spor bitmeden kantine geçiyordum. Çayımı yapıp hazırlıyordum. Simit, poğaça ve mevsimine göre ev yapımı güzel bir limonata yapıyordum. Ev limonatasını öğrencilere sunarak bir miktar gelir elde ediyordum. Spor salonunun karşısındaki camide resmi görevli imam yoktu. Cami derneğinin yönetimi bana; “Sen öğrencisin ama burada görev yapabilir misin fahri olarak?” diye sordular. Kabul ettim.

Caminin altında kitap satan yaşlı bir hemşerim vardı, namaz kıldırabiliyordu. Onunla anlaştık, o öğle ve ikindi namazlarını kıldıracak, diğer üç vakti ise ben kıldıracaktım. Cami cemaatinden demircilik işleriyle uğraşan bir hocaefendi daha vardı, ben yokken de namazı o kıldırıyordu. Esnafın ve cemaatin dernek başkanı nezaretindeki yardımlarıyla ayda bana 13.000 TL maaş verdiler.

Yaz tatili olunca ben erkek çocuklarına, eşim de caminin altındaki kursta kız çocuklarına Kur’an-ı Kerim ve namaz sureleri öğretirdik. Ayrıca akşamları spor salonunda kantinde çalışıp, oradan aldığım paralarla camideki maaşımı birleştirince çok rahat geçimimi temin edebiliyordum Allah’a şükürler olsun…

Fahri imamlık yaparken sabah ezanı okuduğum bir gün eve geldim. Ayşe Teyze beni kapıda karşıladı ve “Oğlum çok güzel ezan okuyorsun, ezanı dinledim duygulandım, hatta ağladım. Keşke bu ezan hiç bitmeseydi diye içimden geçirdim” demişti. Celalettin Süer Cami’ne resmi imam 1983 yılı sonunda tayin olunca, tabii ki benim oradaki görevim sona ermiş oldu.  Artık benim hem okuyup hem de başka bir iş bulmam gerekiyordu.

Boncuk kolyeler

Bir gün alt komşum Harun Bey’in küçük kızının boynunda ve kolunda çok güzel boncuk kolye ve bilezik gördüm. Harun Bey’e; “Bunları nereden satın aldınız?” diye sordum. “Bunları Bakırköy’de oturan bir hemşerimiz/ akrabamız var o yapıp, satıyor bize hediye etti” dedi.

Benim de o tip şeylere merakım vardı. Harun Bey’den o akrabasının adresini aldım. Boş olduğum bir zamanda gidip kendisini buldum ve “Malzemeyi nereden aldığını ve boncukların nasıl yapıldığını bana da öğretir misin?” dedim. O arkadaş Allah razı olsun bana hangi malzemeleri almam gerektiğini ve nereden almam gerektiğini tarif etti. Ben de tarif ettiği üzere biraz malzeme aldım, yavaş yavaş evde yapmaya başladım.

Eşime de öğrettim o da yapmaya başladı ve yaptığımız kolye ve bilezikleri Pazar günleri pazarda satmaya başladım.  Sonraları elimdeki incik boncukları, tezgâh açan pazarcılara toptan satmaya başladım ve satıldığını görünce de işimi daha da büyüttüm. Eminönü’nden boncuk malzemelerimi satın aldıktan sonra, Beyazıt’ta tavuk pazarında bir usta buldum; çocuklar ve genç kızlar için, gümüş benzeri telden çok güzel bilezik ve yüzükler yapıyordu. Onunla anlaştım, ona boy boy bilezik ve yüzükler yaptırmaya başladım.

İş adamı gibi

Okul ve dersim haricinde eşim ve ben boncuk dizerek vaktimizi değerlendiriyorduk fakat bizim dizdiğimiz boncuklar satış için az gelmeye başlamıştı. Bizim yaptıklarımız az gelince hassas bir terazi satın aldım ve mahalledeki genç kızlara ücret karşılığı kolye ve bilezik yaptırmaya başladım. Artık ben de küçük bir iş adamı olmuştum. Taklit kuyumculuk sayılan bijuteri malzemelerini satarak bayağı bir para kazanmaya başladım.

Yaptığımız boncukları, almış olduğum küçük poşetlerin içine koyup, ağzını zımbalıyordum. Büyük çantamın bir tarafına kitaplarımı, defterlerimi, boşalan diğer tarafına da hazırlamış olduğum boncukları koyarak okuluma gidip, gelmeye başladım. Okuldan çıkıp Haydarpaşa’dan trene bindiğimde o gün hangi günse nerede Pazar olduğunu cebimdeki listeye bakarak tespit ediyor yakın olan durakta iniyordum.

Boncuk iş yapan tezgâhlara uğrayıp, ne satın almak istediklerini soruyordum. Onlar düşünmüş olarak “şu kadar ver” diyorlardı ben de çantandan çıkarıp veriyordum. Sattığım malları küçük hesap makinemle çıkarıp, hesap ediyordum. Paramı alıp yoluma devam ediyordum. Eğer ilerde başka bir semtte Pazar varsa oraya da uğramayı ihmal etmiyordum.

Evladım doğdu

1982 yılının 31 Aralık günü Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi’nde nur topu gibi bir erkek çocuğumuz dünyaya geldi. İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a olan hayranlığımızdan dolayı adını Mehmet Akif koyduk.

Boncuk satışından kazandığımız para ile kiramızı ve ancak zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyorduk.  Düşünürken rahmetli babamdan öğrendiğim kasaplık aklıma geldi. Kaynarcada oturduğum semtte esnafa, tanıdıklarıma sorarak bir araştırma yaptım. “Canlı hayvan alıp, kessem, et olarak satın alır mısınız?” dedim.

Cumartesi günleri Pendik’te canlı hayvan pazarı vardı. Oraya gidip büyükbaş hayvanlardan bir tanesini beğenip satın alıp Kaynarca’ya getirdim. Rahmetli Ahmet Amca’nın apartmanının karşısında bulunan boş ağaçlık bahçede hayvanı yatırıp, bir arkadaşın yardımıyla besmeleyle kıbleye çevirip, kestim.

Önceden aldığım et siparişlerini poşetlere tartarak koyup hazırladım. Sonra da kalan etleri yoldan geçenlere, soranlara sattım. Aldığım hayvan yaklaşık iki saat içinde satılıp bitmişti. Tabi boncuk satışlarına da bu arada devam ediyordum. Pazarlardan sonra dükkânlara, fuarlara ve bu işi yapan büyük dükkânlara uğrayarak satmaya devam ediyordum.

Bir cuma

Camideki fahri imamlık görevim bittikten sonra, bir gün Haydarpaşa Garı’nın altındaki mescide Cuma namazı kılmak için girdim. Namaz vakti geldi, fakat namaz kıldıracak kimse yokmuş meğer mescitte.  Birisi; “Acaba içinizde hutbeye çıkıp namazı kıldırabilecek birisi var mı?” diye sordu. Kimse ben yaparım demeyince, ben mecburen kalkıp hutbeyi okuyup, namazı kaldırdım.

Namaz kılanlar içinde Haydarpaşa’ya aktarma istasyonuna gelen giden yolcular var, ayrıca Haydarpaşa Garı’nda görevli, memur ve işçiler de burada namaz kılıyorlar. Namaz kılan cemaat arasında Gar Müdürü de varmış. Benim namaz kıldırmamı beğenmiş, yanındaki memuruna; “Namazdan sonra benim hemen çıkmam lazım, sen bekle hocamızı benim odama kadar lütfen getir” demiş.

Bunun üzerine memur beyle birlikte Gar müdürünün odasına gittim. Müdür beyle tanıştık çay ısmarladı, içtik. Sonra bana şöyle dedi: “Cuma günleri burada Cuma namazı kıldırma imkânın olur mu?” Ben de kendisine; “Ben ilahiyat fakültesinde öğrenciyim, Cuma günleri de dersim oluyor, fakat eğer hocalarımdan izin alıp gelme imkânım olursa size haber veririm” dedim.

Okulda da zaten Cuma namazı için tatbikat camimizde namaza gidiyordum. Okulla Haydarpaşa arası çok da uzak değildi. Nasıl olsa namazı okulda kılacakken, Haydarpaşa’da bu görevi de yapabilirim diye düşündüm.

Haydarpaşa garı

Haydarpaşa tarihi bir tren garıdır Anadolu’dan ve bütün başka yerlerden gelen trenler, Haydarpaşa son durakta dururlar ve oradan tekrar yolcularını alıp geri dönerler. Avrupa yakasından gelen yolcular ise vapurla Haydarpaşa’ya gelip, oradan trene binip gideceği yere giderler. Öğrenciyken hafta içi her gün trene bindiğimden oradaki yaşanan sevinç ve hüzünlere çok kez şahit olmuşumdur.

Kimileri çocuğunu ya da yakınını askere ya da gurbete göndermek için orada bekler ve tren yavaş yavaş hareket etmeye başlayınca gözyaşları sel olur. Elindeki mendille bir taraftan gözünün yaşını silerken, diğer taraftan tren uzaklaşana kadar el sallamaya devam eder. Bir başkası gelecek olan yakınlarını beklemek için oradadır. Tren geldiğinde acaba hangi vagondan inecek diye dört gözle vagonları gözetler. Yakını ile kavuştuğunda ise sıkı sıkı sarılıp hasret giderip mutluluklarını paylaşırlar.

Ben tekrar müdür beyle görüşüp Cuma günleri gidip Haydarpaşa’da görev yapabileceğimi bildirdim. “Allah rızası için ben bu işi yaparım müdür bey” dedim. Müdür bey dedi ki: “Hayır bizim daha önce de burada görevlimiz vardı, biz ona ücret ödüyorduk. Bu iş ücretsiz olmaz, size belli bir ücret takdim edeceğiz, lütfen siz de kabul edin” dedi.

Cuma günleri hutbemi okurken oradaki cemaatin durumunu göz önüne alarak, sohbetimi konuşmamı yapar ve öylece görevini deruhte ederdim. Zannediyorum okul bitene kadar bu görevime de devam ettim ve okul bittikten sonra görevi de bırakmak zorunda kaldım. 

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Böyle bir derdiniz var mı?

Bir otobüs yolculuğundayım, yolcuların birçoğu uyuyor. Önlerindeki ekranlardan akan pislikleri izleyerek günah bataklığına batanlar da …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.