1980 senesinin yaz tatiliydi. Yine bin bir umutla, ilim öğrenme aşkıyla yollara düştük. Boyabat İmam Hatip Lisesi‘nde okurken, her sene olduğu gibi bu sene de yaz tatilinde İstanbul’a doğru bir ilim yolculuğuna çıktık. Fakat bu sefer bizi bir hayal kırıklığı karşılayacaktı. Çünkü her sene yazın gittiğim İsmailağa Kur’an Kursu, bu sene yaz öğrencilerini kabul etmiyordu.
Ne kadar dil döktüysem, fayda vermedi. “Artık sürekli gelen öğrenciler okuyacak, kusura bakmayın sizlere hizmet veremeyeceğiz” dediler. Bu sözleri duyunca sanki yuvasından atılmış bir kuş gibi oldum. Ne yapacaktım, ne edecektim? Koca İstanbul’da nereye gidecektim? Bir yerlerde bu günlerimi değerlendirmem gerekiyordu…
Boyabatlılar Kahvesi’nde
Böyle düşünceli bir vaziyette Fatih‘te dolaşırken, ayaklarım beni gayr-i ihtiyari olarak Malta Mahallesi‘ndeki Boyabatlılar Kahvesi’ne götürdü. Sanki beni bilinmez bir güç oraya doğru çekmişti. Böyle diyorum çünkü, oraya gitmeyi daha önceden planlamamıştım.
İçeri girdim; “Selamun aleykum” deyip tanıdık köylülerin masasına oturdum. Onlarla sohbet ederken kafamda hep, nereye gideceğim, nerede kalacağım düşüncesi vardı. O esnada Boyabat Imam-Hatip Lisesi’nden tanıdığım iki arkadaşım içeriye girdiler.
Rabbim bir şeyi nasip edecek ya; sebeplerini halkediyor, yolunu da gösteriyor. Arkadaşlarla çay içip sohbet ederken, onlara nerede kaldıklarını sordum. Sümbül Efendi Kur’an Kursu’nda kaldıklarını ve orada okuyacaklarını söylediler. Acaba beni de oraya alırlar mı diye düşünüyordum ki arkadaşlardan biri; oraya bir tanıdıkları aracılığıyla girdiklerini ama artık yer olmadığı için kimseyi kabul etmediklerini söyledi.
İlmin dilencisi
Vaktiyle bir hocamdan bir söz duymuştum. Yanlış hatırlamıyorsam demişti ki: “İlmin dilencisi olmadan ilim sahibi olamazsın.” Ben de bu sözü kendime düstur edinerek, Kocamustafapaşa‘da bulunan Sümbül Efendi Kur’an Kursu‘na giderek kurs yetkilisi Mustafa Yılmaz Hoca’yı buldum. Kendisine:
– Hocam! İsmailağa Kursu‘nda derslere devam ediyordum ama onlar bu seneden itibaren yaz talebesi kabul etmiyorlarmış. Ben de sizin Kur’an kıraati üzerine çok düştüğünüzü duyduğum için sizden kıraat dersi almak istiyorum, dedim. Hoca bana sadece:
– Yerimiz yok, alamam, dedi ve ilerledi.
Peşinden gittim. Bir kez daha konuşmaya teşebbüs ettim:
– Hocam ben yer falan istemiyorum. Sadece ilim öğrenmek istiyorum. Şuracıkta kedi gibi kıvrılır yatarım, Allah rızası için beni kabul edin, dedim.
Fakat Hoca hiç istifini bozmadı. Sanki beni duymamış gibi kursun içine doğru yürümeye devam etti. Ben de peşinden giderek içeri girdim. Bir kütüphane dolabı vardı, onu talebeleriyle birlikte kaldırıp başka yere taşıyorlardı. Benden yardım istemedikleri halde, ben de bir tarafından tutup onlara yardım ettim.
Dolabı uygun bir yere koyduktan sonra, bir ara hocayla göz göze geldik. Beni inceliyordu gözünün ucuyla. Hocaya melül melül bakıyordum. Sanki bu bakışlarından biraz umutlanır gibi oldum. Hani derler ya Allah samimiyetle bir şeyi isteyene onu nasip edermiş diye…
Benim samimiyetten başka hiçbir sermayem ve referansım yoktu. Hocanın hatırını kıramayacağı birisinin selamı ile de gitmemiştim. “Ya Allah” deyip kapısını çalmıştım. İnsanın birilerinden bir şey istemesi gerçekten çok zordur. Hele o yaşlarda üstelik de kendimi tam da çaresiz gibi gördüğüm bir zaman diliminde. Gözlerim zaten çoktan dolmuştu. Ama Allah’tan umudumu kesmemiştim.
Yuvasız kuş
Tam o esnada yaşı kemale ermiş bir hacı amcamız elinden tuttuğu benim yaşlarda bir çocukla birlikte içeri girdi. Çocuğu Hocaefendiye göstererek:
– Mustafa Hocam, bu benim torun… Bunu sana emanet etmeye geldim, dedi.
Mustafa Hoca ona cevap vermeden bana dönerek:
– Evladım yerimiz yok dedim ya daha hala ne bekliyorsun? dedi.
Az önceki umutlarım birden bire kayboldu. Ama yine de son bir kez daha rica edip gitmeye karar verdim. Cesaretimi toplayıp Hocaya şöyle söyledim:
– Hocam affınıza sığınıyorum ama bilirsiniz ki garip kuşun yuvasını Allah yaparmış. Şimdi siz beni buraya almadığınıza göre bu hacı amcanın torununu da almazsınız.
Yani onu alırsanız, beni de almalısınız demek istedim. Bu sözüm Hocanın hoşuna gitti. Gülümseyerek:
– Aferin hadi şimdi git, Çarşamba günü gel derslere başla, dedi.
Dünyalar adeta benim olmuştu. Hemen hocanın eline sarıldım ama öptürmedi.
Bir ayda geçtim
Dayımlarda iki gün misafir olduktan sonra çarşamba gününden itibaren Sümbül Efendi Kur’an Kursu‘nda kalmaya başladım.
Büyük bir iştiyakla derslere başladık, geceleri çok az uyuyor, genç hafızlarla ders çalışıyorduk. Onların huruf-u mahrecleri çok güzeldi. Sağ olsunlar bize bu konuda çok yardımcı oldular.
Mustafa Yılmaz Hocamız bizi kıraatte Subhaneke’den başlattı. Bize; “Benden Subhanekeyi geçen Kur’an-ı Kerim’i hatmetmiş sayılır” diyordu.
Hakikaten çok titiz ve hassas bir hocaydı. Her harfin mahrecini tam çıkartmadan dersimizi asla kabul etmezdi. Suphaneke’yi çok şükür bir ayda geçebildim. Bir ayda geçebildiğim bu zor dersin kıymetini ileriki zamanlarda anladım. İmamlığım süresince hangi imtihana girdiysem, Allah’ın izni ile rahatlıkla geçtim. Bana hep hangi hocadan kıraat dersi aldığımı soruyorlardı.
Mustafa Yılmaz Hocamızı her zaman hayırla yad ederim. O gün bizim üstümüze bu kadar titremeseydi belki de o girdiğimiz imtihanlarda rezil rüsva olacaktık. Velhasıl o gün “derslerimiz ağır” deyip şikayetçi olsaydık, bu gün bu rahata kavuşamayacaktık. Şimdi o günleri hatırlıyorum da bir kursta kalıp ilim öğrenebilmek için ne zahmetlere, ne yorgunluklara katlanmışız.
Şimdi her şeyiniz hazır, gelin şu ilmi öğrenin, diye talebelerin peşinden koşuyoruz ama yine de onları yakalayamıyoruz. Allah Teala cümlemizin evlatlarına ilim peşinde koşma azmi ve kararlılığı lütfetsin.
Osman Gülşen/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair çok güzel yazılar okumak için tıklayın.