
Muhammed Abdülkadir Ebu Faris, 5-6 Mayıs 2012 tarihinde yapılan Hasan El Benna ve Müslüman Kardeşler Uluslararası Sempozyumunda “Şehid İmam Hasan El Benna Hayatı ve Kişiliği” başlığı ile sunduğu tebliğinde ümmetin bu büyük mücahid alimi hakkında şu bilgileri veriyor:
Hasan El Benna hakkında ne dediler?
“Vallahi Hasan el-Benna gibi şaşılacak düzeyde fedakâr, öğütlerinde samimi, asil bir terbiye sahibi, yüce gönüllü, ıslah konusunda derin iz ve eserler bırakan başka birini daha görmüş değilim.” Hasan el-Benna’nın halefi Hasan el-Hudaybî.
“Hasan el-Benna geniş ve kapsamlı bir ansiklopedi gibiydi. İstenilen her türlü konuda herhangi bir hazırlık yapmadan anlaşılır bir dil ve akıcı bir üslupla konuşabilirdi.” Dr. İshak el-Ferhân.
“Benim gözümde Hasan el-Benna, Afganî ile Muhammed Abduh’tan daha büyük birisidir. O, takva ile siyasi dehanın ilginç bir karışımıdır. O, Hazreti Ali’nin kalbi Hazreti Muaviye’nin aklıdır. İslam dünyasının beklemekte olduğu liderin özelliklerini ben onda gördüm.” Tantâvi Cevherî.
“Hasan el-Benna benzersiz bir deha ve keskin bir basirettir. Eşsiz bir cesaret ile kamil bir hikmeti kendinde bir araya getirebilmiştir. İnsanları uyandırmış ve doğru İslam’a giden yolu onlara aydınlatmıştır.” Muhammed Abdullah es-Semmân.
“Hasan el-Benna’da siyasilerin dehası, liderlerin gücü, alimlerin delil sunma kabiliyeti, mutasavvıfların imanı, filozofların akli ölçüleri, hatiplerin ifade gücü ve yazarların ağırbaşlılığı bir araya gelmiştir.” Robert Jackson
“Hasan el-Benna Arap dünyasının en zeki siyasi şahsiyetlerinden biridir.” Richard Mitchell.
Hasan El Benna kimdir?
Hasan b. Ahmed b. Abdirrahman el-Benna’dır. Hicri 1325 yılının Rabiulevvel ayında (Ekim, 1906) Buhayra vilayetine bağlı Mahmudiye kasabasında doğdu. Kasabadaki mekteplerde başladığı eğitimine Demenhur’de, sonrasında Kâhire’de devam etti. Hicri 1346 (Miladi 1927) yılında da Daru’l-Ulum’dan mezun oldu.
Babasının arzu ve isteği üzerine genç yaşta Kur’ân’ı ezberledi. Sonrasında yine babasının teşvikiyle kendisi İmam Ebu Hanife’nin mezhebini, diğer kardeşleri de Maliki, Hanbeli ve Şafii mezheplerini okuyup öğrenmeye koyuldular.
Bu arada babasının mesleği olan saatçiliği de babasından öğrendi. Medrese eğitimi süresince de babasının dükkanında bu mesleği icra etti. Medrese çıkışı yatsı namazına kadar babasının dükkanında çalışır, yatsı namazından sonra derslerine çalıştıktan sonra da uyurdu. 12 Şubat 1949 yılında 43 yaşlarındayken şehid oldu.
İşte asil, şerefli, temiz, aydın, takva sahibi, seçkin ve Kur’ân hafızı olan Hasan Ahmed Abdurrahman el-Benna budur. Allah müstehakını versin Akkad’ın (Abbas Mahmud el-Akkad), bizzat kendi sesiyle radyodan Hasan el-Benna’nın babasının Yahudi olduğunu ifade etmesinin bizim için bir değeri yoktur. Ki Akkad’ın Allah için tek bir rekat dahi kıldığı görülmüş değildir. Dinleti ile toplantılarını da Cuma namazına denk gelecek şekilde ayarlardı ki onu dinleyenler Cuma namazına gitmesinler. Ayrıca Cuma namazının kılınmaması gerektiği fikrini de ısrarla dile getirirdi.
Akkad bu iddiasını devlet radyosunda, zorba ve şerefsiz kral Faruk, Üstad Benna’ya suikast planlarını yaparken dile getirmişti. O sıralar da İhvan’ın böylesi iftira ile yalanlara cevap verme imkanı bulunmuyordu. Zira geneli hapishanedeydi, evleri, büroları kapatılmıştı, mallarına el konulmuştu.

Hasan El Benna’nın aile ortamı
Hasan el-Benna dindar, ahlaklı ve ilim sahibi bir aile ortamında yetişti. Babası Mısır’da ve diğer ülkelerde tanınan bir hadis alimiydi. Ahmed, Şafiî, Mâlik ve Ebû Hanife’nin Musned’lerini okumuştu. İmam Şafiî’nin Musned’ini fıkhî konularına göre tertip etmiş ve bu eserine Bedâi’u’l-Münen fî Tertîbi Musnedi’l-İmâm eş-Şâfiî ve’s-Sünen adını vermişti. İmam Ahmed’in Musned’ini fıkhî konularına göre tertip etmiş ve bu eserine el-Fethu’r-Rabbânî bi-Tertîb Musnedi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî adını vermişti.
Ayrıca İmam Ahmed’in Musned’ine şerh yazmış, hadislerinin tahricini yapmış, içinde bulunan hükümleri çıkarmış ve bu esere de Bulûğu’l Emânî Min Esrâri’l Fethi’r Rabbânî adını vermişti. Ancak eserin hacmini fazla bulunca muhtasarını yazmış ve buna da Muhtasaru Bulûğu’l Emânî Min Esrâri’l Fethi’r Rabbânî ismini vermiştir.
Hasan el-Benna’nın babasının büyük çabalarla İmam Ahmed’in Musned’ini fıkhî konularına göre tertip etmesi hem öğrencilerin hem de alimlerin bu eserden daha fazla faydalanmalarına olanak sağlamıştır.
Malumdur ki musnedler sahabelere dayandırılan hadisleri içermektedir. Bu açıdan her bir sahabenin ayrı bir musnedi bulunmaktadır. Yani her bir sahabenin taharet, ibadet, muamelat, cihad, siyer, hükümler, devletlerarası ilişkiler gibi alanlarda rivayet ettiği hadisleri vardır. Bir öğrenci örneğin cihad hakkında bir hadisi bulmak istese bir sahabeden gelen tüm hadisleri okuyup gözden geçirmesi gerekir ki istediği hadisi bulabilsin. Bu sahabeden istediği hadisi bulamadığı zaman başka bir sahabeden gelen tüm hadisleri taraması gerekir. İstediği konu hakkındaki bir hadisi bulabilmesi için de bu şekilde yoğun bir çaba haracayacaktır.
Ancak İmam Ahmed’in Musned’i konularına göre Hasan el-Benna’nın babası tarafından el-Fethu’r Rabbânî adıyla bu şekilde tertip edilince bu yönde öğrencilere bir kolaylık sağlanmış oldu. Kişi örneğin cihad veya faiz veya kira konularında hadis bulmak, öğrenmek istese eserin fihristinden cihad veya faiz veya kira gibi aradığı bağlığı açar ve konu hakkındaki hadisleri kolay bir şekilde bulabilir. Bunu yaparken ayrıca hadisin sıhhat derecesi ile içerdiği hükümleri de öğrenmiş olur.
Hasan el-Benna’nın babası, hadis alanında otorite olmasının yanında bir de geçimini sağladığı ve ustası olduğu bir mesleği vardı. O da saat tamirciliğiydi ve insanlar arasında “Saatçi” olarak bilinirdi.
Yetişme döneminde siyasi sosyal ortam
Hasan el-Benna dünyaya gözlerini açtığında Mısır, İngilizlerin işgali altındaydı. Mısır’ın tüm kaynakları sömürüyor, ülkenin siyaseti, ekonomisi, askeri, polisi ve her türlü alanları kendileri tarafından idare ediliyordu. Mısır hükümetinin elinde herhangi bir yetki yoktu ve bütün işlerde İngiliz idaresinin emri altındaydı. Zamanın Mısır kralı da aynı şekilde İngilizlerin hiçbir emrine karşı gelmiyordu.
Mısır’da bulundukları süre içerisinde İngilizler ülkenin bozulması ve ahlaksızlığın yayılması konusunda ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir. İslam’ın iman ve ahlaka yönelik bütün değerlerine karşı savaş açmış, umumi evlerin açılmasına ruhsat vermiş, cahili adetlerin ayakta tutulması için gerekli her türlü teşvik ve desteği sağlamışlardır. Bu çalışmaları sonucu da gençlerin ahlakını bozup arzularının peşine düşürebilmişlerdir. İmam Hasan el-Benna bu durumu anlatırken şöyle der:
“İnsanlarımızın bu tür ağır nefsani meşgalelerin içinde olmasına, başıboş dolaşmasına, kahvehanelere doluşmasına, fesadın kaynağı olan, ahlakı bozan salonlara gidip gelmesine şaşırır dururduk. Birini çevirip de neden böylesi sıkıcı ve boş oturmaların peşinde olduğunu sorsan, “Vakit öldürüyorum” der. Oysa bu zavallı bilmez ki vaktini öldüren kişi aslında kendini öldürüyordur. İnsanların bu durumuna şaşardık.
Oysa çoğu da okumuş insanlardı ve böylesi bir ataleti önleme konusunda bizden daha önde olması gereken kişilerdi. Sonra birbirimize bunun, ümmetin en tehlikeli hastalıklarından birisi olduğunu, bu hastalığın tedavisi için gerekli çalışmaların yine aynı ümmetin bireyleri tarafından yapılması gerektiğini söylerdik.”
Ahlaki fesat ile çöküntülere rağmen yine de Mısır halkı ara sıra İngilizlere karşı toplu gösteriler yapıyor, genel grevlere gidiyordu. Bu tür faliyetlerin de başını ülkenin ileri gelenleri ile eşrafı çekiyordu. Bu tür eylemlerde ülkenin bağımsızlığına vurgu yapan pankartlar açılıyor, hamasi marşlar söyleniyordu. Bu mücadele heyecanını söndürmek isteyen İngiliz askerlerine karşı bazen direniş gösterildiği de oluyordu. İmam Hasan el-Benna bu konuda şöyle der:
“Kasabamıza giren ve çoğu yerinde karargah kuran İngiliz askerlerini hâlâ hatırlarım. Bazı askerler kasabalılardan bazılarına dalaşınca askerlerden biri elindeki deri kemerle kasabalı birisinin peşinde koşmaya başladı. Ancak kasabalı adam askeri diğerlerinden uzaklaştırıp baş başa kalınca ona temiz bir dayak çekti. Asker de aşağılanmış ve dayağını yemiş bir şekilde geri döndü. Yine kasaba halkının, İngiliz askerlerinin saldırıp eve girmesine engel olmak ve çoluk çocuğu korumak için kasabada geceleri sırayla nöbet tuttuklarını hatırlarım.”
Üstad Hasan el-Benna aynı zamanda Türkiye’de hilafetin laik biri olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırılmasına da şahid olmuştur.
Çocukken Allah tarafından korunması
Üstad Hasan el-Benna’nın çocukluk dönemini araştıran kişi henüz çocuk yaştayken tehlikelerden, dişlerinden zehir taşıyan yılanlar gibi her türlü zarar verecek şeylerden Allah tarafından korunduğunu da görecektir. Örneğin;
1- Babası ona şöyle bir olayı anlatır: “Henüz altı aylık bir bebektin ve annenle birlikte derin bir uykuya dalmıştın. Ben de gece yarısından sonra işiten eve gelmiştim ki gördüğüm şey karşısında kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Korkunç bir yılan yanı başında kıvrılmış, başını da senin başının yanına uzatmıştı. Başı neredeyse senin başına değecek kadar yakındı.
O an korku ve endişeden neredeyse kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Hemen Rabbime yalvarıp yakarmaya başladım. Önce kalbim sakinleşti, sonra korkum gitti. Yılanın zararını savmak için okunan bir rukye de o anda dilimden dökülüverdi. Rukyeyi henüz bitirmiştim ki yılan geri çekilip deliğine girdi. Oğlum! Allah’ın, ezeli ilminde senin hakkındaki hikmet ile takdiri bu şekilde seni yılanın sokmasından kurtardı.”
Babasının o an okuduğu rukye (dua): “Allah’ım! Nuh’un ve Süleyman b. Davud’un onlardan aldığı ahid adına bize zarar vermemelerini senden diliyorum” şeklindeydi. Tirmizî’nin de İbn Ebî Leyla’dan naklen bildirdiğine göre Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Evinizde yılan gördüğünüz zaman ona: “Nûh’un sizden aldığı ahid adına, Süleymân’ın sizden aldığı ahid adına bize zarar vermemenizi istiyoruz” deyin.” Tirmizî: “Hasen garîb hadistir” demiştir.
2- Üstad Hasan el-Benna çocukluğunda birçok defa ölüm tehlikesi geçirmiştir. Bir defasında kardeşi Abdurrahman ile birlikte evde oynarken evin tavanı üzerlerine çökmüştü. Ancak tavan, merdivenlerin korkuluklarına dayanmış ve bu şekilde ezilmekten kurtulmuşlardı. Daha sonra da yardım gelip enkaz kaldırılmıştı.
3- Bir defasında sekiz metreden daha yüksek olan bir evin damından aşağıya düşmüş ancak erzak üzerine çekilen bir tentenin üzerine geldiği için kendisine bir şey olmamıştı.
4- Bir defasında sel sonrası saldırgan bir köpekten kaçarken su dolu bir kanala düşmüş ancak erkekler inip onu çıkarmaya cesaret edememişlerdi. Onu gören bir kadın hemen üst giysisini çıkarmış ve onu kurtarmak için suyun içine atlamıştı.
5- Yine bir defasında bindiği at ürküp koşmaya başlayınca boyun hizasında olan tahta bir bariyere denk gelmişti. Kafasının çarpması halinde ölebilecekken hızlı bir şekilde arkaya doğru eyerin üzerine uzanmış ve bu şekilde at tahta bariyerin altından geçmişti.

Örnek davranışları
1- Namazları cemaatle kılmaya dikkat etmesi
Üstad Hasan el-Benna çocukluğundan okul hayatına kadar dinine sıkı sıkıya bağlı birisiydi. Okul döneminde ders saatinde olsa bile namazı cemaatle kılmaya özen gösterirdi. Henüz öğrenci iken öğle ile ikindi namazlarının ezanlarını kendisi okur, bazı öğretmenleri de namaz için ezan okumasına izin verir, bunu hoşgörü ve memnuniyetle karşılarlardı.
Bazı öğretmenleri de okul disiplinini sağlamak için dersten çıkıp ezanı okumasını istemezlerdi. Ancak Üstad Hasan el-Benna bu yönde onların izin vermemelerine aldırmazdı. Öğretmenlerinin bu yanlış tutumuna aldırmaz ders saatinde olsa bile çıkıp vakit namazı için ezanı okur, öğretmenine de: “Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat olmaz” derdi. Bu konuda da öğretmeniyle öyle keskin bir tartışmaya girerdi ki öğretmen ondan kurtulmak için izin vermekten başka bir çare bulamazdı.
2- Farklı giyinmesi :
Üstad Hasan el-Benna henüz öğrenci iken sade bir sarık takar, hacıların giydiği terliklerden giyer, giysisinin üzerine de beyaz bir hırka atardı. Bir defasında okula ziyarete gelen Milli Eğitim Müdürü onun bu halini görünce: “Neden öyle giyiniyorsun?” diye sordu. Hasan el-Benna: “Sünnet olduğu için öyle giyiniyorum” karşılığını verdi. Müdür: “Diğer bütün sünnetleri yerine getirdin de giysi konusundaki sünnet mi kaldı?” deyince, Hasan el-Benna: “Hayır! Diğer sünnetler konusunda kusurluyuz. Ancak yapabildiklerimizi de yaparız” karşılığını verdi.
Müdür: “Ama bu şekilde okul disiplinini bozmuş oluyorsun” deyince, Hasan el-Benna: “Efendim, neden bozmuş oluyorum ki? Okulun disiplininin sağlanması okula devam etmekle olur. Oysa ben hiçbir dersi kaçırmış değilim. Okul disiplinini sağlamak iyi bir ahlakla olur. Allah’a şükür bu konuda öğretmenlerim benden çok memnunlar. Okul disiplinini sağlama öğrenme ve çalışmakla olur. Oysa arkadaşlarım içinde en başarılı kişi benim. O halde nasıl oluyor da okul disiplinini bozmuş oluyorum?” karşılığını verdi.
Müdür: “Ancak mezun olduktan sonra bu şekilde giyinmekte ısrar edersen Milli Eğitim Müdürlüğü, öğrencin olacak çocukların durumu garipsememesi için seni öğretmen olarak atamaz” deyince, Hasan el-Benna: “Henüz dediğiniz şeyin zamanı gelmiş değildir. Zamanı geldiğinde müdürlüğün beni atayıp atamama özgürlüğü olduğu gibi benim de öğretmen olup olmama özgürlüğüm vardır. Rızıklar da Milli Eğitim Müdürlüğü’nün veya ilgili bakanlığın değil Allah’ın elindedir” karşılığını verdi.
Hasan el-Benna bu şekilde cevaplar verince Milli Eğitim Müdürü sustu. Susunca da öğretmen araya girdi. Ancak Müdür Hasan el-Benna’ya güzel birkaç laf ettikten sonra onu gönderdi, sorun da bu şekilde halledilmiş oldu.
3- İyiliği emredip kötülükten sakındırması:
– Öğrenci Hasan el-Benna şöyle der: “Bir gün Nil’in kıyısına gittim. Kalabalık bir işçi topluluğu yelkenli gemi yapımında çalışıyordu. Oradaki gemilerden birinin direğine sahibi simge olarak ahlaka aykırı olacak şekilde çıplak bir heykel koymuştu. Özellikle de Nil’in kıyısının bu tarafına kadınlar ile kızlar çokça gelir ve su doldururlardı.
Gördüğüm şeyden rahatsız olduğum için de mıntıkaya bakan polis karakolunun amirine gittim ve gördüğüm bu rahatsız edici durumu ona da anlattım. Amirin de kıskançlığı tutmuş olacak bu durumdan çok rahatsız oldu ve hemen kalkıp benimle birlikte gemi sahibinin yanına gitti. O simgeyi hemen oradan indirmesini söyledi. Bununla da kalmadı diğer gün sabah okuluma geldi. Yaptıklarımı öğretmenime büyük bir sevinç ve memnuniyet içinde anlattı.”
– Okul öğrencilerinin çoğunu namazları camide cemaatle kılmaya teşvik etmiş ve bunu başarmıştır. Bu cami küçük bir cami olup okulun da hemen yanındadır. Öğle yemeğinden sonra vakitleri olduğu ve bir arada bulundukları için de genelde öğle namazlarını cemaatle kılarlardı.
Anlatılana göre bir defasında caminin imamı camiye uğradığında birinin müezzin olup ezan okuduğunu, birinin de arkasında öğrencilerden oluşan üç veya dört saflık cemaate namaz kıldırdığını gördü. Caminin suyunun bitmesi ve camideki hasırların yıpranmasından endişe edip namazı bitirmelerini bekledi. Namazı bitirdiklerinde de güç kullanarak ve tehditler savurarak onları dağıtmaya çalıştı. İmamın bu tavrı karşısında da kimisi oradan uzaklaştı kimisi de yerinde durdu.
Bunun üzerine Hasan el-Benna, imama içinde sadece: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki onları kovup ta zalimlerden olasın!” ayetinin yazılı olduğu bir mektup yazdı ve postayla gönderdi.
İmam bunu yazanın kim olduğunu anlayınca Hasan el-Benna’nın babasına gitti. Bu yapılandan yana ona şikayette ve sitemde bulundu. Hasan el-Benna’nın babası da öğrencilere iyi davranması konusunda imama nasihatler etti. Öğrenciler de caminin su havuzunu dolduracaklarına ve hasırların yıpranması halinde toplanacak yardımlarla camiye yeni hasır alacaklarına dair imama söz verdiler.

Kurduğu cemiyetler ile yer aldığı cemiyetler
Üstad Hasan el-Benna, İslamî bir ortam ve toplumda yetişti. Şeriat ilimlerini öğrendi. Bu alandaki eğitimi ona bir müslümanın görevinin insanları Allah yoluna davet etmesi, gafil olmaları halinde onlara hayrı gösterip öğretmesi, bulaşmaları halinde de onları kötülükten alıkoyması gerektiğini gösterdi.
Bundan dolayıdır ki bazen kendi başına bazen de grup olarak davete yönelik cemiyetler kurma faliyetini başlattı. Bu cemiyetlerde de kurum olarak, hem cemiyete hem de cemiyetin üyelerine yönelik özel hedef ve kurallar belirlendi. Bu cemiyetlerden bazıları:
1- Ahlak ve edeb cemiyeti:
Reşad Dini Bilgiler Okulu’nda kurulan bu cemiyetin iç işleyişine yönelik yazılı olarak şöyle kuralları vardı:
a- Müslüman kardeşine dil uzatan kişi ceza olarak 1 milim öder.
b- Müslüman kardeşinin babasına dil uzatan kişi ceza olarak 1 milim öder.
c- Müslüman kardeşinin annesine dil uzatan kişi ceza olarak 1 kuruş öder.
d- Dine dil uzatan kişi ceza olarak 2 kuruş öder.
e- Başkasıyla münakaşa eden kişi aynı şekilde ceza olarak 2 kuruş öder.
Yönetimdeki meclis üyeleri ile başkanın bu kuralları ihlal etmeleri halinde ise diğer üyelerden daha fazla ceza öderler. Bu kuralları uygulamayan kişiyle uygulayana kadar diğer arkadaşları onunla ilişkiyi keserler.
Cemiyetin tüm üyelerinin dine sıkı sıkıya sarılmaları, namazları vaktinde kılmaları, Allah’a, anne babaya ve yaşça kendilerinden büyük olanlara itaat etmeye özen göstermeleri bir görevdir. Kuralların ihlalinden dolayı ceza olarak toplanan paralar hayır işlerinde harcanacaktır.
Cemiyetin öğrencilerden oluşan üyeleri ortak bir kararla kendileri gibi öğrenci olan Hasan el-Benna’yı cemiyetin başkanı seçtiler.
2- Haramları önleme cemiyeti
Bu cemiyetin üyeleri haftalık olarak en az 5 en fazla da 10 milim aidat ödüyordu. Cemiyetin üye görev dağılımı da şu şekildeydi: Üyelerden bazılarının görevi yapılacak uyarıların, yazılacak mektupların içerik ve metinlerini derleyip toplamaktı. Diğer bazı üyeler de bu metinleri yazıya geçecekti. Bazıları yazılı bu metinlerin basımıyla ilgilenecekti. Geri kalanlar da bu mektupların sahiplerine dağıtımından sorumluydu.
Bu uyarı mektuplar günah işleyen, özellikle namaz konusunda ibadetlerini hakkıyla ifa etmeyen, Ramazan ayının orucunu tutmayan, erkeklerden altın takınan ve benzeri münker şeyleri yapan kişilere gönderiliyordu. Böylesi kişilerden biri cemiyet üyelerinden biri tarafından görüldüğünde kendisine o konuda uyarı mahiyetinde bir mektup gönderiliyordu. Ancak bu mektuplar sahibi tarafından görülecek bir yerde cemiyet üyelerinden biri tarafından gizlice bırakılıyor, mektubu alan kişi onu getirenin kim olduğunu bilemiyordu.
Cemiyetin bu faliyeti insanlar arasında duyulup yayılmasına rağmen üyelerinin veya bu işi yapanların kimler olduğu bilinmiyordu. Cemiyet bu faliyetini 6 ay kadar sürdürdü. İnsanlar da böylesi bir hareketi çok beğendi. Ancak kahvehanesine dansöz getiren bir adamın uyarı mektubunu bırakan cemiyet üyesi kahve sahibi tarafından yakalanınca cemiyet deşifre oldu.
3- Hasâfiyye hayır cemiyeti:
Dinî olan bu cemiyetin genel sekreteri yine öğrenci olan Hasan el-Benna idi. Hasan el-Benna’nın kendi memleketi olan Mahmudiye kasabasında kuruldu ve ilk faliyetlerini orada yaptı. Bu cemiyetin çok önemli iki hedefi vardı:
Birincisi: İnsanları hayra davet etmek, ahlaki meziyetleri yaymak ve içki, kumar gibi yaygın kötülüklerin önüne geçmek, ölü ardından yas tutma gibi bidatlere karşı mücadele etmektir.
İkincisi: Ülkede Hıristiyanlığı yaymaya çalışan İngiliz misyonerlerine karşı mücadele etmek. Bu misyonerlik faliyetleri de hemşirelik, dikiş nakış öğretme ve kimsesiz genç erkek ile kızları barındırma adı altında yürütülüyor ve bu hareketin başını üç tane kız çekiyordu.
Bu cemiyet kendi alanında çok önemli faliyetler yapmış ve görevlerde bulunmuştur ki bu cemiyetin bu alanda yerini daha sonra İhvan-ı Müslim Cemiyeti almıştır.
4- İslam ahlakı ve meziyetleri cemiyeti:
Hasan el-Benna eğitimi için Kahire’de bulunduğu süre içerisinde bu cemiyetin faliyetlerine katılmıştır. Bu cemiyetin hem sosyal hem de kültürel alanda çok büyük faliyetleri olmuştur. Cemiyet merkezinde herkese faydası olacak konularla haftalık konferanslar düzenler, büyük katılımlarla izdihamlar yaşanırdı.
Hasan el-Benna der ki: “Bu cemiyetin konferanslarına katılmaya azami dikkat gösterirdim. Kahire’de bulunduğum süre içinde de cemiyetin faaliyetlerine bir üyesi gibi katılırdım.”
Henüz okul sıralarındayken davet çalışmaları
Hasan el-Benna’nın hayatını okuduğumuzda henüz çocukken ve ilkokul sıralarındayken İslam davetine yönelik çalışmaların içine girdiğini görürüz. Müzekkirât ed-Da’veti ve’d-Dâ’îye eserinde Üstad, Mısır halkına yönelik düşünsel ve kültürel işgalden bahseder ve bu işgal sonucunda hem ülkenin hem de diğer Arap bölgelerinin birçok yerinde ateizm ile ahlaksızlığın boy gösterip yayıldığını ifade eder.
Bu durum Üstad Hasan el-Benna’yı endişeye düşürmüş ve bunun çaresine yönelik kafa yormaktan uyku yüzü görmemiştir. Sonunda bu konuda alimlerden bazılarıyla görüşme kararı almıştır. Görüştüğü alimlere, bu ümmetin dini ile ahlakına yapılan bu tür saldırılara beraberce karşı koymayı teklif etmiş ancak onlardan olumlu herhangi bir karşılık alamamıştır.
Zira görüştüğü alimlerden bazıları önünü kesmeye çalışmış, bazıları bu yönde karamsar bir tavır takınmıştır. Bazıları da bu yönde girişilecek çabaların boşa çıkacağını, içinde bulunulan bozuk ortam ile belalardan kişinin sadece kendini kurtarmasının yeterli olacağını dile getirmiştir. Hatta evinde toplandıkları kişi bu yönde: “Başkası ölse ve helak olsa da ben kendimi kurtarabilmişsem aldırmam” şeklinde bir şiir okumuştur.
Üstad Hasan el-Benna bu durumu şöyle anlatır: “Adamın bu dediğini tabi ki beğenmedim. İçimi bir hamaset kapladı. İnsanların önderleri olarak görülen alimlerden her birinin cevabının bu yönde olacağını düşününce gözlerimin önünde korkunç bir hayalet belirdi. Bunun üzerine ev sahibine kararlı bir ses tonuyla şöyle dedim:
“Efendim! Bu konuda söylediğiniz söze kesinlikle katılmıyorum! Sorunun da bir zaafiyet sorunu olduğunu, çalışmaktan kaçıp rahat bir şekilde oturmanın yeğlendiğini görüyorum. Neyden çekiniyorsunuz? Korkunuz hükümetten mi? Ezher’den mi? Kazancınız geçiminiz için yeterlidir. Evinizde oturun ve İslam için çalışın. Halkın yanında olduğunuz ve durduğunuz sürece halk da sizinle birlikte olacaktır. Zira bu halk Müslüman bir halktır.
Ben bu halkı kahvehanelerden tanırım, camilerden tanırım, sokaklardan tanırım. Bu halkın imanla dolu olduğunu gördüm ancak ateist ile ahlaksızların da etkisiyle bu gücünün ihmal edildiğini düşünüyorum. Bu halkın gazete ile dergilerinin de gafletlerini arttırmaktan başka herhangi bir işlevi ve değeri yoktur. Siz halkın içindeki bu imanı gücü uyandırıp harekete geçirirseniz bunların hepsi de geri çekilecektir.
Üstadlarım! Şayet Allah için çalışmak istemezseniz dünyanız ve ekmeğiniz için çalışın! Zira bu ümmetin içinden İslam kaybolacak olursa Ezher de alimler de yok olacaklardır. Bu durumda ne yiyebilecek ne de harcayabilecek bir şeyiniz kalacak. Şayet İslam’ın varlığını savunmayacaksanız bari kendi varlığınızı savunun. Ahiret için çalışmayı istemiyorsanız dünya için çalışın. Aksi halde hem dünyanızı hem de ahiretinizi kaybedeceksiniz.”
Orada gerçekleştirilen toplantı genç Hasan el-Benna’nın şu önerisiyle noktalandı: “Toplumun, bilgi sahibi ve ileri gelenlerinden dine karşı hassasiyet taşıyanları belirleyip çıkaralım. Bu yönde neler yapılabileceği konusunda onlarla da görüşelim. Ateizm ile ahlaksızlığı yaymaya çalışan gazetelere karşı hiç olmazsa haftada bir dergi çıkarsınlar. Ateizm ile ahlaksızlığı savunan kitaplara karşılık kitaplar ve reddiyeler yazsınlar. Gençleri toplayıp bir araya getirecek cemiyetler, dernekler kursunlar. Davet ve irşad hareketleri başlatsınlar.”
Oradakiler onun bu önerisini olumlu karşıladılar. Sonrasında ateizm ile ahlaksızlıkla mücadele etmek için bir kurul oluşturdular. Bu kurul, yazacakları makaleler üzerinden ateizm ile ahlaksızlığa karşı mücadele verecekti. Bu amaçla İslami Fetih Dergisi’ni kurdular. Bu dergi ümmetin aydın, dinine bağlı gençleri için bir hidayet meşalesi ile ışığı olmuştur. Bütün bunlar da Hasan el-Benna öğrenci iken, Daru’l-Ulum’dan henüz mezun olmamışken ve İhvan-ı Müslim’in cemaati kurulmamışken olmuştur.
Ezher alimleriyle görüşmeleri
Üstad Hasan el-Benna henüz Daru’l-Ulum’un öğrencisi iken Allah’ın dini için bir şeyler yapmanın, gençlerin çoğunu yoldan çıkaran, alimlerin çoğunu dünyevi işlere yönelten ve endişelerini dünyevi maslahatları kılan düşünsel ve kültürel saldırılar karşısında durmanın çabası içine girmişti.
Daru’l-Ulum öğrencisi iken, hocalar tarafından öğrencilere “Eğitim görmendeki en büyük hedefin nedir ve bu hedefini gerçekleştirmek için kullanacağın araçlar nelerdir?” şeklinde sorulan soruya kendisinin verdiği uzunca cevap da bize bunu göstermektedir.
Öğrenci Hasan el-Benna’nın bu soruya verdiği uzunca cevap İslam ümmetinin ve ülkesinin sorunlarını içinde yaşadığını gösteriyor. Bunun yanında bu yöndeki hedeflerini gerçekleştirmede kullanacağı araçları çok iyi bildiğini, bunları çok güzel bir üslupla ifade ettiğini görüyoruz. Verdiği bu uzunca cevaptan da onun hem memleketi, hem ülkesi hem de diğer bölge ülkeleri hakkında geniş bir ufka sahip olduğunu da elde ediyoruz.
Böylesi bir soruya Hasan el-Benna şu şekilde cevap vermiştir: “Eğitimimi tamamladıktan sonra biri özel biri de genel olmak üzere iki büyük hedefim var. Özel olanı, ailem ile akrabalarımı mutlu etmek ve elimden geldiği kadarıyla sevdiğim arkadaşlarıma vefa göstermektir.
Genel olanı da şudur: Mürşit bir öğretmen olacağım. Gündüzleri çocukları eğitirken geceleri ise onların babalarına dini hedeflerini, mutluluk ile sevinç kaynaklarını öğreteceğim. Bunları konuşmalarla, tartışmalarla, teliflerle, kitaplarla, gezi ve seyahatlerle yapacağım.
İkinci hedefimi gerçekleştirmek için araçlarım azim ve fedakarlıktır. Bir şeyleri ıslah etmek isteyen kişi için bu ikisi gölgesi gibi olmalıdır. Başarısının da sırrı buradadır. Bu iki hasleti taşıyan biri de hiçbir zaman küçük düşecek veya itibarını zedeleyecek bir duruma düşmez.
Bu hedefe yönelik ilmi aracım ise şudur: Çok çalışacağım. Resmi evrakların çok çalıştığımı göstermesini sağlayacağım. Böylesi bir çalışmayı ilke edinmiş kişilerle ve böylesi kişilere saygı duyanlarla tanışıp beraber olacağım. Bedenim, kaybettiğimi bulma yolunda zorluklara katlanacak, naifliğine rağmen zahmeti yoldaş edineceğim. Nefsimi Allah’a sattım. Yüce Allah’ın izni ve iradesiyle bu pek kârlı bir ticaret olacaktır. Temennimiz Allah’ın bu çabaları bizden kabul etmesi ve tamamına erdirmesidir.
Kişiye ancak vicdanının etki edeceği bir yalnızlıkta, sadece Latîf ve Habîr olan Allah’ın görebileceği gecelerde, bu, Rabbime verdiğim bir sözdür ve bir borç olarak bunu kayda geçiyorum. Hocalarımı da buna şahid tutuyorum. “…Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.”
Temel eğitimi
Hasan el-Benna’nın ilk öğretmeni alim olan babası Ahmed Abdurraman el-Benna’dır. Bunun yanında kasabanın mekteplerinde aldığı ilk eğitimini sonrasında ilkokulda daha sonra öğretmen okulunda sonra da Daru’l-Ulum fakültesinde sürdürdü.
Babasının hadis, fıkıh, itikat, dil gibi şeriatın alt dalları konusunda değerli eserleri ihtiva eden kütüphanesinde de bolca vakit geçirirdi. Fıkıh, itikat ve dil gibi alanlarda babası onun eserlerin metinlerini ezberlemesini teşvik eder ve “Metinleri ezberleyen ilmi de elde eder” sözünü ona sıkça hatırlatırdı. Babasının bu yöndeki teşvikleri de kendisinde büyük bir etki bırakmıştır.
Bundan dolayıdır ki Allah’ın da inayetiyle okulda öğrendiklerinin dışında değişik alanlarda pek çok metin ezberlemiştir. Örneğin Harîrî’nin Mulhatu’l-Îrâb’ını, İbn Mâlik’in Elfiyye’sini, ıstılahlar konusunda el-Yâkûtiyye’yi, tevhid alanında Cevheretu’t-Tevhîd’i, miras konusunda er-Rahbiyye’yi, mantık alanında es-Süllem’in bir kısmını, Hanefi fıkhı konusunda Muhtasar el-Kudurî’nin metinlerinin çoğunu, Şafiî fıkhı konusunda Ebû Şucâ’ın el-Ğâyetu fi’t-Takrîb eserinin metinlerinin çoğunu, Mâlikî mezhebi konusunda da İbn Âmir Manzûmesi’nin bir kısmını ezberlemişti.
Bunun yanında kıraatler konusunda eş-Şâtibıyye’nin metinlerini ezberlemeye çalışmış ve mukaddimesini de ezberlemiştir. El-Benna bu konuda: “Şâtibiyye’den ezberlediklerimin bir kısmı hâlâ aklımdadır” derdi.
Bu konuda ilgniç bir olay da yaşamıştır. İlkokul 3. Sınıfta iken Arapça dili dersinde müfettişler sınıflarına girmişlerdi. Hasan el-Benna o zamanlar Harîrî’nin Mulhatu’l-Îrâb’ını ezberlemişti. Müfettiş sınıfa Arapça’da ismin ve fiilin alametini sordu. Daha sonra harfin alametini sorunca sınıf öğretmeni cevap için Hasan el-Benna’yı kaldırdı. Hasan el-Benna’nın cevabı Harîrî’den bir beyitlik şöyle bir şiir oldu:
“Harf ise alameti olmayandır
Bu sözümü ölçü al ki allame olasın.”
Hasan el-Benna’nın bu cevabı üzerine müfettiş gülümsedi ve: “Emredersiniz efendim! Allame olayım diye senin sözünü ölçü alacağım” dedi.
Hasan el-Benna yaz tatillerini nasıl değerlendirdiği konusunda şöyle der: “Yaz tatilleri çalışmak için çok uygun zamanlardı. Bu tatillerimde hocam Şeyh Muhammed Halef Nuh ile evinde güneşin doğuşundan gün ortasına kadar çalışırdık. Bu süre zarfında İbn Mâlik’in Elfiyye’sinin metinlerini ezberler üzerine de İbn Akîl’in şerhini okurduk. Yine fıkıh, usul ve hadis alanlarında değişik kitaplar okurduk.” Hocasıyla bu tür çalışmaları onun Daru’l-Ulum’a girişine büyük bir etkisi olmuştur.
Hasan el-Benna’nın babası kendisine kitaplar hediye etmek suretiyle onu okuma ve ders çalışmaya teşvik ederdi. Ona hediye ettiği kitaplar arasında en-Nebhânî’nin el-Envâru’l Muhammediyye kitabı, Kastalânî’nin Muhtasaru’l Mevâhib el-Ledunniyye kitabı ve el-Hudarî’nin Nuru’l Yakîn fî Sîreti Seyydi’l Murselîn kitabı sayılabilir.
Bunun yanında Şeyh Hasan el-Kütebî’den haftalık olarak hikaye kitapları alır, onları okuduktan sonra iade edip yerine başkalarını alırdı. Bu kitapların da üzerinde büyük etkileri olmuştur ki onda en büyük etkiyi bırakan hikaye kitaplarından biri “Yüce gönüllü Kraliçe” kitabıdır.
Hasan el-Benna ilkokulda arkadaşlarıyla okuduğu kitaplar ile sonra yetişen neslin okuduğu kitaplar arasında da bir kıyaslama yapardı. Zira çocukluğunda arkadaşlarıyla birlikte hamaset, cesaret, onur sahibi olma, dine sıkı sıkıya sarılma, Allah yolunda cihad etme, saygınlık, cömertlik konularını işleyen hikaye kitaplarını okurken sonradan yetişen nesil sululuktan, kadınlardan, teslimiyetten bahseden hikayeleri okumaya başlamışlardır. Bu da toplumun kültürel fesadının ne boyutlara ulaştığını ve ne derece bozulduğunu göstermektedir.
Hasan el-Benna alimlerden azami derecede istifade etmeye özen gösterir, onlarla oturur, derslerine katılır, tartışmalarına iştirak ederdi. Hasan el-Benna bunun yanında selefilere ait olan kütüphaneye gidip gelirdi ve burayı İslam sesinin merkezi olarak nitelendirirdi. Bu kütüphanede mücahid biri olan Muhibbuddin el-Hatîb, Ezher hocalarından Muhammed Hıdır Huseyn, Üstad Muhammed Ahmed el-Ğamrâvî ve Ahmed Paşa Teymur ile görüşürdü. Bunun yanında Seyyid Reşid Rıza’nın Daru’l Ulum’da verdiği ilmi konferanslara da katılırdı.
Sufilerle ilişkisi
Hasan el-Benna, Şeyh Huseyn es-Hasâfi’den etkilenmiştir. Şeyh Huseyn el-Hasafî, Ezher şeyhlerindendi ve Hasafî tarikatının ilk şeyhiydi. Şafiî fıkhı alimiydi ve dini ilimler konusunda derin bir birikime sahipti. Allah’a ibadet ve itaat konusunda örnek şahsiyetlerdendi. Bidat ve hurafelere karşı savaş açan, dine yönelik bozuk yorumlardan ve fayda getirmeyen eleştirilerden uzak duran birisiydi.
Hasan el-Benna onun hakkında şöyle der: “Beni en çok etkileyen ve bende derin bir iz bırakan yönü iyiliği emredip kötülükten alıkoyma konusundaki sert, kararlı tutumuydu. Bu konuda kimsenin kınamasından çekinmez, kimin huzurunda olursa olsun kötülükten alıkoymaktan asla geri durmazdı.”
Hasan el-Benna, eline geçen el-Minhelu’s-Sâfî fi Menâkibi Huseyn el-Hasâfî isimli bir kitaptan naklen onun bu yöndeki davranışlarından bir kaçını şu şekilde sıralar:
1- Alimlerden biri başbakan Riyad Paşa’nın yanına girer. Başbakanın yanında da Şeyh Huseyn el-Hasâfî vardır. Bu alim zat girince başbakanın önünde neredeyse rükû eder gibi eğilince Şeyh Huseyn öfkeli bir şekilde kalkıp o alim zatın yüzüne bir tokat attı ve: “Dik dur be adam! Allah’tan başka hiç kimsenin karşısında rükû edilmez! Dini ve ilmi küçük düşürme ki Allah da sizleri küçük düşürmesin!” diyerek onu azarladı.
2- Bir defasında Riyad Paşa’nın yanına paşa olan arkadaşlarından biri girdi. Şeyh Huseyn bu paşanın parmağına altın yüzük taktığını, asasının kabza yerinin de altınla kaplandığını görünce ona: “Be adam! Süs olarak altın erkeklere haram, kadınlara helal kılınmıştır! Bu altınları kadınlarından birine ver ve Allah Resûlünün emrine karşı gelme!” dedi. Paşa duruma itiraz etmek istedi ancak Riyad Paşa araya girip ikisini tanıştırdı. Fakat Şeyh Huseyn o paşanın yüzüğünü çıkarıp asasının kabzasını sökmesi konusunda yine de diretti.
3- Şeyh Huseyn bazı alimlerle birlikte Hidiv Tevfik Paşa’nın yanına geçer ve sesli bir şekilde selam verir. Ancak paşa onun selamını işaretle alınca sert bir şekilde: “Selama ya aynısıyla ya da “Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi sizin de üzerinize olsun” şeklinde daha güzeliyle karşılık ver. Selama sadece işaretle karşılık vermek caiz değildir” dedi. Bunun karşısında Tevfik Paşa selamı sesli bir şekilde almaktan başka çare bulamadı.
4- Hasan el-Benna, babası Ahmed Abdurrahman el-Benna’dan naklen de şunu anlatır: Bir defasında Şeyh Müslüman kardeşlerinden bazılarıyla Mahmudiye’nin eşrafından birinin evinde bir araya geldi. Otururken evin hizmetçisi olan genç kadın onlara kahve ikram etti. Ancak Şeyh, kadının kolları ile başının açık olduğunu görünce ona öfke içinde sert bir bakış fırlattı ve hemen gidip örtünmesini söyledi. Getirilen kahveyi içmedi. Ev sahibine de hizmetçi de olsa kadınların örtünmesinin farz olduğu, yabancı erkeklerin huzuruna çıkmamaları gerektiği konusunda etkileyici bir ders verdi.
5- Bir defasında Şeyh, Huseyn Mescidi’ne girerken müritlerden biri ona: “Efendimiz! Efendimiz Hüseyin’e söyle de bizden razı olsun” dedi. Şeyh bunu diyen adama dönüp sert bir şekilde baktı ve: “Bizden de ondan da senden de Allah razı olsun” karşılığını verdi.
Demenhur’deki küçük mescitte Hasan el-Benna’nın İhvan-ı Hasâfiyye olarak isimlendirilen hareketin üyeleriyle ilişkileri sıkı olmuştur. Onların zikirleri ile derslerine katıldı, hareketin gençleriyle arasındaki bağları güçlendirdi. Kur’ân’dan ayetler, Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden alınmış dualar ve zikirler şeklinde olan virdleri de sabah akşam yerine getirmeye büyük özen gösterdi.
Hasan el-Benna, Hasâfilerin zikirlerine katılmak ve sufilerin kitaplarını okumak için haftalık olarak memleketi olan Mahmudiye’ye gitmeye dikkat ederdi. Bu tür şeylerin de hayatında onlarla geçirdiği zamanlarının en değerli faliyetleri olduğunu dile getirirdi.
Hasan el-Benna, Hasâfiyye tarikatının şeyhi olan Şeyh Abdulvehhab’ı da çok sevmiş hatta yanına gidip ona bağlılığını dile getirmiştir. Ömrünün sonuna kadar da onu hayırla anmış ve ondan istifade etmek için sık sık sohbetlerine katılmıştır. İhvan-ı Müslimin kurulup yayılana kadar da Hasan el-Benna’nın Hasâfiye tarikatı şeyhi ile ilişkileri çok güzel bir düzeyde devam etmiştir.
Hasan el-Benna, bu yönde anlattıklarını şu sözle bitirir: “Mürid olan biri alim, ilmiyle amil ve takvalı olan şeyhi hakkında hangi duyguları besliyorsa biz de hâlâ Şeyh’imiz için aynı duyguları paylaşıyoruz. Bizlere en samimi duygularıyla nasihatlerde bulundu, en güzel bir şekilde de doğru yola yönlendirdi.”
Hasâfiyye tarikatı şeyhi Şeyh Abdulvehhab’ın müridlerini eğitim ve terbiye metodunun Hasan el-Benna’yı da etkilediği açıktır ki bu etki gözlerden kaçmaz. Zira Hasan el-Benna bu yönde onu anlatırken şöyle demiştir: “Şeyh Abdulvehhab, kişiliği, mürşidliği ve günlük yaşayışı konusunda birçok özelliği ile dikkat çekmiştir. İnsanların elindekilere tenezzül etmezdi. İşlerini büyük bir ciddiyetle yapardı. Yalnız da olsa müridleriyle de olsa vaktini öğrenmekten, öğretmekten, zikirden, Allah’a itaat ile ibadetten başka şeylerde harcamaktan uzak dururdu. Müridleri olan kardeşlerimizi en güzel şekilde yönlendirmiş, kardeşliği, dini ilimleri öğrenme ile Allah’a itaat aşkını onlara aşılamıştır.”
Doğrusunu Allah bilir ama sanırım daha sonraları İhvan-ı Müslimin için seçtiği, küçük virdler, büyük virdler, sabah ile akşam duaları, rabıta virdleri gibi virdleri Hasâfiyye tarikatının bu yöndeki uygulamasından almış veya onları örnek alarak o minvalde virdler hazırlamıştır. Zira bu sayılan virdler Hasafiyye tarikatının zikir meclislerinde eda edilen virdlerdi. Bunlar da Kur’ân-ı Kerîm’den seçilmiş ayetler ile Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden alınmış dulardan ibaretti.
Hasan el-Benna, İhvan-ı Müslimin’i kurduktan sonra manevi terbiye konusunda sufilerin uyguladığı metottan farklı bir yol izlemiştir. Tasavvuf ve mutasavvıflar konusunda ortaya koyduğu görüşlerinde de buna dikkat çekmiştir. Zira bazı tasavvufi hareketler dinde olmayan şeyleri ona katmış, bunu yaparak da tasavvuf başlığı altında dini düşünceyi ve akideyi bozmaya çalışan zındık, ateist kişilerin saldırılarına büyük bir kapı aralamıştır.
Hasan el-Benna tasavvufi hareketlerin içine sızmış ve karışmış olan sapkın düşüncelerin tasavvufi düşünceden ayıklanması davetinde bulunmuş, kitleleri sapmış düşüncelerden ayıklanmış tasavvufi metod ile doğru bir şekilde yönlendirme ve eğitme gerekliliğine dikkat çekmiştir.

Öğretmen olarak atanması
Hasan el-Benna, Daru’l Ulum’daki eğitimi sırasında çok başarılı bir öğrenciydi ve okulu da birincilikle bitirmişti. Bunun yanında dinine ve davasına sıkı sıkıya bağlı birisiydi. Öğrenciliği sırasında ülkesinin İngiliz işgalinden kurtulması için de İngilizlerin uykusunu kaçıran faaliyetlerde bulunuyordu. Şayet Mısır hükümeti karar ve idarede bağımsız olsaydı bu çalışmalarından ve yüksek ahlakından dolayı onu ödüllendirir, yüksek görevlere getirirdi.
Ancak böyle bir şey olmadı hatta bu çabalarının ödülü pek kötü oldu. Zira 1927 yılında mezun olduktan sonra İsmailiyye kentinde bir ilkokul öğretmeni olarak atandı. Öğretmen olarak atanmasından sonra Kahire’den İsmailiyye’ye gitti. Orada da çok başarılı bir öğretmen oldu. Öğrencilerine imanı, imani değerleri ve İslam ahlakını aşıladı. Bunun yanında yöre halkıyla da ilişkilerini çok sıcak tuttu. Mescitlerde onlarla birlikte oldu ve o mescitlerde onlara dersler verdi.
İhvan-ı Müslimin topluluğunun kuruluşu
Hasan el-Benna Mısır’ın İsmailiyye şehrinde bir sene kaldı. Eğitimini devam ettirmek için okula gidiyor, aynı zamanda halka dinini öğretiyor ve Müslümanların sıkıntılarıyla ilgileniyordu. Sürekli olarak ülkede yayılan kötülüklere karşı mücadele ederek sıkıntılardan kurtulmanın yollarını düşünüyordu. Henüz okulda öğrenciyken, öğretmen okulunda ve üniversitede Müslümanların bu sıkıntılı durumlarını düşünüyordu, bu konuda gayretleri de olmuştu.
Allah İmam El- Benna’nın salih bir toplulukla karşılaşmasını murad eyledi. Onlarla Müslümanların bu günkü durumunu, aralarında duruş, tefekkür, ahlak ve hüküm alanında yayılan cahiliye (fitne fesat) adetleri konusunda görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Yapılan birçok toplantı, inceleme görüşme ve araştırma sonucunda bu salih topluluktaki şahıslar Allah’ın dini uğruna çalışma konusunda ittifak ettiler. Böylece İslami davete asker olmaları konusunda beyat gerçekleşti. İslam yolunda çalışarak yaşama ve bu uğurda cihad etmek üzere söz verdiler, ant içtiler.
Aralarından birisi; “Kendimize ne ad verelim,? Cemiyet mi olsun yoksa kulüp mu yada tarikat veya sendika mı hangi şekilde bu işi resmiyete dökelim?” diye sordu. Üstad El-Benna dedi ki; “Ne bu nede bu. Şekilciliği, resmiyeti bırakın. İlk toplantımızın temeli manevi ve ameli olarak düşünmek olsun, biz İslam’a hizmet eden kardeşleriz. O zaman biz; ihvan-ı müsliminiz. (Müslüman kardeşleriz) (Hak Teala bu durumun Zilkade 1347 yılı hicri, mart 1928 miladi yılında tamamlanmasını takdir buyurdu)
Bu adlandırma Allah Teala’nın “Müslümanlar ancak kardeştir” ayeti kerimesinden ve Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in; “Müslüman Müslümanın kardeşidir” sözü ile “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz” sözünden esinlenmektedir.
Müslüman kardeşler teşkilatınca kullanılmak üzere aylığı 60 mısır kuruşu olan mütevazi bir büro kiraladılar. Orada toplanıyorlar, cemaatin özel araç gereçlerini bırakıyorlar, Kur’an’dan ayetler tefsir ederek ezberliyorlar, bazı hadisleri de ezberleyip şerhi konusunda çalışıyorlardı.
Üstad el-Benna 1927-1932 yılları arasında 5 yılını İsmailiyye’de geçirdi. İsmailiyyede kaldığı birinci yılın sonunda İhvan-ı Müslimin cemaatini kurdu. Onlar gençleri özel bir eğitim programı ile yetiştiriyorlardı. Programın müfredatında; Kur’an tilaveti bazı ayet ve sureleri ezberleme, öğrencilerin ilmi ve akli seviyelerine uygun tefsirler yapma, ve buna ek olarak hadis ezberliyor ve hadis şerhlerini işliyorlardı. Bununla beraber Akaid, fıkıh selefi salihinin hayatları ve siyer görüyorlardı.
Maddi ve ruhi olgunluk sağlamak üzere İslam tarihini basite indirgeyerek öğretiyorlardı. Hitabeti güzel davetçi kimliğine haiz olanları ilmi esaslara uygun olarak öğretiyor, şiir ve nesir ezberletiyor davet konusunda eğitiyorlardı. Uygulamalı olarak ta bu konuda ders vermelerini, sunum yapmalarını sağlıyorlardı. Ve bu program (minhaç) üzerine, 1927-1928 öğretim yılının sonunda sayıları 70 ve üzerini bulan İhvanın ilk topluluğunu yetiştirdiler.
Hasan El Benna’nın vaziyeti
Hasan El-Benna hapisteyken Mısır hükümetinin ve İngilizlerin kendisini hapiste çürütüp yok etmeye ve İhvanla arasındaki iletişimi koparmaya çalıştıklarını fark edince; İhvan’a davetlerinin ve amaçlarının ne olduğunu belirtmek üzere bir vasiyetname yazdı. Vasiyetinin bir kısmında kardeşlerine şöyle diyordu;
“Müslüman kardeşlerim dinleyiniz. Bu sözlerle İhvan-ı Müslimin’in görüşlerini ortaya koymaya çalışıyorum. Bizi bir süre birbirimizden uzak tutma ihtimali olan zor zamanlar bekliyor olabilir. O zaman sizinle konuşma veya yazışma imkanı bulamayabilirim. Bu sözlerimin gereğini yapmanızı, Sözlerimi düşünmenizi, yapabilirseniz ezberlemenizi, bunlar üzerinde toplanmanızı tavsiye ediyorum. Ve her bir kelimenin altında farklı manaların gizli olduğunun farkında olun.”
İmamın hapsedilerek kardeşleriyle iletişiminin kesilmesi garip bir olay olmasa gerektir. Bilakis o bu durumu sezmiş ve davet yolundaki engelleri göstererek demiştir ki; “Toplumun İslam hakikati konusundaki bilgisizliği yolunuzdaki en önemli engel olacaktır. Ve mütedeyyin resmi ideolojiye yakın alimlerin İslami anlayışınızı garip bulduklarını, İslam uğruna cihadınızı inkar ettiklerini göreceksiniz.
Devlet başkanı ve liderler size kin güdeceklerdir. Bütün hükümetler aynı safta karşınızda yer alacaktır. Bu hükümetlerin Her biri çalışma şevkinizi yok etmek üzere, önünüze engeller koyacak cahil ruhlu insanlara birlik olup sizi hedefinizden alıkoymaya davetinizin nurunu söndürmeye çalışacaktır. Bunlar bu işi yapmak üzere zayıf yöneticilerden, ahlaksızlardan, onlardan yardım dilemek size de düşmanlık ve zarar vermek üzere uzanan ellerden yardım aldıklarını göreceksiniz.
Şüphesiz bu konularda deneme ve imtihanlara tabi tutulacaksınız. Hapis, tutukluluk, sürgün, uzaklaştırma mallarınıza el konulması gibi cezalara çarptırılacaksınız”
İmamın kendisi ve kardeşleri için ihtimal dahilinde gördüğü bu durumlar hem kendisinin ve hem de kardeşlerinin başına defalarca gelmiştir. Miladi 1941 yılının ekim ayında Üstad el-Benna İngilizleri ve Britanya siyasetini ve Demanhur elçiliğini şiddetli bir şekilde eleştirerek harekete geçti. Mısır Başbakanı Hüseyn Seriy onun ve cemaatin genel sekreteri olan Üstad Ahmed El-Sükkeri’nin, Üstad Abdülhakim Abidin’in tutuklanmaları talimatını verdi. 13 ekim 1941 tarihinde Zeytun hapishanesine konularak tutuklandılar. Gazetelerin ihvan kelimesini zikretmeleri dahi yasaklandı.
Bunun üzerine ihvan Cuma namazında Sultan Camii’nde başkanları ve arkadaşları serbest bırakılıncaya kadar eylem yapma kararı verdiler. Taleplerinin karşılanacağına dair söz verilince eyleme son verdiler.
İmam bu tutuklamanın faydalarını zikrederken şöyle diyordu; “Bizim için tutukluluk süresi zorunlu itikaf olmuştur. Bu sürede Allah’ın kitabını okumaya, öğrenmeye ve üzerinde düşünmeye zaman buldum. Ve serbest bırakılacağım haber verilince bu talimatın Sükkeri ve Abidin kardeşlerimi kapsayıp kapsamadığını sordum. ‘Hayır yalnız sen tahliye oldun’ denilince tahliye olmayı reddettim, diğer iki kardeşimin de serbest bırakılacağına dair söz alıncaya kadar buna devam ettim. Nitekim bu durum gerçekleşti ve ikisi de serbest bırakıldı.
Milletvekili seçimlerinde adaylığının engellenmesi
İmam el-Benna rahimahullah 1942 yılı seçimlerinde, ihvanın ilk merkezi olan İsmailiyye şehrinden adaylığını ilan etti. İngilizler onun adaylığını reddettiler ve Başbakan Mustafa En-Nahhas’a adaylığını engellemesi konusunda emir verdiler. Oysa Başbakan onunla ilgili İngilizlerin bildirdiğinden başka hiçbir şey bilmiyordu.
Bu arada Başbakan Mustafa en-Nahhas ile Üstad el-Benna arasında adaylığını ilen etmesine müteakip bir buluşma gerçekleşti. Ve Nahhas dehşetle; “Oğlum sen kimsin, ve ben seni nasıl tanımam, sen kimsin ki İngilizler; bu adam millet meclisine giremez, gerekirse meclis tümden olmaz ama bu adam meclise giremez” diye diretiyorlar diye sordu. İmam İhvan teşkilatının karar mercii olduğunu, ve kendisinin adaylığı konusunda onların karar verdiğini söyledi. İhvan teşkilatına bu durumu arz edince teşkilatın irşad kurulu kahir çoğunlukla adaylığının geri çekilmemesi kararı verdi.
Ancak kendisi adaylıktan çekilmenin cemaate fayda sağlayacağını, kendilerine davetlerini yayma ve farklı alanlarda çalışma hürriyeti sağlayacağını öngörüyordu. Ayrıca cemaate gelmesi muhtemel zaraları da engellerdi. Zira cemaati dağıtma ve üyelerini tutuklama tahdidiyle karşı karşıyaydı. Buna rağmen İhvan’ın karar mercii bu tehlikeleri bilmesine rağmen İngilizlerin ve hükümetin tehditlerine aldırmadan adaylıktan çekilmemesini istedi.
Ancak Üstad el-Benna İslam davetine fayda sağlamak üzere Başbakanın talebini kabul etti ve adaylıktan çekildi. İhvan-ı Müslimin’in 3. genel başkanı olan Üstad Muhammed Hamid Ebunnasr bana imamın bu davranışına karşı olanlar olduğunu kendisinin de bunlardan olduğunu söyledi. Karşı çıktığını da ilan ederek evinde uzlete çekildi.
İmam el-Benna, Muhammed Hamid Ebunnasr’ın Said’teki evinde görüşmek üzere Abdulhakim Abidin’i gönderdi. Aralarında şiddetli bir tartışma yaşandı ve Abdulhakim Abidin. Ebunnasr’ı kızdırdı. Ve Ebunnasr görüşmeye şu sözlerle son verdi; “Doğrusu vacib olan İmamın İhvan yönetim kurulunun vermiş olduğu karara uyması ve adaylıktan çekilmemesidir.” Abdulhakim Abidin bu şeklide Kahire’ye döndü ve aralarında geçeni Ustad el-Benna’ya anlattı.
Muhammed Hamid Ebunnasr diyor ki; ”Bundan sonra bir gün telefonum çaldı. Telefona baktığımda karşımdaki İmam el-Benna idi. Bana selam verdikten sonra benimle ilgili söylediklerini bana aktardılar. “Sen Haklısın. Ve ben hata ettim. Allah’tan bu hatamı affetmesi için dua ediyorum” dedi.
Ben (metin yazarı) Bu durumların oluşuna dair Muhammed Hamid. Ebunnasr’ın “İhvan ile Abdünnasr arasındaki ihtilaf gerçeği” adlı eserinde aynı şeylere rastladım. Benim ondan duyduklarım da kitabında yazdıklarını teyit etmektedir. Kitabında da; söylediklerim İmama ulaşır ulaşmaz İmam beni aradı, Üstad Abdulhakim’in yaptıklarından dolayı benden özür diledi. Ve bundan sonra sonucu ne olursa olsun ihvan yönetiminin kararlarına aynen uyacağına dair bana söz verdi.
Üstad Ömer El Tilmisani de aynı duruşu sergiledi. Nitekim o dahi İmam onların ikisine de ulaşıp açıklama ve söz verinceye kadar İhvan toplantılarına katılmadı. İmam el-Benna’nın kendisinin hatasını kabul ederek Ebunnasr’ı haklı bulması onun Hakikate ne kadar bağlı olduğunu gösterecek bir menkıbedir.
1944-1945 yılarındaki seçimlerde Hasan El-Benna davetin beşiği olan İsmailiyye’den ikinci kez aday gösterildi. Bu seçimlerde Müslüman Kardeşler cemaatı 60 yakın bağımsız aday gösterdi. İsmailiyye şehrinin her tarafında İmam el-Benna’nın adaylığı konuşuluyordu. Kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu.
Ahmet Mahir hükümeti ve İngiliz yönetimi onu kaybettirmek için her yolu deniyordu. İngiliz askeri araçları diğer adayların çalışmalarına katılıyor. Onları açıkça destekliyordu. Yaptıkları çalışmalarla askeri üslerde başka bölgelerdeki seçmenleri İsmailiyye şehrine taşıyarak, askeri üslerde kamplarda çalışan ne kadar işçi varsa onları aleyhe oy kullanmak üzere buraya getiriyorlardı. Amaç İmam el-Bennayı kaybettirmekti.
Yapılan birçok terörist eylem, işgal, baskı, rüşvet ve sahtekarlığa rağmen imam el-Benna milletvekilliğini kazandı. Bu kez seçimlerin iptaline ve yeniden seçim yapılmasına karar verildi. Yeni yapılacak seçimde; İngilizlerin Sina yarımadası askeri komutanı El-Benna’nın Ariş ve Sina’daki seçim kurulundaki üyelerini kovdu. Uzak yakın askeri kamplardan işçiler getirilerek seçmen yapıldı, seçimlerde hileler yapıldı. Sahtekarlık yapıldı, ve imamın kazanması engellendi. İmamla beraber İhvanın tüm adaylarının adaylıkları düşürüldü.
İmam El Benna krallık düzenini değiştirmeyi düşünüyor muydu?
Şehid İmam’ın Risaleleri bize gösteriyor ki; Krallık nizamını değiştirip, yerine İslami bir düzeni getirmek istiyordu. İslam Şeriatıyla hükmedilen bir İslam devleti kurmayı hedeflediğini tekrar ediyordu. İslam’ın hakimiyetini ilk olarak Nil nehri kıyısında, ikinci olarak bütün Arap aleminde, üçüncü olarak İslam’la şereflenen bütün diyarlarda ve son olarak bütün dünyada hakim kılmak üzere sürekli çalıştı.
Bu meyanda Mısır ordusundaki Sedat, Aziz el-Mısri, Abdülmünim Abdülrauf ve Reşat Mehna gibi bazı komutanlarla devamlı irtibat halindeydi. Hatta İhvan’ın askeri kanadının Mısır ordusuna sirayet etmesini sağladı. Mahmud Lebib’i de bunların başına getirdi. Hasan el-Benna gençlerin, ihtiyaç hasıl olduğunda kullanılmak üzere silah eğitimi almalarına son derece önem veriyordu.
Kral Faruk’u devirmek ve ülkeye hakim olmak üzere bazı komutanları çevresine toplayan Enver Sedat’la dahi görüşüyordu. Ayrıca Enver Sedat tutuklandığında imam el-Benna onun ailesine o zaman itibariyle alım gücü yüksek olan aylık 10 Cüneyh tahsis etti. Hatta İhtiyar bir adam bana El-Benna’ın Sedat’ın ailesine 20 cüneyhe kadar parasal yardım yaptığını ifade etti.
Enver Sedat’ın El Benna ile ilişkisi
Enver Sedat anlatıyor; “Hasan el-Benna ve devrimci özgür subaylar arasında görüşmeler başlamıştı. Bu görüşmelere ben aracılık ediyordum. Her şey büyük bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Bu görüşme ve ilişkiler esnasında ihvanla ilgili bir çok şey öğrendim. İmam sır verme konusunda son derece ketum olmasına rağmen ben cemaatin bir çok sırrına vakıf oldum.
Bir gün Üstad’ın yanında otururken, elinde iki sandık olan bir asker geldi. Asker beni görünce telaşlandı. El-Benna ona kutuları açmasını ve korkmamasını söyledi. Asker bana tebessüm ederek mücahid bir kardeşi olarak baktı. Sandıkları açtı. Sandıklar silahlarla doluydu. Bunda sonra anladım ki Üstad ihvandan bile gizli olarak silah alıp depoluyordu. Bu beni son derece mutlu etti. Zira biz devrim yaptığımızda en büyük yardımcımız ve desteğimiz ikinci safta duracak olan halk olacaktı.
Diyorum ki (metin yazarı); İmam ölüm sanatını en güzel şekilde işleyen mücahid bir nesil yetiştirmekle meşguldü. Bu gençlerin benliğine iman ve şehadet cesaretini işliyordu. ”Savaş sanatını iyi bilen ölümü seven, şerefli bir ölümü göze alan bir milete Allah dünyada izzetli bir hayatı, ahirette de naim cennetlerini lütfedecektir. Biz İslam ümmetini zillete düşüren dünya sevgisi ve ölüm korkusu değil midir?
Büyük işler için kendisini hazırlayınız. Ölümü seviniz ki size hayat bağışlansın. Biliniz ki ölüm mutlaka gelecektir. Ve sadece bir kere gelir. Bu neden Allah yolunda olmasın. O halde en güzel ölümler için şehadet için çalışın ki size zafer ve ebedi saadet bağışlansın. Ve biliniz ki; size Allah’ın yazdığından başkası isabet etmez. Allah sizleri de bizleri de kendi yolunda şehadetle rızıklandırmasını niyaz ediyorum.
Hasan El Benna ve Filistin
İman el-Benna, İslam aleminin problemleriyle genel olarak, Filistin meselesiyle ise özel olarak ilgilendi ve Filistin için, basın, mali, siyasi ve askeri yönlerden büyük çaba harcadı.
Basın ve yayın yoluyla mücadele:
Mukaddes Filistin davası ve kafir hıristiyan devletlerin, özellikle Filistin topraklarında Yahudi bir devlet kurmak isteyen ve orada yahudi milislerini eğiten İngiltere’nin ona karşı birleşmeleri konusunda Mısır halkını şuurlandırmıştır. Ona göre, Her müslümanın, bu pis ittifaka karşı durmak için Filistin halkıyla beraber savaşması gerekir.
İmam, İhvan gençlerini, Cuma namazından sonra namaz kılanlara Filistinin kudsiyyetini, onu kuşatan tehlikeleri mescitlere gönderirdi. Üzücü olansa imamların birçoğunun, Mısır hükümetini ve anlaşmalısı İngiltereyi kızdırdığı için, gençlerin Filistin hakkında konuşmalarını engellemeye çalışmalarıydı.
Yapılan çalışmalardan birisi de, İngiliz ve Yahudilerin Kur’ân ve Müslüman Filistin toplumunun karşı işledikleri suçlardan bahseden, En-Nâru ve’d-damâru fi Filistin (Filistin’de ateş ve yıkım) adlı kitabı her tarafa yaymalarıdır. Yine bu çalışmalardan birisi de, hasan el-Benna ve Müslüman kardeşleri irşad bürosunun, insanları namazda, Filistin ve (zor durumda olan) diğer Müslümanlar için kunut duası okumaya çağırmasıdır.
İmam Hasan el-Benna İngiliz uşağı Mısır hükümetine, Üstan Sâlih eş-Şemâvî’yi musallat etti. Üstad Sâlih en-Nezîr dergisinde (Mısır hükümeti aleyhine) yazı yazıyordu. Aynı zamanda cemaat İngilizlerin Filistin’de yaptıkları zulmü anlatan broşürler basıp dağıttı.
İmam, Kahire’deki Yahudi mahallerini boykot etmeye çağırdı. Cemaatte Yahudilerin dünyadaki neşriyatını tesbit edip boykot edilmesi için küçük bir grup oluşturdu. Üstad el-Benna, 1935’te, irşad bürosu üyesi Şeyh Abdulmuizz Abdussettar, kardeşi Abdurrahman el-Benna’yı ve Mahmud Lebîb’I, direnişi düzenlemek, Filistin şehirlerini ziyaret edip halkı uyandırmak ve el-Fetve ile en-Necâde adlı iki izci grubunu barıştırmak için gönderdi.
Hasan el-Benna, Filistin için Araplara yönelik cemaatin genel merkezinde bir kongre tertib etti. Bu kongreye arap aleminden birçok kişi Müslüman kardeşlerin misafiri olarak katıldı. Kongre sona erdiğinde, Arap devletlerinin hükümetlerinin, İngiliz ve Yahudilerin gizli emellerinden Filistin’i kurtarmak için müdahil olmalarını isteyen bir karar alındı.
Mali cihada gelince: İmam Hasan el-Benna Filistin’deki cihada bağış(para) toplamak için komiteler oluşturdu. En fazla Cuma namazından sonra para toplanırdı. Kardeşlerden biri Filistin’de olup bitenleri cemaate anlatır, diğeri para bağışlarını toplardı. Üstad el-Benna bir kuruş değerinde pul bastırmayı ve bunu Filistin davasının yararına (bağış toplamak için) insanlara dağıtmayı icat etti. Üstad el-Benna Filistin’e yardım merkezi genel kurulu başkanlığını da üstlendi. Merkezi de Müslüman Gençlik Teşkilatı’nın binasıydı.
Siyasi cihada gelince: İmam, empati oluşturmak için Filistin sorununun Mısır’daki ve Mısır dışındaki tüm sorumlulara ulaşmasını çok istiyordu. 1936-1939’da Mısır başbakanına Filistin devrimi hakkındaki görüşü sorulduğunda: “Ben Mısır başbakanıyım Filistin başbakanı değilim” diye cevap verdi.
Üstad el-Benna, bunun başkaldıran mücahit Filistin halkına karşı bir ihanet olduğunu hissetti. Bundan dolayı bir aslan gibi kükreyip başbakanın görüşüne karşı çıktı. Ardından Başbakan tarafından yapılan açıklamaları protesto etmek için gösteri düzenlenmesini sağlamak amacıyla halka beyanat verdi. Nitekim gösteriler düzenlendi ve bu gösteriler bütün yurdu kapladı. Bunun üzerine hükûmetin emriyle polis, İhvan’ın birçok gencini tutukladı.
İlginç olan şey; Üstad el-Benna Demenhur’da tutuklananları ziyaret etmek üzere gidince, kısım memuru (gardiyan) ona: “Mesele basittir, yakında savcılık onları serbest bırakacaktır” dedi. Bunun üzerine Mürşid: “Bu daha başlangıçtır, İslam ülkelerinin hali bu minval üzere kalırsa gerisi gelecektir. Bunların hepsi bizim için terbiyedir” dedi.
Kitâlî veya askerî cihad:
Üstad, Filistin’in ancak savaşla hürriyetine kavuşacağı görüşündeydi. Bundan hareketle Mısır’daki Müslüman kardeşlerden belli sayıda genci, otuzlu yılarda gizlice İngilizlerin farkına varmaması için Filistin’in kuzey tarafına gönderdi. Bu gençler, şehid İzzeddin el-Kassâm ile çalıştılar. İkinci Dünya savaşı bitince, davetçi olan heyetler gönderip, kimi insanları cihada teşvik etti, kimi Filistinlileri de gizlice eğitti. Bunu uzun bir süre devam ettirmeyi başardılar.
İngiltere, 15/ 5/1948 tarihinde Filistin topraklarındaki mandacılığına son verdiğini ilan edip, yahudilere silah yardımı yaparak onların geniş bir alanı işgal etmesini sağlayınca, Hasan el-Benna, bir telgraf çekip Belûdân yöneticilerine, Filistin’i kurtarmak veya orada şehid olmak için Müslüman gençlerden onbinlerce kişiyi göndermeye hazır olduğunu, birinci birliğin on bin kişiden oluştuğunu ve Filistin’e girmek için hazır beklediğini bildirmiştir. Halbuki, İngilizlerin uşağı olan Mısır hükümeti bu mücahidlerin Filistin’e girmesini yasaklamıştı. Sadece yürüyerek veya Sûriye yoluyla gidebilenler Filistin’e gidebiliyordu.
Müslüman kardeşlerden mümin mücahidler, Mısır’dan Muhammed Fergalî ve Kâmil eş-Şerîf komutasında Mısır’dan Ürdün’den de Abdullatif Ebû Kavra ve Memduh Sarâyerah komutasında, Suriye’den ise Mustafa Sibâî komutasında, İrak’tan da Şeyh Muhammed Mahmud es-Savvâf komutasında Filistin’e süratle gittiler. Libya’dan Sudan’dan, Tunus’tan, Cezâir’den ve Mağrib’den de mücahidler Filistin’e gidenlere katılmışlardı. Bu mücahidler savaşta güzel bir imtihan verdiler. Onlar, savaşmak ve şehid olmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Prof. Kamil İsmail Şerif ve Hac Abbas Sisi, sayılarının ve imkanlarının azlığına rağmen Yahudi çetelerle yapmış oldukları çatışmalardaki kahramanlıklarını anlattılar. (O çatışmalarda) şehid olanlardan bazılarının isimlerinin : Şehid Abdurrahman Abdulhay, Fethi Havli, Ömer Osman Bilal, Ali Feyumi, Hasan Gazzazi, Mahmud Mansur, Mekkevi Muhammed Mustafa, İsa İsmail İsa ve Muhammed Sultan olduğunu açıkladılar.
Hasan el Benna’nın, Arap hükümetlerinin, Filistin’in kurtuluşu hususunda ciddiyetsiz olduklarını görmesini mutlaka anmamız gereken şeylerden biridir. Hasan el-Benna: “Çare yok, elli bin mücahidi toplayıp Filistin’de yanınızda olacağım” demiş ve iki gün sonra ihanetle şehid edilmiştir. Bu sebeple (Hasan el Benna) yı Filistin şehidlerinden saydık. Bu, Üstad Hasan el Benna ve İhvanı Müsliminin komutanlarından biri arasında geçen bir konuşma idi.
Nukbeh-Musibet, Felaket- adlı kitabında –Beytül Makdis Felaketi ve Kayıp Firdevs- imam’a (Hasan el Benna) ve cemaatine teşekkür edip şöyle dedi: “Bu konuyu bitirmeden önce, Mısırlı müslüman kardeşlerin Filstin için yaptıklarını takdirle zikretmem gerekir. Bunlar, Filstinde savaş başlayınca anında imdada koştular. Sığınma hareketleri başlayınca İhvanın genel mürşidi Hasan el-Benna, cemaatini Mısırın şehirlerine ve mezralarına gönderip mülteciler için giyecek, yiyecek, ilaç, battaniye ve ilkyardım malzemeleri toplamıştır. Ama askeri yetkili olan Nekrâşî, bunların engellenmesi yönünde bir emir çıkardı.”
El Benna ve hareketine karşı düşmanlığın nedenleri
İngilizler, bütün Hıristiyan batı ve işbirlikçi fasık Kral Faruk, bu ıslah hareketinin, Mısır ve dışında kendileri için tehlikeli olduğunu anladılar. El-Benna, bu hareketiyle İslam alemini yabancı tahakkümünden kurtarmayı ve orada bir İslam devleti kurmayı, İngiltere ve diğer sömürgeci ülkeleri Mısır ve diğer Müslüman ülkelerden kovmayı amaçlıyordu.
Bu durum öncelikle İslam ülkelerini Kral Faruk ve diğerleri gibi batı işbirlikçilerinden kurtarmayı gerektiriyordu. Bu nedenle Filistin toprakları üzerindeki Yahudi devletinin geçersiz olduğunu ilan etti. Müslümanların da Yahudi devletini ortadan kaldırmak için cihad etmeleri gerektiğini ilan etti. Bu konuda şunları söyledi: “İsrail ayakta kalacaktır ve İslam onu, başkalarını ortadan kaldırdığı gibi ortadan kaldırıncaya kadar da ayakta kalmaya devam edecektir.”
İmam bu düşüncelerle yetinmedi. Aksine onları uygulama alanına koydu. Bu amaçlara ulaşmak için gece gündüz sitemli çalışan bir örgüt kurdu ve toplumda İslami bir bilinç oluşturdu, sorumlu oldukları dinlerine karşı görevlerini tanıttı. Dine olan samimiyetlerini sözden eyleme geçirmeye çalıştı. İslam’ın gelişmesi ve yücelmesi yolunda bedenen ve ruhen gayret gösterilmesi için çalıştı.
İhvan-ı Müslümün gençlerini Filistinli kardeşlerine yardım etmek üzere Filistin topraklarına gönderdi. Ayrıca Sudan, Irak, Suriye ve diğer yerlerden İhvan birliklerinin Filistin’e gönderilmesini emretti. Bu birlikler fiilen Filistin topraklarına gittiler ve orada savaştılar. Kahramanlıkları ise dünyayı şaşkına çevirdiler. Hatta savaş meydanında Yahudilerin yüreğine korku saldılar. O kadar ki, Yahudiler, İhvan mücahidleriyle savaşmaktan çekiniyorlardı.
Onu rüşvet ve parayla satın almaya çalıştılar ancak başaramadılar. Onu makam ve mevki ile ayartmaya çalıştılar, onu kadınlarla ayartmaya çalıştılar, ancak bütün bu çabalarına rağmen, iman onlara karşı durmuş, bu tür şeylerden yüz çevirmiş ve yüce bir dağ gibi şerefli bir duruş sergilemiştir. Ondan intikam almak, tehdid etmek, ona bir şeyler vermek hatta hayatına kasdetmek üzere kurdukları bütün planlarında başarısız oldular.
Bütün bu sebeplerden dolayı ondan ve cemaatinden kurtulmak istediler. Sözlerimizi, Amerikalı yazar Robert Jackson’un Kur’ân insanı Hasan el-Benna adlı eserinden alıntı yaparak bitirelim: “İslamın adını yeni bir yöntemle yücelten şahsiyet karşısında batı eli kolu bağlı duramazdı. Üstad, sokak insanına varoluş gayesini ve akibetinin gerçekliğini göstermiş, insanları Allah’ın vahyi etrafında toplamıştır. İmam, davetiyle batılılaşma, cinsiyet ve dar milliyetçilik çekişmeleri rüzgarını kesmiştir. Yazarların kullandığı dil normalleşmiş ve bazıları “İslam Rüzgarı” kavramına katılmaya başlamıştır.
Cinayete hazırlık
İngiltere büyükelçisi, Fransa büyükelçisi ve Amerika elçiliği görevlisi gibi İslam düşmanları, İngiliz Fayed karargahında bir araya gelince, İsvan cemaatini bitirmeyi ve malvarlığına el koymayı kararlaştırdılar. Bunu gerçekleştirmek üzere işbirlikçileri kral Faruk ve başbakan İbrahim Abdulhadi’ye emir verdiler. Bu, 8 Aralık 1948’de olmuştur. İhvan evlerinin kapatılması ve İhvancıların tutuklanmasıyla birlikte ihvanı bitirme planı uygulamaya geçirilmiş oldu.
Polis, İhvan-ı Müsliminin genel merkezine gelip Hasan el-Benna dışında orada bulunan herkesi tutukladı. Ancak o, tutukluları hapishaneye taşımak üzere gelen polis kamyona kardeşleriyle birlikte bindi fakat polisler onu engellediler ve kendisine sadece ihvancıları tutuklama emri aldıklarını, başkanı tutuklama emri almadıklarını söylediler. Tutuklu ihvancılar, imamın polislere: “O halde beni öldürmek istiyorsunuz” dediğini işittiler.
İmam el-Benna, Müslüman gençlik derneğinde gençlerle konuştuğu bir gece onlara şöyle dedi: “Hayırlı bir rüya gördüm: Ömer bin el-Hattab bana geldi ve yüksek bir sesle: “Ey Hasan! Öldürüleceksin” dedi. Sonra tekrar uyudum, aynı sesi aynı ifadelerle yeniden işittim: “Ey hasan! Öldürüleceksin!” İmam el-Benna şehadetinden kısa bir süre önce Üstad Hasan el-Hdaybî’nin evine geldi ve ona: “Beni öldürecekler” dedi.
Cemaat çözüldükten sonra el-Benna’nın vekil tayin ettiği Dr. Aziz Fehmi gibi bazıları imamın öldürüleceğini hissetmişlerdi. Nitekim Dr. Aziz Fehmi ona: “Silahın var mı?” diye sorunca, imam: “Silahımı aldılar” cevabını verdi. Aziz Fehmi: “Kendini nasıl savunuyorsun?” diye sorunca ise imam şu beyitle cevap verdi:
Ölümden hangi günümde kaçabilirim
Olduğu gün mü yoksa olmadığı gün mü?
Gerçekleşmediğinde ondan korkmam
Gerçekleştiğinde ise sakınan ondan kurtulamaz.
Bundan sonra hükümet, imamın taşıdığı tabanca ruhsatını iptal etti ve silaha el koydu. Evindeki telefonu da kaldırılıp gözetim altına alındı. Bütün hareketleri emniyet güçlerince takip ediliyordu. Gelişi, gidişi devamlı kontrol altındaydı. Kardeşi Abdulbasit emniyet müdürü idi. Kardeşinin hayatının tehlikede olduğunu hissedince kardeşini korumak için görevinden istifa etti. Ardından Abdulbasit de tutuklandı.
Bunun üzerine el-Benna, başbakanla bu kararı, ihvancıların durumunu ve kendisinin emniyet güçlerince kuşatılması ve sıkıştırılmasını görüşmek istedi. Ancak hükümet yetkilileri bu görüşme talebini devamlı ertelediler. Çünkü niyetleri, tuzak kurarak, suikastla imamı öldürmekti. Üstad el-Benna, başbakan İbrahim Abduhladi’ye yakın olan Muhammed en-Naği ile görüşmeye çalıştı. Bu görüşmenin kraliçe Nazili caddesinde bulunan Müslüman gençlik derneğinde gerçekleşmesi kararlaştırıldı.
Mürşidler vasıtasıyla siyasi şube polisleri, onun hareketlerini takip ediyorlardı. Onun Müslüman gençler derneğine geleceğini haber verdiler. Haberi veren Muhammed el-Leysî idi. El-Leysi’yi, İngilizlerin en sadık dostu ve emniyetin en gözde müdürlerinden biri olan istihbarat müdürü Muhammed el-Cezzar aramıştı. El-Leysi’ye, el-Benna’nın dernekten çıkmaya yakın ona telefonla haber vermesini emretti ve el-Leysî aldığı bu emri yerine getirdi.
Üstad, dernekten kızkardeşinin kocası Üstad avukat Abdulkerim Mansur ile birlikte çıktı. Kahirenin en büyük ve uzun caddesinin bu bölümünde yol kapalıydı. Aynı zamanda aydınlatma sistemi de bozuktu ve keryer karanlıktı. Üstad el-Benna ve Abdulkerim Mansur bir taksi durdurdular, taksi hareket etmeden silahlı iki kişi yaklaştı ve içlerinden biri el-Benna’ya silahını doğrultup ateşledi. Üstad’ı kurşunla vurmuştu.
El-Benna arabanın kapısını açtı ve arabadan inip katili yakaladı. Onu kurtarmak için ikinci suikastçı yaklaştı, silahını el-Benna’ya doğrulttu ateş edip arkadaşını alarak kaçıp caddenin karşısına geçerek onları bekleyen bir arabaya binip gittiler. Müslüman gençler derneği başkanı silah sesi üzerine dışarı çıktı. Arabanın plakasını almayı başarmıştı. Plaka numarasını söyledi.
El-Mansûri gazetesi muhabiri el-Leysî’nin ağzından bu numarayı almayı başardı ve hızlıca gazetesine giderek bu numarayı gazetesinde yayınladı. Gazetenin basımı durduruldu ve bütün nüshaları yakıldı. Plaka numarası, Sohaç emniyet müdürü Mahmut Abdulmecid’e aitti ve Abdulmecid burada çok meşhur biriydi. Bu kişi kana susamış biri olarak bilinirdi.
İstihbarat müdürü Muhammed el-Cezzar aceleyle Muhamed el-Leysî’yi arayıp ondan plaka numarasını söylememesini ısrarla istedi. Israr ve baskı ile onu sıkıştırdı. El-Leysî, Salih Harb Paşa’ya sığındı. Salih Harb paşa, Şehid el-Benna’nın dostlarından biriydi. El-Leysî gördüklerini ona ve eşine anlattı. İstihbarat şefi el-Cezzar da onun tanıklığını çürütmek için araya girdi.
Katiller, kaçmayı başarmışlardı. Abdulkerim Mansur, ölümcül olmayan bir yara almıştı. Üstad el-Benna ve Abdulkerim yürüyerek kanlar içinde Müslüman gençler derneğine fazla uzak olmayan ilk yardım genel merkezine yöneldiler. Oradan da gerekli ilk yardım müdahaleleri için Aynî Sarayı hastanesine nakledildiler.
Onlar hastaneye ulaşmadan önce Muhammed el-Cezzar ve adamları hastaneye varmışlardı. El-Benna’yı ablukaya aldılar. Dr. Muhammed Süleyman’ın ihvandan olduğunu biliyorlardı. Dr. Muhammed, hastane doktorlarından ve Aynî Sarayı tıp fakültesi öğretim üyelerinden biriydi. El-Benna özellikle onu istemişti. Ancak hiç kimse Dr. Muhammed Süleyman’a haber vermedi. El-Benna’nın etrafındaki abluka devam ediyordu. İlk yardım engelleniyor ve kanlar akmaya devam ediyordu.
El-Benna son nefeslerini vermeden önce kral Faruk, hınçla ve el-Benna’nın başına gelenlere sevinmiş bir halde Aynî Sarayı hastanesine gelip imamın yüzüne tükürdü. İmam, gözlerini açıp Faruk’a: “Allah krallığını yerle bir etsin” dedi, sonra ruhunu Allah’a teslim etti. Allah ondan razı olsun ve rahmet eylesin. Tarih: 12 Şubat. 1949 idi.
Şehidin cenazesi
Şehid İmam Hasan el-Benna’nın kızı Sena, kendisi ile yapılmış bir röportajda, babasının şehadet günü ile ilgili şunları söyledi: Bu benim asla unutamayacağım ve hafızamdan silinmeyecek bir gün. O gün cadde bir tabur askerle ablukaya alındı, o caddede oturan insanların isimlerini aldılar, cadde dışındaki hiç kimseyi oraya almadılar. Evimiz, yıkılmak üzere olmasına rağmen, dama kadar bütün merdivenlerde ve dam üzerinde asker doluydu.
Dedeme gittiler ve ondan babamın cenazesini hastaneden alıp doğrudan mezarlığa götürmesini istediler. Dedem bunu reddetti ve gömülmeden önce eşinin ve çocuklarının onu görmesinde ısrar etti. Onu eve getirdiler. Dedemin kapıyı vurma konusunda özel bir yöntemi vardı. Kapıyı vurdu ve öksürerek annemden kapıyı açmasını istedi. Gece yarısı saat bir gibiydi.
O günlerde meydana gelen hadiseler sebebiyle adetimiz olmadığı halde geç yatıyorduk. Hislerimiz babamın şehid olacağı yönündeydi. Dedemin annemden kapıyı açmasını istemesiyle birlikte annem babamın şehid olduğunu anladı ve: “Onu öldürdüler” deyip ağlamaya başladı. Çok sabırlı olan dedem ondan sabretmesini istedi.
Daha sonra halalarım öğrendi. Halalarım bize yakın oturuyorlardı. Halalarımdan biri geldi ve babamın yanına girdi. O girince ben de hızlıca yanında girdim. Benim girdiğimi kimse fark etmemişti. Babamın yüzündeki örtüyü kaldırdım. Vallahi yaşadığım sürece o yüzü asla unutamam. Öncelikle bedenine oranla yüzü biraz büyüktü.
Gülümsemesi çok tatlıydı. Gülümserken dişleri ortaya çıkıyordu. Dişleri ayrık, parlak ve beyazdı. O kadar ki, yaşımın küçüklüğüne rağmen onu gördüğümde öldüğüne inanamadım. Hatta arkadaşlarımdan biri baş sağlığı dilediğinde ona babamın ölmediğini söyledim. Daha sonra dedem kalkıp onu yıkayıp kefenledi. Çünkü hastanede cesedine otopsi yapmışlardı.
Daha sonra cenaze görevlisi tabutu getirdi ve babamı tabutun içine koydular. O zaman dedem, askerlerden, babamı birlikte taşımalarını istedi. Askerlerin cevabı: “Böyle bir emir almadık” şeklinde oldu. Onlara; “Taşıyın. Siz taşımazsanız kim taşıyacak?” diye bağırdım ama reddettiler. Bunun üzerine ninem kalkıp: “Ben oğlumu taşırım” diyerek tabuta doğru gitti ve onu kaldırdı.
Ninemin tabutu kaldırdığını gören ihvancı kadınlar da kalkıp tabutu onunla birlikte kaldırdılar ve cenazeyi kadınlar taşıdı. Mezar başında halalarımdan biri, kral Faruk’un bütün çocukları için beddua etti. Sanki gökyüzünün kapıları açılmış ve dualarımız gerçekleşmişti. Evimiz av yeri gibi olmuştu. Ne zaman ihvandan ve eşlerinden biri taziye için gelse tutuklanıyordu.
Suriyenin en büyük alimlerinden biri olan Şeyh Muhammed Hamid şöyle demişti: “Müslümanlar yüzyıllardır Hasan el-Benna gibisini görmedi. Bunu rahatça söyleyebilirim ve böyle demekte bir sakınca görmüyorum. Diyorum ki Müslümanlar yüzyıllardır Hasan el-Benna gibi, böyle üstün niteliklere sahip birisini görmediler. Önderlerin rehberliği, âlimlerin ilmini, ariflerin irfanı, hatiplerin ve yazarların belağatını, komutanların komutanlıklarını, idarecilerin yönetimini, siyasetçilerin tecrübelerini inkar ediyor değilim. Bu özelliklere sahih insanların geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacağını inkar etmiyorum. Ancak bu üstün sıfatları kendinde toplayan çok az sayıda insandan biridir şehid imam.
İnsanlar onu tanıdı ve doğruluğuna inandı. Onu tanıyanlardan biri de bendim onun hakkında söyleyebileceğim tek şey onun bütün varlığı ile Allah’a ait olduğudur. Ruhuyla ve bedeniyle, kalıbı ve kalbiyle, davranışları ve değişkenliğiyle o Allah’a ait biriydi. Allah onu seçti ve şehitlerin efendilerinden biri kıldı.”
Üstad Hasan El Benna’nın kişiliği
Daha önceki sayfalarda Hasan el-Benna’nın çocukluğundan şehid edilişine kadarki hayatını işledik. Hayatına ilişkin olarak kendisinin gerçekleştirdiği değişik çalışmalar, insanlarla olan ilişkileri İsmailiyye şehrinde cemaati kurması, İsmailiyye halkıyla ilişkileri, yine değişik bakanlıklar ve kral Faruk ile ilişkileri, bir öğretmen ve bir davetçi olarak izlediği farklı ilişki türlerini ele aldık. Genel hatlarıyla kişiliğini ortaya çıkardık.
Rabbani alim:
İmam Hasan el-Benna kelimenin tam manasıyla bir alimdi. İslami ilimleri kaynağından aldı ve bu ilimlerde otorite oldu. Bütün ilimlerde derin bir bilgisi vardı. Fıkıh ve fıkıh usulü, Tafsir, Hadis, Mantık, Arap dili ilimleri, İslam tarihi ve genel tarih. Hayatında on sekiz bin beyit şiir ve ona yakın nesir ezberlediğini hatıralarında bildirmiştir.
Daha önce öğrenim hayatına ve ilim kaynaklarına işaret etmiştik. Çok geniş ve kapsamlı bir ilmi vardı. Çünkü o şöyle derdi: “İlim öğrenmeye karşı çok büyük bir sevgim vardı.” Çok fazla okumaya ve öğrenmeye meraklıydı. İlim öğrenmenin bireye ve topluma faydasına inanıyordu. Bize inanç, İslami hareket, örgütlenme ve örgütlü İslami çalışmalar konusunda ilim hazinesi bir miras bıraktı.
Ayrıca bize fetvalarını ve fıkıh derslerini içeren bütün insanlara açık haftalık Salı konuşmalarını miras bıraktı. Yine öğrencilerle yaptığı haftalık Perşembe konuşmaları da bu mirasın bir parçasıdır. Kendisine değişik konularda yöneltilen sorulara İhvan-ı Müslimin gazetesinde cevap veriyordu. Bu soruların bir kısmı inanç, bir kısmı fıkıh, bir kısmı da toplu halde yapılan zikir ve meşruiyeti konusundaydı.
Ayrıca bize Cuma konuşmalarını, sireti nebi ile ilgili bir kitap, Davet ve Davetçiler için notlar, konuşmalarını ve yirmiye yakın risaleyi miras bıraktı. Bu risaleler şunlardır: Davamız, İnsanları Neye Davet Ediyoruz, Nura Doğru, Gençlere, Kur’ân Sancağı Altında İhvan-ı Müslimin, Yeni Dönemde Davamız, Dün ile Bugün Arasında, Beşinci Konferans Risalesi, İslami Yönetim Işığında Problemlerimiz, Yönetim Düzeni, Ekonomi Düzeni, Cihad Risalesi, Müslüman Kadın, Öğrencilere, Altıncı Konferans, Eylem Toplumu muyuz, Öğretiler Risalesi, Aile Düzeni, Akide.
Deyişleri: Küçük vazife, büyük vazife, Kur’an gülü, günlük ve gecelik dualar… Bu risaleler değişik konularda yazılmış risaleler, ancak her biri bir marifet hazinesi. Özellikle İslami hareket ve örgütlenme usul, fıkıh ve inanç ilkeleri (kaideleri) konularında. Örneğin; öğretiler risalesi: biat etmenin 10 esasını ele aldığımız bir risale. Bu esaslardan ilki; anlama. Bunun için yirmi yöntem belirledi. Bu yöntemler, akaide kitaplarından, fıkıh usulü kitaplarından fıkıh kitaplarından uzun okumalar ve geniş mütalaalardan zekice, açık bir basiret neticesi de özetlenmiş yöntemler.,
Üstad’ın ilmi seviyesi, İslami ilimler ve dallarıyla sınırlı değildi. Bunu aşan bir ilim seviyesine sahipti. Hukuk, sosyoloji, siyaset ve tarih’e kadar uzan bir seviye. Mısır anayasası ve mısır yasası hakkında konuştuğunda, konusuna hâkim bir uzman gibi konuştuğunu görürünüz. Eleştiri yapığında işinin ehli bir âlim misali eleştiri yapardı.
İslam hukuku bakış açısıyla yönetim, ekonomi (iktisat), İslam ümmetin iç sorunları iktisadi sorunları gibi konularda değerlendirmeler yaptığında; ilahi hükümler ile diğerlerini karşılaştırıp, okuyucuyu bütün bu cahili düzenlerin, kanunlarının, iktisadi, siyasi ve güvelik nazariyelerinin insanı mutlu etmediği konusunda ikna ettiğini görürsün.
Bu sistemlerin insana mutluluk getirmediği, aksine mutsuzluk getirdiğini ve hayatın bütün alanlarında İslam’ın rehberliğine girmedikçe mutsuzluğun devam edeceğini ifade ederdi. İmam el-Benna bu cemaati sadece insanları şirkin pisliğinden, teslis inancının pisliğinden kurtarıp (özgürleştirip), onları, ülkelerini ve kendilerini her türlü kulluktan, alçaklıktan ve bozulmada kurtararak muştu etmek için kurdu.
Yine onu özel kılan günümüz dünyasını, günümüz İslam dünyasını ve karşılaştığı problemleri çok iyi tanıması, bu konudaki bilgisidir. Üstad Hasan el-Benna ‘nın yazdığı risaleler her ne kadar İslami hareketi, tanımını, hedeflerini, aşamalarını ve araçlarını anlata da, okuyucuya İslam dünyasının durumu ile ilgili yeterli bilgi vermektedir: parçalanışı, kâfir devletlerin İslam dünyasının işgali ve zenginliklerini sömürmeleri. Bu eser İslam davetçisini ve her Müslüman’ın kendisi, özellikle alçaklıktan ve kula kulluktan özgürleştirme (kurtarma) yolunu gösterdi.
Üstad, kuzey Afrika’nın, Marakiş’in, Cezayir’in, Tunus’un Fransız haçlı istilasınca düşüşünden bahsetti. Trablus’un ve Baraka’nın İtalyan istilasından, Mısır’ın ve Sudan’ın ve Filistin’in İngiliz himayesinden, Suriye’nin Fransa’ya, ırak’ın İngiltere’ye verilmesinden Hicaz’ın sahte vaadlerle ve geçersiz anlaşmalara tutunan zayıf her an yıkılacak bir yönetimce idaresinden, Yemen’den, Arap yarımadasının geri kalan bölümlerinden, emirlerin İngiliz konsolosluklarının himayesinde yaşadığı küçük emirliklerden, İran’dan, Afganistan’dan, Hindistan’dan ve Türkistan’da bahsetti.
Bu ülkelerin durumundan bahsettikten sonra şöyle dedi: “Davamız yeniden dirilme ve kurtuluş davasıdır.” İhvan’ın mesajını bu ülkelerin kurtuluşu ve burada şeri hükümlerin uygulanması ile sınırlandırıldı. “Hasan el-Benna Kur’an insanı” kitabının yazarı Hasan el-Benna’nın ilmini şu şekilde vasıflandırdı ve şöyle dedi: “Her şeyi yutuyordu. Yeni olan hiçbir ilim, fikir, hukuki, sosyal, siyasal ve edebi yazı olmasın ki, onu okumamış olsun. İlmini genişliğine şu hadise de şahit tutulmuştur:
İmam el-Benna, Süleyman aleyhis selam’ın sözündeki problemi şu şekilde çözdü. Şöyle dedi: “Ey Rabbim bana mağfiret et ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak mülkü bana ver, sen çok verensin (bağışlayansın).” Burada problem, mağfireti dilemek kusurlu olmanın bir duygusudur. Mülkü dilemek razı olmanın ve ikramın duygusudur. Bu iki duygu nasıl bir arada olur. Ve aynı adamdan bir ruh haletinden çıkabilir?
İmamın cevabı; Süleyman aleyhis selam şöyle dedi; Bu gece bütün eşlerimi dolaşacağım, eşlerimden her biri Allah’a ibadet eden bir çocuk doğursun, mülkümün genişlemesine yardım etsin, hükümranlığının da artmasına vesile olsun. Süleyman aleyhis selam o saatte sadece sebebe takılıp kalıyor. Hanımlarından sadece birisi hamile kalıyor ve özürlü bir çocuk doğuruyor. Ebe bebeği eksik bir ceset olarak tahtına koydu. Mülk konusunda çocuklardan yardım dilediği anladı. Mülk Allah’ın kullarından dilediğine verdiği şeydir. Süleyman aleyhis selam bu duygulardan dolayı tövbe istiğfar etti. Vasıta olmaksızın Allah’tan mülk diledi. “Çokça veren sesin” (ayet) Bu imtihana sebep olan birinci duygudan beri olmanın tenkidi olarak burada mülkü istemiştir.
Diyorum ki! Birinci duygu Allah’ın dilemesin bağlı olmayan bir istekti. Yani “İnşaallah” demedi. Eğer inşaallah deseydi dileğini gerçekleşirdi. Fakat demediği için talebi yerine gelmedi. Hadisi İmam-ı Buhari Ebu Hureyre’ye isnat ederek rivayet etmiştir. Şöyle dedi: Süleyman aleyhis selam bu gece doksa hanımımı gezeceğim. Her biri Allah yolunda cihad edecek bir çocuk doğursun, arkadaşı ona dedi ki, Süfyan ona dedi ki (yani melik); İnşaallah de! Unuttu, hanımlarını dolaştı, hiç biri bir çocuk doğurmadı, sadece biri bir çocuk parçası doğurdu. Ebu Hureyre dedi ki; İnşaallah deseydi, sapmazdı, ihtiyacına da kavuşurdu. Bir kere de şöyle dedi; Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: İstisna etseydi sapmazdı.
Allah ona rahmet etsin, alim olduğu gibi, aynı zamanda Rabbani idi. Âlim olmadan önce çocukluğundan beri Rabbani idi. O dosdoğru birisiydi. Hayatının başlarında doğru görüşlü sofilerle uzun bir müddet yaşadı. Gece onlarla kalkardı, Bidattan arınmış zikir halkalarına onlarla beraber katılırdı. Öğüt ve terbiye konusundaki derslerini dinler ve ondan etkilenirdi. Onlardan evrad ve zikrlerini aldı ve bu zikirleri devam ettirmeye dikkat etti. Günlük Kur’ânî virdi vardı. Devamlı yaptığı bir virdi vardı. Bu vird de hatıralarında anlattığı üzere Razûkiye virdidir.
Davetçilerden ona refakat edenlerden birisi; onun hakkında şöyle konuştu; Mukim olsun, seferi olsun gece namazına riayet ettiğini, uzun yolculuğun yorgunluklarının onu meşgul etmediğini, (şiddetli sıcak topraklarda yaptığı yolculuklardı) gece kıyam programını bozmadığını söyledi. Yanında olanları ise uzun yolculuk, yorgunluktan dolayı gece namazından alıkoyardı.
İhvan-ı Müslimin üçüncü mürşidiâmmı Üstad Ömer Telmesani şöyle dedi: Bir gün onunla beraber bir yere gittik, törenden sonra, bir evde dinlenmek için ikinci kata çıktık, o yolculuklarda maddi kolaylıklar vardı. Kalplerde huzurla doluydu. Onunla içinde iki yatak bulunan bir odaya girdik. Her yatağın üstünde bir cibinlik vardı. Çünkü mıntıka sivrisinek sürüleriyle doluydu. Öyleleri ancak insanın kanını emerek kanardı. Cibinliğini bıraktı. Onun yaptığı gibi bende diğer yatakta yaptım. (Aynı şeyi yaptım)
Yorgunluk bende had safhaya ulaşmış. Beni endişe kapladı, uykum kaçtı. Yaklaşık beş dakika sonran hazret bana: “Ömer! Uyudun mu?” diye sordu. Ben: “Henüz yatmadım” cevabını verdim. Belli aralıklarda soruyu tekrar edince ben bundan sıkıldım ve kendi kendime şöyle dedim: “Benim içinde bulunduğum yorgunluk ve endişe yetmezmiş gibi arttırmaya mı çalışıyorsun. Uyumama müsaade etmeyecek misin?”
Bu benimle nefsim arasında cereyan eden sessiz bir diyalogdu. Sorularına cevap vermemeye karar verdim. Ona uyuyor gibi yaptım. Uyuduğumdan emin olduktan sonra, yatağından yavaşça indi, kapının yanındaki takunyayı (eline) aldı. terliksiz tuvalete kadar gitti. Sonra abdest aldı, küçük bir seccade aldı, yattığımız odadan uzakta salonun uzak noktasına gitti ve Allah’ın dilediği bir süre namaz kıldı. Bende (bu sırada) uyudum.
Dünya nimetlerinden yüz çeviren ve zahid Hasan El Benna
Hasan el-Benna, ne kavmi ne cemaati ne de diğer insanlar arasında, her istediğini yapan ve lüks içinde yaşayan biri değildi. Aksine, dünya nimetlerinden yüz çevirmiş, Dünyaya ve dünya malına karşı zühd içinde yaşar, yiyecek, giyecek ve uykudan az bir şeyle yetinirdi. Hazreti Ali’nin: “Ey Dünya! Benden başkasını aldat” sözünü kendine örnek alırdı. Basit bir hayatı tercih eder ve lüks otellerde yatmayı kerih görürdü.
Hasan el-Bennâ’nın bu zühd içinde yaşamayı tercih etmesinin sebebi, Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in: “Dünyada zahid ol; Allah seni sever ve insanların elindekilerine göz dikme, insanlar da seni sever” buyruğuna uyma isteği sebebiyledir.
Üstad Sadeddin el-Vuleylî şöyle der: Gecenin geç vaktinde, genel merkezde beş kişiden fazla, yemek yemek için Hasan el-Bennâ’nın evine girdik. Bizi bırakıp gittikten bir müddet sonra, çocuklarının yemeğinden artan birkaç ekmek, birkaç salatalık, biraz zeytin, bir parça peynir ve biraz tuzla geldi ve: “Yiyiniz, bu benim akşam yemeğimdi. Yemeklerin en hayırlısı, çok kişinin el attığı (yediği) yemektir” dedi. Besmele çekerek yedik ve doyup Allah’a hamd ettik.
Derim ki: Doğru söyledin. Vallahi! Onun yemeği diğer insanların yemeğinden farklı değildi ve o kendisine getirilen yemekten başkasını istememiştir. Sadeddin de beraberindeyken Hasan el-Bennâ’nın içinde bulunduğu uçak düşünce, Suriye’deki Müslüman kardeşler kendisini ağırlamak istediler ama, kendisi için Orient Palas’ta yer tutmaktan başka çare bulamadılar.
Gece yarısı, Ömer Behâ el-Emîrî bizi uyuyup istirahat etmemiz için çağırdı. Hasan el-Bennâ, otelin kapısının önünde durunca şaşkınlık içinde: “Ey Ömer! Filistin’deki mücahid kardeşlerimiz Berîc karargahında, Suriye’de insanlar yeri döşek, semayı yorgan edinmişken biz, bu hoş, yumuşak yataklı, güzel yemekleri olan yerde mi geceleyeceğiz! Vallahi, kardeşlerimin evlerinden birinde hasırın üzerinde yatıp kolumu kendime yastık yaparak uyumam, benim için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır” dedi.
Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesi’nin eski rektörü Dr. Abdulaziz el-Hayyât, Hasan el-Benna ile karşılaşmasını şöyle anlatır: Bir defasında Ramazan bayramından iki gün önce, ikindiden sonra mektebindeyken, oğlu Yusuf İslam gelip kendisine bayram içi bir çizme almasını isteyip yırtılmış olan ayakkabısını gösterdi.
Hasan el-Benna: “Sonra alırız” dediğinde çocuk ağlayınca, ayakkabı alacak parası olmayan babanın gözleri yaşardı. Oradakilerden biri kendisine ayakkabı almak isteyince Hasan el-Benna buna engel oldu ve oğluna, ayakkabıyı alacağını söyledi. Daha sonra, ayakkabı parası ve bayram masrafını borç olarak bulduğunu öğrendik. Eğer isteseydi, Müslüman kardeşlerin malları onun elindeydi. (Bunlardan harcayabilirdi).
Filistin müftüsü Emîn el-Hüseynî der ki: Hilmiyyetu’l-Cedîde’deki (Kahire’de bir semt) evinde kendisini ziyaret ettiğimde, evinin basit olduğunu ve yerde sadece bir kilimin bulunduğunu gördüm. Bütün hali onun dünya nimetlerinden yüz çevirdiğini ve kanaat içinde yaşadığını göstermekteydi. Robert Jackson der ki: Evindeki haliyle ve giyimiyle zahitlik örneğiydi. Basit olan odasında bir döşek, eski bir seccade ve büyük bir kütüphane vardı. Yaşantı açısından normal bir insandan farkı yoktu.
Onun gayet basit bir hayat yaşadığını görürdü. Bazen bir kulubede uyur, sekilerde oturur ve kendisine ne getirilirse onu yerdi. Bazen, kimseyi tanımadığı bir şehre girer, mescide gidip insanlarla namaz kılar, namazdan sonra da (cemaate) İslamdan bahsederdi. Bazen namazdan sonra insanlar çevresinden dağılınca Mescidin hasırlarının üzerinde yatıp, çantasını başının altına koyar ve paltosuyla örtünürdü.
Suriyedeki Müslüman kardeşlerin eski genel murakıbı Adnan Sadiddin, ilk murakıbı Dr. Mustafa Sibâi’nin şöyle dediğini söyledi: “Hasan el-Benna’nın şahsiyetinin anahtarı zühde sarılması, bencillikten uzak durması, Dünyalık olan şeyleri ve bunları düşünmeyi veya bunlara ehemmiyet vermeyi terk etmesidir. Onun evine girenler, Ahmed bin Hanbel gibi büyüklerin yüzündeki zahidlerin suretini, onun yüzünde gördüklerini söylemişlerdir.
Üstad Ömer et-Telmesânî, Hasan el-Benna’nın yemeğinden bahsederken şöyle demiştir: Ne zaman genel merkezde onunla birlikte yemeğe kalsam benimle şakalaşıp: “Bugün yemek pişirdik, gel bizimle yemek ye” veya: “Bugün yemek pişirmedik, git ve karnını doyurabileceğin bir yerde ye” derdi.
Bir gün kendisiyle Şebîn el-Kevm’de, arkadaşlarının düzenlediği bir törene katıldım. Yatsı namazından sonra, kardeşlerin saf halinde oturduklarını gördüm. Yemek getirildiğinde, gelen yemeğin, yumurta ve eskiden kalmış peynir olduğunu görüp, kulağına eğilerek: “Beni buraya aç bırakmak için mi getirdin?” dedim. Kısık bir sesle bana: “Sus! Allah ayıbını örtsün!” deyip, kardeşlerden birisini çağırıp pişirilmiş et ve üzüm getirtti.
Hasan el-Benna, 1946 yılında, Müslüman kardeşlere ait günlük bir gazeteyi neşredebilmek için Maârif bakanlığındaki görevinden istifa etti. O zaman elinde bir aylık yetecek kadar bile parası yoktu. Gazete idaresi kendisine aylık yüz cüneyh bağladı ama o bir kuruş bile almayı kabul etmedi. O zaman gazete de maddi sıkıntı içindeydi.
Gazetenin idaresinde ve yayınınca çalışıp çaba göstermeye devam etti ve 1946 ve 1947 sonunda ihtiyaçları için harcamak üzere girdiği borç beş yüz cüneyhe ulaştı. Şihâb adındaki aylık dergiyi neşretmeye başlayınca, öğretmenlikten istifa ettiği zaman aldığı kırk cüneyh aylığı bu dergiden almaya başladı. Bu parayı kendine, evine, ailesine ve çocuklarına harcıyor, aynı zamanda, diğer kardeşler gibi davet için kendisi de bu aylıktan katkıda bulunuyordu.
Üstad, ticaret şirketine beş hisseyle, Müslüman kardeşlerin gazete çıkarmak için kurdukları şirkete dört hisseyle, yine Müslüman kardeşlerin basım için kurdukları şirkete üç hisseyle ortak oldu ama ödemesi gereken taksitleri zamanında ödeyemeyince, kalan taksitleri kendisi ödemek şartıyla bütün hisselerini Müslüman kardeşler genel merkezine devretti.
Anlatıldığına göre Üstad, Maarif bakanlığındaki görevinden istifa edince, hiçbir geliri yoktu. Kardeşlerden birisi nereden geçineceğini sorunca ise Hasan el-Benna: “Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem Hazreti Hatice’nin malından yiyordu. Ben de Hatice’nin kardeşinin malından yerim (kaynını kastediyor)” cevabını verdi.
Üstün davetçi ve eğitimci
Hayatının bu yönüne baktığımızda, küçüklüğünden beri Allah’a davet eden biri olduğunu görürüz. O henüz okulda okurken, sonra Dâru’l-Ulûm’dayken, sonra buradan mezun olunca ve İsmâiliyye’de öğretmenlik yaparken insanları hep Allah’a davet ederdi. İnsanları Allah’a davet ederken harcadığı çaba ve onlarla ilişki kurup, bilenin de bilmeyenin de, işçinin de, tarlasında çalışan çiftçinin de anlayacağı şekilde basit bir dille konuşması, onu diğer davetçilerden ayıran en önemli özelliklerindendir.
Evet, o, üniversitedeki hocaya, okuldaki öğretmene, üniversitedeki ve lisedeki öğrenciye, zengine ve fakire, âmire ve memura kolayca anlayacakları şekilde davasını anlatır ve Allah’ın dinini yaymada kendisine yardım etmelerini söylerdi. Dinleyenler onun bu davetini o kadar çabuk anlayıp kabul edelerdi ki, Allah onun eliyle Rabbine iman eden, Resûlünü seven ve Allah’ın kanunlarıyla amel eden bir nesli hidayete kavuşturdu.
Onun ömrünün çoğu insanlara İslam’ı öğretmek, onlara doğru yolu göstermek ve işlerini imanın değerlerine ve İslam ahlakına uygun bir şekilde yürütmek için geçti. Mevkibu’d Da’ve’de şöyle der: Hasan el-Benna, on dokuz yılını yeryüzünün değişik yerlerine yolculuk yaparak geçirdi ve bu yolculuğundan kastı sadece ümmeti uyarmak ve geçmişteki güçlü hallerine kavuşturmaktı.
Merhum Hasan el-Bennâ’nın, davet için bin köyden fazlasını ziyaret etmesi ve bu ziyaretlerinde yazın sıcağına katlanması bile (onun davet açısından üstünlüğünü anlatmaya) yeterlidir. O bu yolculuklarını uçaklarla değil, tren veya otomobille yapardı. Bazen bir köyden diğerine bineklerle veya yaya olarak giderdi. Amerikalı yazar Robert Jackson Hasan el-Benna er-Reculu’l-Kur’ânî adlı kitabında, Hasan el-Benna’nın on beş yılda, bin köyden fazlasını ziyaret ettiğini, birçok köyü defalarca ziyaret ettiğini söylemiştir. Bir başkası ise, davetini yaymak için üç bin köyü ziyaret ettiğini söylemiştir.
Onun sabrı hakkında ise şöyle demiştir: Onun en çok şaşılacak yönü, yüksek yerlerde binekler üzerinde ve yazın olan yolculuklarıdır. Bu zamanlarda Mısır’ın kıble tarafı sıcaktan kaynar. Bu mevsimde insanlar bir yerden bir yere, ya trenle, ya otomobille veya binekle giderdi. Sadece çok yakın yerlere yürüyerek gidilirdi. Bu yolculukları sırasında onun gayet güçlü ve iradeli olduğunu görürsün. Ne yakan güneş ve yolculuğun yorgunlukları onu etkiler, ne de bunlardan rahatsız olurdu. Onun bir ok gibi fırladığını ve etrafındakilerle konuşup, onları da dinleyerek davetini tafsilatlı bir şekilde anlattığını görürsün.
Onun konuşmaları insanların kalbine ve aklına tesir ederdi. O konuşurken açık ve anlaşılır bir üslupla konuşur, onu dinleyen, konuşma uzasa bile susmasını istemezdi. O anda bir başkası konuşsa, birkaç dakika içinde insanlar usanırdı. Konuşurken, dinleyenlerin seviyesini dikkate alır ve dinleyicilerin problemlerine münasip bir üslupla değinirdi. Onun hitabı, nefisleri, akılları ve kalpleri ıslah ederdi. Onu dinleyenler, merhuma derin bir sevgi, saygı ve takdir duyarlar, onun kendilerine doğru yolu gösterdiğini, onların başarılı olmalarını istediğini, dünya ve ahiretleriyle ilgili kendileri hakkında hayır istediğini hissederlerdi.
Muhatapların durumuna göre hitab etmesi, onlara sevgisini hissettirmesi ve dertleriyle ilgilenmesi sebebiyle değişik yaşta, değişik fikirde ve değişik mesleklerden insanlar onun davetine icabet etmişlerdir. Onun davetine; öğrenci, öğretmen, üniversite hocası, tarihçi, hukukçu, eğitimci, genç, ihtiyar, kadın, erkek, tüccar, fakir, zengin, filozof ve başka sınıflardan insanlar icabet etmişlerdir. Gerçekten o üstün bir davetçi, canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad edecek temiz ve âbid bir nesil yetiştirmede başarılı bir eğitimciydi.
Hasan el-Bennâ bu nesil için şu örneği verirdi: Bir genç İngiliz ordusunda terziydi. Üst rütbeli komutanlardan birinin eşi bu terziyi evine çağırdı ve onunla yalnız kalıyor, her türlü yolu deneyerek yoldan çıkarmak istiyordu. Bu genç kadının isteğini reddedip ona nasihat ediyor, korkutup azarlıyordu. Kadın, bu genci, kocasına kendisine saldırdığını söylemekle tehdid etti ama genç yumuşamadı. Sonra tabancayı göğsüne dayayıp tehdid etti ama genç yerinden bile kımıldamadı ve: “Ben Âlemlerin Rabbinden korkarım” dedi.
Bunun üzerine, kendisini öldürmeye kalktığını, polise, evinde kendisine saldırdığını ve tecavüz etmek istediğini bildireceğini söyleyerek tabancayı gencin göğsüne dayadı. Bunun üzerine genç gözlerini kapatarak: “Lâ İlahe illallah Muhammedun resulullah” diye bağırdı. Kadın bu çığlık üzerine irkildi ve endişeye kapılarak silahı elinden düşürdü. Sonunda kadın genci evinden çıkarmaktan başka çare bulamadı. Genç te oradan çıkıp Müslüman kardeşlerin bulunduğu eve gitti.
İmam Hasan el-Benna bu nesli ölümüne cihad edecek şekilde yetiştirdi ve bu neslin kahramanlıkları Filistin topraklarında görülmüştür. Yetiştirdiği nesli: “Sizler, bu ümmetin kalbine akıp onu Kur’ânla dirilten yeni bir ruhsunuz. Siz, maddenin karanlığını Allah’ı tanımakla aydınlatan ışık, Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in davetini yüksek sesle tekrar eden bir sessiniz. Şu bir gerçektir ki siz, bütün insanların terk ettiği bu davayı yüklenen kişilersiniz” şeklinde tarif etmiştir.
Hasan el-Benna gençleri yönetmesini iyi bildi. Halbuki gençlik genelde itaatten en çok uzak duran kesimdir. Hasan el-Benna gençlere ruhlarını fikirlerini ve akıllarını dolduracak şeyleri verip onlara, doyurucu bir İslami kanaat fikri yerleştirdi.
Gerçekten Hasan el-Benna bir eğitimci, mücahid ve davetçiydi. O bir mücahitti ve kalplerinde cihadın gerçek manada yerleştiği mücahid bir nesil yetiştirdi. Şehadet, hem onun hem öğrencilerinin kalplerinin içine yerleşti. Allah ona facir ve zani bir kralın eliyle şehadeti nasib etti. Yetiştirdiği neslin çoğu ise şehadeti dünya lezzetlerine tercih ettiler. Bu nesil Allah’tan sıdk ile şehitliği istediler, Allah ta onlara şehitliği nasib edip şehitlik için kendilerini seçti. Allah bu konuda: “…Ve sizden şehidler alması, şahitler tutması için böyle yaparız…” (Âl-i İmrân,140) buyurmaktadır.
Bu mücahidlerden biri de Abdulvehhab el-Betânûnî’dir. Bu kişi cihad etmek ister, annesi ise buna engel olurdu. Çünkü Abdulvehhab annesinin tek oğluydu ve babası vefat etmişti. Sonunda Şeyh Yusuf el-Kardâvî rica edince, annesi gözyaşları içinde oğlunun cihad etmesine izin vermişti. Abdulvehhab’ın yaşı, Filistin’de cihad etmesine engeldi ama Yusuf el-Kardâvî ve yanındakiler, Hasan el-Benna’dan rica edince, Hasan el-Benna Abdulvehhab’ın Filistin’de cihada katılmasına izin verdi.
Bunun üzerine Abdulvehab o kadar sevindi ki, Üstad Bahî el-Havlî onun hakkında: “Abdulvehhab’da şehidlerin sağlığı vardır. Onu her gördüğümde, yüzünden şehidlik kanının aktığını görür gibiyim” dedi. Abdulvehhab, kardeşlerinden iki kişiyle, Yahudilerin cephanesini patlatırken şehid oldu. Yahudiler cephaneliğe girince, onlar patlayıcı dolu sandıkları patlatınca cephanelik bir enkaz yığınına döndü ve üçü de şehid olarak İlliyyîn cennetine gittiler.
Çiftçi olan Uzun Hasan ismini gönüllüler arasına yazdırdı ve cihad ederek Kudüs’ü savunmak için silah almak için mandasını sattı. O mıntıkanın başkanı Hacı Ahmed el-Biss: “Ey Hasan! Mandayı çocukların için bırak. Kendinin, canını avucuna koyarak cihada katılman yeterlidir. Canıyla cihad etmeyen senden başkası da malıyla cihad etsin” deyince Hasan şöyle karşılık verdi: “Yüce Allah, canınızla cihad edin mi diyor? Yoksa, malınızla ve canınızla Allah yolunda cihad edin mi diyor? Allah bizden sadece canımızı mı, yoksa cennet karşılığı hem malımızı hem de canımızı mı satın aldı?” yoksa “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır…” (Tevbe, 111) ayetini unuttunuz mu? Yoksa siz, karşılığını vermeden malı almamızı mı istiyorsunuz?”
Mücahid kardeşlerden duyduğum şey ne kadar güzel. Onlar, yıkanıp abdest alarak, kalplerinde iman, ceplerinde mushaflar ve ellerinde silahlarla savaşa girince ölümü nasıl karşılıyorlardı. Onlardan birine kurşun isabet edince tekbir getirip şehadet kelimesini söylüyor ve: “Ey Rabbim! Razı olman için (Sana gelmek için) acele ettim” diyordu.
Hasan el-Benna’nın tevazusu
Tevâzû, büyüklük ve büyüklenmenin tersidir. Tevazu, şeran, aklen ve örfen övülen bir haslettir. İnsanların büyüklük taslaması ise şeran zemmedilmiştir. Büyüklük, sadece Allah’ın zatına mahsustur ve müslümanın büyüklük taslaması helal değildir. İnsanlar da büyüklük taslayanı ve kendilerini insanlardan üstün görenleri sevmezler.
Tevazu insanlara kanat germektir ve bu da, zengin olsun fakir olsun, şehirli olsun köylü veya kırsalda yaşayan olsun onlarla beraber olmak, onlarla yemek, onlarla içmektir. Giyimde de gösterişten uzak durmaktır. Tevazu, insanlarla konuşmayı, onlarla muamelede bulunmayı, iyilik yapmayı, büyüklere saygılı olmayı ve küçüklere merhamet etmeyi de içine alır.
İmam Hasan el-Benna, hayatıyla, giyimiyle, oturmasıyla, yürümesiyle, insanlarla konuşmasıyla ve onlarla yiyip içmesiyle çok mütevaziydi. El-İhvanu’l Müslimin ve’l cemaatu’l İslamiyye’de şöyle der: Hasan el-Benna’nın özelliklerinden biri de mütevazi olmasıdır. O, yerde oturulacağı zaman hasır üzerinde oturur, oturmak için sandalye gibi şeyler dizilince ise en son saflarda otururdu ve o kadar büzülürdü ki neredeyse görünmezdi. O kadar tevazu gösterirdi ki neredeyse tanınmazdı. Çoğu zaman en ucuz kumaşlardan yapılmış basit bir elbise giyerdi.
O kendi görüşünü beğenip karşısındakinin görüşünü değersiz saymazdı. Şöyle derdi: “Biz, bu meselelerde fetva verirken, bu meseleler hakkında bildiğimizle açıklama yapıyoruz. Bizim bu konudaki inancımız bize açıklanan delillere göredir. Hiç kimseyi, bizim inandığımız gibi inanmaya zorlamayız, nefsimizi de temize çıkarmayız. Çünkü biz farkında olmadan hata yapmış olabiliriz. Bizim eksiğimizi gösterene, hatalarımızı söyleyene merhaba. Biz görüşümüzü söyleriz, başkasının görüşüne de saygı duyarız. Bizimle aynı görüşte olmayanı kırmayız. Bizi İslam dairesi bir araya getirmektedir.”
Ürdün Üniversitesi eski dekanı Dr. Abdulaziz el-Hayyât, Hasan el-Benna ile ilk görüşmesini anlatırken şöyle der: Merhum Hasan el-Benna’nın ofisine makamında oturyordu ve biz girince kalkıp yanımıza oturdu. Bu tevazusundan dolayı benim içimde kendisine karşı büyük bir saygı hissi oluştu. Ben, on yedi yaşında yeni bir öğrenciydim, o ise büyük bir üstattı ve buna rağmen küçük yaştaki misafirine, başkasından görmediğimiz şekilde ihtiramda bulunuyordu.
Tevazusundan dolayı, küçük olsun büyük olsun kendisini davet edenin bu davetine icabet ederdi. Hasan el-Benna, benim ve arkadaşımın Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in mevlidi sebebiyle verdiğimiz yemek davetimi kabul etmişti. Onunla birlikte kırk kişiyi davet etmiştik. Kendimizin yaptığı Hama köftesi, maklube ve Nablus künefesini takdim ettik. Hasan el-Bena, tadını beğendiği maklubenin adını sorunca: “Maklube” dedik. Hasan el-Benna: “Ma’dule (doğrultulmuş)” dedi. Nablus künefesi için ise: “Bu tatlıların güzellik kraliçesidir” dedi.
Onun tevazusuna verilecek birçok örnek vardır: Fakir, işçi, çiftçi, küçük ve büyüklerle oturması, fakirlerin ve zayıf insanların isteklerine cevap verip onlara yardım etmesi, onlara hizmet etmesi, yemekleri az olsa ve tatlı olmasa bile fakirlerin davetini kabul etmesi onun tevazusuna örnek verilebilir. Toplumun ileri gelenlerinin çoğu bunları yapmaktan kaçınırken Hasan el-Benna bunları sever ve hiç gocunmadan yapar, küçük olsun büyük olsun herkesle konuşurdu.
İhvanı Muslimin’in mürşidiâmmı, Zikreyât lâ Müzekkirât adlı kitabında şöyle der: Bir defasında Hasan el-Benna ile Abbâsiye nahiyesindeki Muhammediyye ilkokuluna gittim. Orada bir konuşma yapacaktı ve bana da onlara bir konuşma yapmamı istedi. Ben ona şaşkınlıkla bakıp: “Ben hakim ve müsteşarlar karşısında savunma yaparken, çocuklardan başka konuşacağım kimse kalmadı mı!” deyince tebessüm edip: “Sen bırak” deyip yazı tahtasına doğru gidip çocukların arasında durdu ve onlardan biriymiş gibi onların şivesiyle ve konuştukları dille konuşmaya başladı. Konuşmanın sonunda, merhamet dolu konuşmasından, çocukça hareketlerini görmezden gelmesinden dolayı çocukların etrafını sarmasına, ona bağlanmalarına, kendilerini bırakmalarını istememelerine şaştım kaldım.
Sanki tevazuyu, çocuklarla konuşan, onların arasına karışan ve oynayan, o toplumun sevdiği hareket olan ağzındaki suyu çocuklara püskürten Allah’ın Resûlünden öğrenmişti. Sahihi Buhârî’de nakledildiğine göre Mahmud bin er-Rabî der ki: “Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in ben beş yaşındayken bir kovadan yüzüme su püskürttüğünü hatırlıyorum.”
Allah’ın Resûlü ok ataç çocukları görünce onlara katılır ve: “Atın ey İsmâil’in oğulları! Babanız da atıcıydı. (ok atan gruptan birini kastederek) Ben falan oğullarını tutuyorum” derdi. Bunun üzerine çocuklar onun elini tutunca: “Ne oluyor?” diye sordu. Çocuklar: “Sen falan oğullarının tarafını tutarken bir nasıl ok atacağız?” karşılığını verdiler. Bunun üzerine Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem: “Atınız. Ben hepinizle beraberim (yani bazen bir tarafı desteklerken, öbüründe diğer tarafı desteklerim)” buyurdu.
Suriye’nin Hama şehrinden olan Şeyh Muhammed el-Hâmid der ki: Hasan el-Benna’nın “İslam’da İslam” adlı konferansını dinledim; konferansta dokuz hata bulup not ettim ve kendisinden başka hiç kimsenin görmemesi için bu notları kendisine bir zarf içinde gönderdim. Başka bir konferansında Hasan el-Benna şöyle dedi: “Şeyh Muhammed el-Hâmid el-Hamevî’den, geçen hafta “İslam’da İslam” adlı konferansımda dokuz hata yaptığımı bildiren bir not aldım. Birinci notta el-Hâmid şöyle şöyle diyor, ben ise şöyle şöyle demişim. Doğru olan Şeyh el-Hâmid’in görüşüdür. Böylece sekiz notu saydı ve hepsinde de: “Doğru olan Şeyh el-Hâmid’in görüşüdür” dedi. Dokuzuncusu hakkında ise: “Bu konuda caiz olan iki görüş vardır ve tercih edilen görüş el-Hâmid’in görüşüdür” dedi.
Ömer et-Telmisânî, Zikreyat Lâ Müzekkirât adlı eserinde şöyle demiştir:Kardeşlerden birisi Filistin’deki mücahidlere katılınca, bu kişinin babası, Hasan el-Benna’nın oğluna tesir ederek katılmasına sebep olduğunu zannederek İhvanı Müslimin genel merkezine gelerek, Hasan el-Benna ile ağır konuşarak tartışmaya, oğlunun Filistin’deki mücahitlere katılmasının sebebinin kendisi olduğunu söylemeye başladı.
Hasan el-Benna, babalık hislerinin böyle demesine sebep olduğunu anlayıp kendisine güzel sözler söylemeye ve oğlunu Filistin’den geri getireceğini vaat etmeye başladı. Sonunda adam ikna oldu. Adamın gözleri zayıftı ve ayakkabısını odanın kapısında bırakmıştı. Adam çıkmak için davranınca, hiç hesap etmediği bir şeyle karşılaştı. Hasan el-Benna’nın eğilip ayakkabılarını kendisine getirerek ayaklarının altına koyduğunu gördü. Hasan el-Benna’ya çok kaba davrandığı için, kendisinden böyle bir şeyi beklemeyen adam şaşkınlık içinde kalmıştı. Hasan el-Benna böyle yapmakla adamın içindeki bütün kızgınlığı giderdi.
Fuad Şirin Paşa der ki: Şeyh mükemmel bir tevazua sahipti. Hiçbir zaman kendi nefsinden bahsetmedi, yaptıklarıyla öğünmedi, bütün Arap memleketlerine yayılan bir topluluğa başkan olduğunu hissetmedi. Ama insanlar onun geniş ilmi ve örnek olan güzel şahsiyetini takdir ettiler.
Sadeddin el-Vuleylî der ki: Diğer insanlar gibi bir gün Üstad’a, 1946 yılındaki kutlamalarda çıkan olaylarla itham edilmem sebebiyle ecnebilerin hapishanesinden çıkmam münasebetiyle güzel bir münasebetle çekilen bir hatıra fotoğrafı hediye etmek istedim. Fotoğrafa şunu yazdım: “Mümtaz lider, mümtaz mürşid ve sevgili kardeşime.” Fotoğrafı verdiğimde kabul etti ve yazıyı okuyup bitirince bir kalem alarak yazının iki bölümünü çizdi. Sonra başını kaldırdığında gözlerinin yaşardığını gördüm. Memnun olmuş bir şekilde bana tebessüm ederek: “Azizim! “Sevgili kardeşime” yazman yeterlidir” dedi.
Tevazusundan dolayı trenle yolculuğa çıkınca, Trenin en düşük kalitesi olan üçüncü sınıfta giderdi. Bir defasında büyük bir törene katılınca, oradakilerden birisi kalkıp yüksek bir sesle Hasan el-Benna’yı övmeye başladı. –Bu tür münasebetlerde liderlere bu şekilde davranmak yaygın bir şeydi- Hasan el-Benna böyle yapılmasına razı olmayıp adamı susturdu ve: “Gayemiz Allah, önderimiz Resulullah, Anayasamız Kur’an, yolumuz Cihad, en yüce arzumuz; Allah yolunda ölmektir. Allah en Yücedir ve Hamd Allah’a mahsustur.”
Hasan El Benna’nın hafızasının kuvveti
Onunla yaşayanlar ve onun talebesi olanlar Hasan el-Benna’nın kuvvetli bir hafızası olduğunda hemfikirdirler. İlk defa karşılaştığı kişilerin isimlerini ezberler, durumlarını ve ailelerinin durumunu öğrenip tek tek durumlarını sorardı. Şeriat fakültesinin rektörü Dr. Abdulaziz el-Hayyât der ki: İhvan, milli bir günü beş bin kişilik bir grup bir araya gelince, emniyet güçleri toplanmalarına engel olmak istedi.
Bunun üzerine halk galeyana geldi ve emniyet güçlerine karşı gelmek istediler. İmam el-Benna bunu öğrenince koşarak geldi ve onları sakinleştirip (akacak) kanlarını ileride İngilizlerle yapılacak savaşa saklamalarını söyledi. Sonra bu beş bin kişiyle tek tek tokalaşmaya ve her birinin ismini zikretmeye, babasını ailesini, eğer problemi varsa problemini sormaya başladı. Hepsiyle tokalaştı ve hiç birinin ismini durumunu ve problemini unutmadı.
İhvanı Musliminin onuncu genel toplantısı 20 Şevval 1365 (Ağustos 1946) Perşembe günü yapıldı. Toplantı bittikten sonra, değişik yerlerden gelen binlerce temsilci bir araya geldi ve Üstad vaktinin bir kısmını onlarla geçirmek için geldi. Kendisine üzerine çıkması için bir şey getirdiler, Hasan el-Benna onun üzerine çıkınca, binlerce kişi olan bu kardeşler tek tek selam vermek için geldiler. Ben, selam verme sırasının bana gelmesi için Üstad’ın yakınında bir yerde durdum.
Kardeşlerden birinin Üstad’a: “Beni hatırladınız mı?” diye sorduğunu duydum. Üstad tebessüm ederek: “Evet, seni iyi hatırlıyorum. İhvanın toplantısında şöyle şöyle bir şiir okuyan sen değil misin?” karşılığını verdi. Soruyu soran kardeş duyduğundan hayrete düşerken ben de olanlardan şaşkındım. Üstad, oradakilerin bazen ismini, bazen de künyesini veya selam verenin, Üstad’ın, kendisini iyi bildiğini gösterecek bir özelliğini söyleyerek selam vermeye devam etti.
Bazen de selam verdiği kişilerin özel durumlarını veya hayatındaki önemli bir şeyden bahsederek uzun süre kalıyordu. Üstad, sabah ezanı okuyuncaya kadar bu şekilde oradaki kardeşlere selam vermeye devam etti. Söylendiğine göre kardeşlerden bazıları, Üstad’a bir daha selam vermek için geri (selam verilmeyenlerin arasına) dönüyordu. O zaman da Üstad mutlu ve mütebessim bir şekilde: “Bu ikinci” veya “Üçüncü” diyordu.
İhvan-ı Müslimin’in yedinci genel mürşidi Muhammed Mehdi Akif, Hasan el-Benna’nın talebelerle buluşmasından bahsederken – Muhammed Mehdi Akif te onlardan biriydi- şöyle der: Bizleri tek tek tanırdı ve hakkımızdaki her şeyi bilirdi. Düşün ki; benim on bir erkek, bir de kız kardeşim olduğunu, babamın sert biri olduğunu, akşam sekizden sonra kardeşlerimden hiç birinin dışarıda kalmasına izin vermediğini bile biliyordu. Saat sekiz olunca da (geç kalmamdan dolayı) babamla aramda problem olmaması için beni uyarırdı.
Şu olay da onun hafızasının kuvvetini tekid etmektedir: Tâha Hüseyin, Müstakbel es-Sekâfetu Fî Mısr (Mısır’ın kültürel geleceği) adlı kitabını çıkarınca, Mısır’da büyük bir gürültü kopardı. İman Hasan el-Benna bu kitabı, Mısır alimleri ve edipleri huzurunda, Müslüman gençlerin önünde eleştirmiş ve şöyle demiştir: Bu kitabın yanlış olduğunu kendi görüşümle değil, ktabın kendisiyle ispat edeceğim.”
Sonra kitaptan bir ibareyi alıp, aynı kitapta onun tersini söyleyen başka bir ibareyi de ezbere açıktan sayfa numaralarını vererek okudu. Bunun üzerine Dr. Durdeyr, Hasan el-Benna’dan, okunan ibareleri ve sayfaları görmek için kitaptan bir nüsha bulana kadar süre isteyip kitabı buldu ve Hasan el-Benna’nın okuduklarını kitaptan harf harf, sayfa sayfa takib etti. Bunun üzerine Dr. Durdeyr, el-Bennâ’nın kitabı eleştirmekte haklı olduğuna ikna oldu.
Hasan El Benna’nın cesareti
Hasan el-Benna’nın cesareti, kalbinde taşıdığı akideden gelmektedir. Çünkü bu akideye göre rızık ve eceller Allah’ın elindedir. Korkaklık, ne ömrü bir an uzatır ne de rızkı bir kuruş arttırır. Doğru sözü söylerken cesur olmak ve zalimlere karşı durmak, rızıktan bir zerre tanesi kadar bile eksiltmez, ömürden de bir saniye veya daha az bir zaman bile eksiltmez. Eğer gerçek buysa korkakların gözleri uyumasın, korkaklık ve korkaklar yok olsun.
Hasan el-Benna’nın hayatını öğrenen, tağutlar kızıp intikam alacak olsalar bile onun hakkı söylemedeki cesaretini kolaylıkla görür. O, dinden, hakime kendisini sebepsiz olarak tutuklama sebebini sormayı, hesaba çekmeyi, acı da olsa hakkı söylemeyi öğrenmiştir. Aralarında kral Faruk’un casuslarının da bulunduğu büyük bir kalabalığın katıldığı Salı günü derslerinde, herkesin duyacağı yüksek bir sesle şöyle dedi: “Sormak istiyoruz: Mısır’ın ileri gelenleri Fâruk’a yakın durabilmek için, onun, toplumun mallarını talan etmesini ve utanmadan israf etmesini güzel gösterirken, Mısır’daki bir ailenin geliri ne kadardır?”
İhvanın tutuklanması kararı verilince, genel merkezdeki herkesi tutukladılar. Bunun üzerine Hasan el-Benna, tutukluların konulduğu araca binince kendisini indirdiler. Çünkü onun tutuklanılmaması emredilmişti. Kendisini zulmen öldürecekleri anlaşılınca, ona gözden kaybolması tavsiyesinde bulunuldu. O ise bunu kabul etmeyip kardeşleri ve davası için canla başla çalışmaya devam etti.
Hatta kendisine kurşun sıkılıp yaralanınca, düşmedi, arabanın kapısını açıp indi ve kurşun atanı yakaladı. Kurşun atan adamın arkadaşı yardıma gelip Üstad’a ateş açtı ve arkadaşını alıp gitti. Mısırlı olmayan ihlas sahibi bir alim kendisine işler yatışana kadar Mısır’dan çıkmasını, daha sonra geri gelmesini söyleyince: “Lider, savaş alanından kaçmaz” cevabını verdi. Şuan ismini hatırlamadığım bu büyük alim: “Üstadla, gözlerinde şehadet ışıltılarını görerek vedalaştım” demiştir.
Şehid olacağı gece rüyasında öldürüleceğini görünce, ailesine ve çocuklarına bu durumu anlattı ve buna rağmen davası için evden çıkmaktan vazgeçmedi. Ev halkı, ona dışarıya çıkmamasını rica etmelerine rağmen o bunu kabul etmedi ve: “Yüce Allah; “Nerede olursaniz olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir…” (Nisa 78) buyururken ölümden nasıl korkarız!” dedi.
Şehid olmadan iki hafta önce -O zaman Müslümanlar çok zor durumdaydı- bir kişi şöyle dedi: “Ey Üstad! Hakkında ve başına gelecekler konusunda birçok dedikodu var” deyince, Üstad: “Ne olacak, öldürülmek mi? Biz onun şehidlik olduğunu biliyoruz ve bizim emelimiz de budur” karşılığını verdi. Adam: “Peki Dâva ne olacak?” diye sorunca, Üstad şöyle cevap verdi: “Ben vazifemi yaptım, geriye adamlar bıraktım ve gözlerimle gerçekten onların adam olduğunu gördüm. Şimdi mutmain bir şekilde öleceğim. Ölmek istediğim şekil de şehid olmaktır.”
Bir gün silahı kendisinden alınan ve kendini müdafaa edecek bir şeyi bulunmayan Üstad, öldürülmesinden korkan birisine şöyle dedi: Hangi günümde ölümden kaçayım. Takdir edilmediği gün mü yoksa takdir edildiği gün mü? Takdir edilmeyen günden korkmam, Tedbir almak ta takdire karşı fayda sağlamaz. Müslüman gençlerin şairi Mahmud Cabr, Üstad’a olan şefkatini ve olayların kötüye gitmesinden dolayı başına bir şey gelmesinden korktuğunu, şehid olmasından birkaç gün önce dile getirip şöyle demiştir: Musibetlere tebessüm ederek bakıyor. Deniz de dalgaları görünce tebessüm eder.
Fırsatçıların, dünya malından az bir şey elde etmek için zalim liderleri karşılamaya can atarken, Hasan el-Benna, tağutlardan biri olan ve İsmâiliyye’ye gelen başbakan Sıtkı Paşa’yı karşılamayı reddetmiştir. Bu olayı anılarında şöyle anlatmaktadır: İsmâiliyye yönetimi Sıtkı Paşa’nın şehirlerine geliş haberiyle sarsıldı ve karşılama töreninde kimin konuşma yapacağını düşünmeye başladılar.
Hangi adi bilmiyorum, onlara benim adımı vermiş ve: “Devlet memuru olan falan kişi konuşma yapar” demiş. Beni, emniyet müdürlüğüne çağırdılar ve görevli polisle diğer idareciler bana mevzuyu anlattılar. Bunun üzerine çok kızdım ve: “Şimdi size istifamı yazarım. Eğer bir memurun, insanların istediği gibi hareket ettirebilecekleri bir eşya olarak görüyorsanız, benim değerimi Maarif bakanlığı değil ben tekdir ederim. Benim, kendimi bu konuma düşürmem de mümkün değildir.”
Şüphesiz ki bu sözleri söylemek cesaret işidir ve başbakanı ve maarif müdürünü Hasan el-Benna’ya eziyet etmeye sevk edebilirdi. Ama Hasan el-Benna buna önem vermemiştir. Dikkat çeken hususlardan birisi de, konuşma yapması için ismini vereni adi olarak saymasıdır. Bununla birlikte, dünya maslahatlarına önem veren kişilerin görüşüne göre bu kişi, Hasan el-Benna’yı başbakanla tanıştırmak ve ona dünyalık fayda sağlamak istemiş olabilir. Ama adam bu yaptığıyla, Allah’tan sevap beklerken, insanlardan da bir fayda sağlamayı ummuştur. Bu ikisi arasında da fark vardır. Birisi kişiyi alçaltırken, diğeri yüceltir.
Zikredilmeye değer konulardan birisi de, Filistin davasının, Hasan el-Benna’nın uykularını kaçırmasıdır. O, ömrünün çoğunu mukaddes ve İslami olan bu davaya adamıştır. O, Mısır’da ve diğer İslam ülkelerinde bu davaya gönül veren gençler yetiştirmek istemiştir. Bu sebeple yapılan mitinglerde önderlik yapmış ve hayatını tehlikeye atmış, yüksek dağ gibi kendini savunmuş ve düşmanlarına galip gelmiştir.
Tarihin bize bildirdiğine göre Hasan el-Benna, 1947 yılının aralığında Ezher’den yola çıkan yarım milyon kişinin yaptığı mitingin liderliğini yapmıştır. Bu mitingde bir konuşma yaparak insanları heyecana getirip cihada davet edince Mısırlı idarecileri çok kızdırmış ve hükümet, polislere göstericileri dağıtmasını emretmiş bu sebeple birçok gösterici yaralanmıştır.
Yaralıların başında gelen de kanlar içinde olan Hasan el-Benna’ydı ve buna rağmen polisler Ezherlilere düşmanlıklarına devam etmişlerdir. Hasan el-Benna o zaman polislerin, kendisini yalnız yakalayıp öldürmek için plan yaptıklarını anladı. Polislerin planı, göstericileri dağıtmak ve onu göstericilerden ayırarak öldürmekti.
Polis kuvvetleri Ezheri kuşatmayı başardılar ve göstericiler çıkarıldıktan sonra dağılınca içeride Hasan el-Benna kaldı. Ezherden son çıkan kendisiydi ve tek başınaydı. Yanında sadece talebelerinden birisi vardı. Atlı olan polisler etrafını çevirdiler ve Hasan el-Benna çok zor bir durumla karşı karşıya kaldı. Acaba Hasan el-Benna’nın bu durumdaki tavrı nasıldı?
Yanındaki kişi şöyle der: Burada Üstad müthiş bir şey yaptı. Etrafını çeviren ve onu öldürmek isteyen atlı polislerden birinin sopasını kaptı ve atların burunlarına tek tek vurdu. Burnuna darbe alan at, arka ayaklarını kaldırıp üzerindeki polisi yere fırlatıyordu. Hasan el-Benna bu şekilde bütün atlı polisleri düşürdü, sonra oradan ayrıldı ve kardeşler onun etrafında toplanıp genel merkeze götürdüler. Yüce Alah onu bu adi suikasttan kurtarmıştı. Şüphesiz ki, Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Bu mitingde, miting anında: “Cennetin kokusunu alıyorum” diye bağıran Muhammed Abdurrahim el-Ensârî şehid oldu.
1919 Devrimine katılması ve gösteriler ile grevleri yönetmesi
Hasan el-Benna hatıralarında, kendisi ve bu devrimde yanında olan öğrencisiyle faal bir şekilde çalıştığını, öğrenci komitesinin liderliğini yaptığını ve planları da komiteyle ilgili planları kendisinin yaptığını söylemiştir. Polis Mısır istihbaratı vasıtasıyla Hasan el-Benna’nın çalışkanlığını ve kendisiyle beraber olan komiteyi öğrenmişti.
Polis kuvvetleri, Hasan el-Benna ve öğrenci komitesinin üyelerinin bulunduğu evi basıp onları tutuklamak istediler. Ev, ihtiyar bir kadına aitti. Polis, ihtiyar kadına Hasan el-Benna ve talebeleri sorunca, kadın evde olmadıklarını söyledi. Bu sırada Hasan el-Benna ve yanındakiler, ihtiyar kadınla polis arasındaki konuşmayı duyuyorlardı. İhtiyar kadın polislere, onların sabah erken çıkıp bir daha dönmediklerini, kendisinin de semiz otlarını ayıkladığını söyledi.
Hasan el-Bena der ki: “Bu cevap beni rahatlatmadı ve çıkıp soru soran polise olanları açıkça anlatım. -İhtiyar kadın Hasan el-Benna’nın böyle yapması sebebiyle zor durumda kalmış ve onunla tartışmıştı- ben emniyet amirine: “Senin vatani görevin, bizi engelleyip tutuklamanı değil, bizimle birlikte olmanı gerektirir” dedim. Onun bu sözden nasıl etkilendi bilmem, bizim rahat olmamızı söyledikten sonra adamlarını alıp gitti. Ben, saklanan arkadaşlarıma dönüp şöyle dedim: “Bu doğruluğun bereketidir. Mutlaka doğru olmamız ve yaptıklarımızın neticesine katlanmamız, şartlar ne olursa olsun yalan söylemememiz gerekir.”
Zikredilmeye değer bir konu da şudur: Denmehûr’daki öğretmen okuluna geçen Hasan el-Benna, gençlerin İngilizler aleyhine yaptıkları gösterileri idare edip, grevlerde başı çekiyor ve herkesi greve teşvik ediyordu. O zamanki okulun müdürü bu yapılanların neticesinden korkuyordu. Bu sebeple öğrencilerden bir kısmını Hasan el-Benna’nın başkanlığında alıp Buheyra şehrinin müdürüne götürüp, gervin sorumluluğunu onlara yüklemiş ve: “Öğrencileri, grevi bırakmaya ikna edebilecek olanlar bunlardır” dedi.
Müdür, grevi bırakmaları için ne dediyse, ne vaat ettiyse ve ne kadar nasihat ettiyse onları ikna edemedi. Hasan el-Benna der ki: Sonunda bunu düşünmek üzere oradan ayrıldık ve bütün talebeleri gün boyu çevredeki bahçelere dağıttık. Bu olay, 18 aralık, İngilizlerin Mısırı himaye altına almasının yıldönümü kutlandığı gün olmuştu. Bizler de okula gittik ve olayları gelişine bırakıp gelecek olanları bekledik. Sonra oradan ayrıldık ve grevi tamamlayıp günü selametle geçirdik.
Filistinde, İngilizlerin Filistin halkına yaptıkları alçakça düşmanlıkları onlara vahşice yaptıkları işkenceleri ve ibadethanelerdeki mushaflara saldırmalarını gösteren fotoğrafların bulunduğu en-Nâru ve’d-Damâr kitabtan onbinlercesi dağıtılıdı ve genel merkezde yedi yüz elli nüsha kaldı. Polis kuvvetleri genel merkezi basınca, Hasan el-Benna, kitabın kendisine ait olduğunu söyledi.
Savcı vekili Hasan el-Benna’yı sorguya çekip: “Bu kitabın, dost ve anlaşmalı olduğumuz bir devlete saldırdığını bilmiyor musun?” dedi. Hasan el-Benna: “Biliyorum. Benim kasdım da bu idareye ve anlaşmalı olduğu devlete saldırmaktı” karşılığını verince, savcı vekili: “Kanunun, bu suçu cezalandıracağını bilmiyor musun?” diye sordu. Hasan el-Benna: “Biliyorum. Ben mahkemeye sevk edilmeme itiraz etmiyorum. Çünkü bu suçu kabul ediyorum ve işlemeye de devam edeceğim” cevabını verdi.
Arap idareciler ve Hıristiyan olan batılı efendileri, Filistin için gizlice toplanınca, Hasan el-Benna bu toplantıyı ve toplananları açığa çıkardı ve onlar hakkında ağır sözler sarfetti. İhvanın kahramanlıkları ve bazılarının şehit olduğu hakkındaki rapor eline ulaşınca gözleri yaşardı ve şöyle dedi: “Bu iyilerin Allah yardımcısıdır. İmanlarında ve cihatlarında Allah yardımcılarıdır. İçinde bulundukları durumda ve kendilerini bekleyen şeyde Allah yardımcılarıdır. Onların, kendilerinden, Yahudilerden korktuklarından daha çok korkan, iyilik bilmeyen, münkerden sakınmayan facir idarecileri olan Faruk ve sömürgeci talebeleriyle olan büyük savaşları hala devam etmektedir.”
Öfkeyi yutmak ve insanları affetmek
Yüce Allah, “…öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” (Âl_i İmrân,134) buyruğuyla ayette geçen isi vasfa sahip olanları övmüştür. Öfkeyi yutmak, yani öfkeyi gizlemek ve göstermemek ama nefiste intikam isteği olması halidir. İnsanları affetmek ise, öfkeyi yuttuktan sonra öfkeli olduğu kişiyi affetmektir. İmamımızın da öfkesini yutanlardan ve kendi nefisleri için intikam alanlardan olmadığına şahidlik edilir. O, öfkesini yutar, kendisine kötülük edeni kınamaz ve affederdi.
Hatıralarında, diğer öğrencilerle beraber evinde oturan talebelerinden birisi, kendisinden üstün olmasından dolayı kıskançlıktan kendini yiyordu. İmam da bu talebeden daha küçüktü. Talebe imamın imtihanı kaçırmasını sağlayarak zarar vermek istedi ve imamın uyumasını fırsat bilip yüzüne yakıcı bir madde olan iyot döktü. İmam korku içinde uyanıp yakıcı olan bu maddeyi yıkamaya başladı ve sabah ezanını duyunca namaz kılmak için hızlıca mescide gitti.
Hasan el-Bena der ki: Talebe yaptıklarını gizlemeye çalıştı ama sonunda suçunu itiraf etti. Bunun üzerine ev arkadaşları onu evden kovdular ve içlerinden bazıları durumu emniyete veya okul idaresine bildirmek istediler. Ben de böyle yapmak istedim ama Allah’ın fazlı ve nimetiyle kurtulduğumu hatırlayınca buna şükürle karşılık vermem gerektiğini düşündüm. Şükür de affetmek ve intikam almamakla olur. “…Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûra, 40). Bunun üzerine adamı bıraktım ve bir şey yapmadım.”
Üstad Ali Sıtkı, İhvanu’l Müslimin Beyne İrhab Fâruk ve Abdunnasır adlı kitabında bildirdiğine göre Hasan el-Benna’nın bir defasında Suveyş mıntıkasını ziyaretinde, başlarında eski meclis üyelerinden Hamid el-Elfi’nin bulunduğu büyük bir fedai grubu İhvan’ın, içinde Mürşidiâmmın da (Hasan el-Benna) bulunduğu evini kuşattı ve eve girip Hasan el-Benna’yı öldürmek istediler. Hasan el-Benna, İhvan’ın kuşatmayı zorla kırmayı kabul etmedi ve, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in söylediği: “Allah’ım! Kavmime hidayet ver, çünkü onlar bilmiyorlar” sözünü tekrar etmeye başladı.
Kini yutmak, yani öfkeyi kontrol etmek ve affetmek kızdıran kişiden intikam almaya güç yetirirken, onu affetmektir. Hasan el-Benna, “…Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûra Sur. 40) ayetini yaşardı ve bunu doğrulayan bir çok örnek vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Hasan el-Benna’nın öğrencilerinden Hacı Abbas es-Sîsi şöyle der: Okulda Hasan el-Benna’nın arkadaşı olan bir öğretmen çok kırıcı konuşur ve hem İhvan’ı hem Hasan el-Benna’yı incitirdi. İhvan, Üstad’a bunu şikayet eder, adamı susturmak için anlayacağı dilden cevap vermek için izin isterlerdi. İmam ise onlardan sabretmelerini ve öfkelerini yutmalarını ister ve: “Zamanı gelene kadar sabredin” derdi. Adam gün geçtikçe Hasan el-Benna ve ihvan hakkındaki sözlerini ağırlaştırmaya devam ediyordu. Bir gün çok kızgın bir şekilde Üstad’a gelip intikam almak istediklerini bildirince, Hasan el-Benna onlara zamanı gelinceye kadar sabretmelerini söyledi.
Bir gün adam işe gelemez olunca Üstad: “Adamın zamanı geldi” dedi. İhvan, Üstad’ın, onlara adamın attığı iftiralara cevap vermeleri ve kötülüklerine karşılık vermelerine izin vereceğini zannettiler. Adam, hasta olduğu için işe gelemez olmuştu. Yapılması gereken neydi? Hasan el-Benna, adamı hastanede ziyaret edip kendisine bir hediye verdi ve adam hasta olduğu müddetçe, onun okuldaki derslerine kendisinin gireceğini söyledi. Üstad, bu hareketi ve güzel muamelesiyle adamı eski halinden güzel bir dost ve yardımcıya dönüştürdü.
Üstad Hasan el-Benna’nın hatıralarında bildirdiğine göre Ezherli bir alim, tartışmayı ve vaizleri, alimleri ve müderrisleri, hiç sorulmayan sorular sorarak zor durumda bırakmayı çok severdi. Ben Hazreti İbrahim kıssasını anlatırken beni de zor durumda bırakmak istemiş ve her dersimde aynı şeyi yapmaya başlamıştı. Bu, insanların dersten kaçmaları demekti.
Bu adam hakkında bir çare düşünüp onu eve davet ettim, ikramda bulunup fıkıh ve tasavvuf hakkında iki kitap hediye ettim. Kendisine istediği kitapları hediye edeceğimi de belirtince adam bundan çok memnun oldu ve derslere devam etmeye ve dinlemeye başladı. Ben de insanlara onun etrafında toplanmalarını ısrarla tenbih ettim. Sonunda kendi kendime: “Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in: “Hediyeleşin, birbirinize olan sevginiz artsın” sözü ne kadar doğrudur” dedim. Hediyeleşerek birinin sevgisini kazanmak bugüne kadar hep başarılı olmuş bir yoldur.
Merhum Üstad, çok hoşgörülü biriydi. Laubali ve alay eden bir genç gelip onu dinleyince, dinlediğinden hemen etkilenir ve dinden ve ahlaktan uzak olan halini değiştirip doğru yola girerdi. Hasan el-Benna’nın dostlarından olan Muhammed Hâmid der ki: Hasan el-Benna, bulunduğu yerde hevasına düşkünlüğüyle tanınan bir gençle buluşmak üzere sözleşmişti. Ben, onun bu gençle oturmasını garipsemiştim. Bu gencin sonradan Filistin’de cihad eden kahramanlardan biri olduğunu görünce, bu garipsemenin yersiz olduğunu anladım.”
Şu olay da, Hasan el-Benna’nın hoşgörüsünü ve Dâru’l-Ulum’dan mezun olan akranlarına davranırken (onların yaptığı kötülüklere karşı) kinini yutmasını göstermektedir: Vera ve takva sahibi bir kişi, İhvan’ın, izcilik yapıp seyahat eden kısa pantolon giyen bir grup kurmalarından dolayı kızgın bir şekilde Hasan el-Benna’ya gelip: “Ey Hasan efendi!” dedi. Hasan el-Benna: “Buyur efendim” karşılığını verince, adam: “Senden nefret ediyorum” dedi. Hasan el-Benna tebessüm ederek: “Ben ise, vallahi seni seviyorum” karşılığını verince, adam: “Ama ben Allah için senden nefret ediyorum” dedi. Hasan el-Benna yine tebessüm ederek güler yüzle: “Bu, benim seni daha çok sevmeme sebeptir” dedi.
Seven ve sevilen adam
Hasan el-Benna, cemaatini ve davasını sevgi üzerine inşa etmişti. Cemaatine, insanları sevip onlara iyilik yapmayı, insanlara hizmet ederken zorluklara katlanmalarını ve insanları kendi nefislerine tercih etmelerini söylerdi. Eğer, Şehid imamın Risâletu Da’vetinâ adlı eserine bakarsan şöyle dediğini görürsün: Kavmimizin, kendilerini nefsimizden daha çok sevdiğimizi, gerekirse onların izzeti, şerefi ve dini için gerekirse canımızı feda edeceğimizi bilmesini isteriz.
Onlar için böyle hissetmemizin sebebi, kalbimiz yerleşen sevgileridir. Bizim için kavmimizi kuşatanları gördükten sonra zillete teslim olmak ve aşağılanmaya razı olmak veya ümitsizliğe düşmek ağır bir şeydi. Biz, Allah için, kendi nefsimizden daha çok kavmimiz için çalışmaktayız. Ey sevgililer, biz sizinleyiz, başkasıyla değil. Hiçbir zaman da sizin aleyhinize olmayacağız. Kardeşlerimizi, ümmet hakkında hayırdan başka bir şey istemediğini, onlara acıdığını ve kendilerinin hayrı için çalıştıklarını ümmetin görüp işitmesini temenni ederiz.
Merhum, derslerinde: “İnsanlarla sevgiyle savaşacağız” sözünü tekrar edip dururdu. İmam el-Benna, kardeşlik sözlerinden birinin ve en önemlisinin Allah için sevmek olarak belirtmiş ve Müslümanları birbirine bağlayan şeyin, Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem’in hadisinde de belirtildiği gibi Allah için kardeşlik ve birbirini sevmek olduğunu söylemiştir.
Üstad şöyle der: “Kardeşlikten, kalplerin itikad bağıyla bağlanmasını kastediyorum. İtikad en sağlam ve güzel iptir. Kardeşlik de iman kardeşliğidir. Ayrılık ise küfrün kardeşidir. Kuvvetin en önemlisi birlik kuvvetidir. Sevgi olmadan da birlik olmaz. Sevginin en azı, hoşgörü, en yükseği ise başkasını kendine tercih etmektir. Gerçek kardeş, kardeşlerini kendi nefsine tercih eder. Çünkü onlarla olmazsa, başkalarıyla olamayacağını, onların kendisiyle olmazlarsa başkalarıyla olabileceklerini bilir. Kurt, sürüden ayrılanı kapar, mü’min, diğer mümin için birbirine kenetlenmiş kurşundan bir yapı gibidir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır…” (Tevbe, 71) bizim de böyle olmamız gerekir.
Hasan el-Benna bu cemaate İhvanu’l-Müslimin, adını vermesi, Allah’ın ona verdiği bir hikmetidir. Bilindiği gibi Allah, Müslümana, Müslüman kardeşini sevmesini farz kılmıştır. Hasan el-Benna, Allah için kardeşliğin ve sevmenin önemini ve faziletini bildiren hadisleri çokça zikrederdi. Kardeşleriyle yaptığı sohbet ve derslere de çoğu zaman bu konuyla başlardı. Bu hadislerden bazıları şunlardır: “Yüce Allah kıyamet günü: “Benim rızam için birbirini sevenler nerede” hiçbir gölgenin olmadığı o günde onları gölgemde gölgelendiririm” buyurur.” (Müslim).
Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi: Aranızda selamı yayınız.” (Müslim).
Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Üç şey vardır ki, onlar her kimde bulunursa imanın tadını bulur: Allah’ın ve Resûlü’nün ona başka her şeyden daha sevgili olması. Bir kimseyi sırf Allah için sevmesi…” Allah’tan, kardeşlerini (bütün Müslümanlar kardeşidir) seven imamımız ve ilk mürşidimiz Hasan el-Benna’ya mükafatlar ihsan etsin. O, insanları birbirlerini sevmeye teşvik eder, bunu söz ve hareketleriyle Müslümanlar arasına yerleştirip yayardı.
Üstad, birbirini seven öyle bir cemaat ortaya çıkardı ki, kişi gurbette bile olsa kendisini teselli edecek ve gurbeti hissettirmeyecek Allah yolundaki kardeşlerini bulur. Bu da, Yüce Allah’ın kendisini muvaffak kıldığı imamın yoğun çalışmasının sonucu olmuştur. İhvan’ın bu mürşide olan sevgisini merhum Üstad Abbas es-Sîsi şöyle bildirir: İmama olan sevgimiz her şeyin üstündeydi. Ona olan itaatimizi her insana itaatten önce tutardık. Onun sözleri bizim için yapılmasında tereddüt etmeyeceğimiz emirdi.
Hasan el-Benna’nın ilk talebelerinden olan Kâmil eş-Şâfiî şöyle der: İki eli öper ve bunu yaparken kendimi Allah’a ibadet ediyormuş gibi hissederdim. Birincisi dünyaya gelmeme sebep olan babamın eli, ikincisi ise bu varlığı aydınlatan (hşdayetine sebep olan) Üstad el-Benna’dır.
Dr. Hassân Hathût der ki: Hasan el-Benna, onu bildiğim kadarıyla İslam’a ve sevgiye davet eden birisi olarak yaşadı. Onun insanlara olan sevgisinin benzerini hayatımın hiçbir döneminde başkasından görmedim. Onun sevgisinin büyüklüğüne verilebilecek birçok örnek vardır. Bunlardan birisi de, kendisi ve damadı Üstad Abdulkerim Mansur otomobilde kurşunlandığı zaman, imam öldürücü bir yara almıştı, ilk yardıma gelen sağlıkçı ve doktorlar kendisine yaklaşınca onları geri çeviriyor ve: “Üstad Abdulkerim’i görünüz” diyordu. Gerçek sevginin ortaya çıkacağı bu durumda Üstad, damadını kendi nefsine tercih ediyordu.
İhvanın Hasan el-Benna’ya olan sevgilerini, İhvan’ın üçüncü mürşidi Ömer et-Telmisânî’nin sözleriyle bitiriyorum: Ey Rabbim! Sen de biliyorsun ki, bu adamı senin için sevdik ve Resulullah’ın çizdiği yolda onun arkasından gittik. Sonunda bu adama sebebiyle dinini ve Peygamberini o derece sevdik ki, onunla beraber Resulullah’ın: “Ümmetim içinde beni en çok sevenlerden bir kısmı benden sonra gelenler arasından olacak: Mallarını ve ailelerini feda pahasına, beni görmeyi arzu edecekler” buyruğu kapsamına girmiş olmayı temenni ettik. Allah’ım! Biz böyle olduğumuzu hissediyoruz. Nimetini bize tamamla ve Hasan el-Benna’yı Senin ehil olduğun şekilde mükafatlandır. Senin fazlının sınırı yoktur. “Şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır.” (Âl-i İmrân, 37).
Fitneye başkaldıran Hasan El Benna
Yazarlar ve ediblerin söylediğine göre, bu ümmetin düşmanlarından olan İngiliz sorumlular ve onların adamlarının imamı; mal, kadın ve makamla kandırarak tuzak kurmaya çalıştılar ama her defasında planları boşa çıktı. Amerikalı yazar Robert Jackson şöyle der: İngilizler, Hasan el-Benna’ya cömertçe tekliflerde bulundular ve imam hepsini de reddetti. Sinirleri demir dibi olan bu adam her gün yirmi saatten fazla yorulmadan ve bıkmadan, sanki sinirleri çeliktenmiş gibi çalışıp durdu.
Başka bir yerde ise Reculu’l-Kur’ân adlı kitabında şöyle der: Burada diyebileceğim tek şey, bu adamın, işgalcilerin mücahidlere musallat ettiği kadın, mal ve makam gibi fitnelere düşmemiştir. İşgalcilerin onu kandırmak için çalıştığı her girişim boşa çıktı.
İngiliz elçi, Kahire’de Mısırdaki diğer idarecileri satın aldığı gibi, Hasan el-Benna’ya da rüşvet vermek veya kendisiyle cemaatini malla satın almak istedi. İngilizler, Hasan el-Bena ile temsilcileri arasında bir görüşme ayarlamak istediler. Görüşülecek yerin de İhvan’ın merkezi ve İngiliz elçiliği dışında olmasını istediler. İngiliz temsilci, Hasan el-Benna’dan cemaatin hedeflerini ve programını söylemesini istedi.
Üstad hedeflerini ve programlarını açıklayınca, İngiliz temsilci, daha önce İhvan hakkında kötü düşündüklerini ama bu görüşmeden sonra artık o kötü düşüncelerinin müsbete dönüştüğünü söyleyip, İhvan’a olan takdir hislerinden dolayı, cemaatin hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı olacak bir miktar mal vermeyi teklif etti.
Hasan el-Benna der ki: Onun sözleri sanki kalbime bir hançer gibi iniyordu. Hasan el-Benna, İngiliz temsilciye şöyle dedi: Bizi malla alınıp satılan köle gibi gördüğünüz müddetçe, bizimle anlaşamazsınız. İslam aleminde olan gelişmeleri görmek ve vatanımıza kendisiyle girdiğiniz tüccar aklınızı terk etmek zorundasınız.
İngilizler, onu mal ile kandıramayınca, ona ve cemaatine Mısır hükümetini musallat ettiler. Mısır hükümeti İhvan’ı sıkıştırıp Mısır’ın genel merkez dışındaki bürolarını kapattı. Genel merkezi de sıkı takibe aldı. Hükümet ihvanı takipte aşırı gidip hareketlerini baskı altına alınca, İngilizler, İhvanın bu baskıya karşı gelip ayaklanmasını sağlamak ve bununla ihvana darbe vurmak istediler. Bu planın ihvana uygulandığı tarih 1943 yılıdır.
Siyasi fakih El Benna
Siyasî Fakih sözünden kasıt, ümmetin problemlerine İslam ve şeriat açısından bakan İslam’a bağlı Müslüman kastedilmektedir. Siyasi fıkıh, ümmetin dahili ve harici problemlerini ince ayrıntısına kadar anlamak, bu problemleri İslami hükümler çerçevesinde çözüme kavuşturmaktır.
Hasan el-Benna’nın hayatını, yazdıklarını ve derslerini inceleyen, onun siyasi fıkıh yönünden büyük bir kişi olduğunu görür. O, siyasi fakihte olması gereken ilmî genişlik, insanların ve devletlerin durumuna müttalî olma özelliklerine sahipti. O her şeyden önce Kur’ân’ı ezberleyip manasını anlamış biriydi.
Onun, kanunları, Mısır ve başka yerlerdeki yasaları iyi bilen biriydi. İmam, genel ve siyasi fıkıh kitaplarına müttalî olmuş biriydi. Genel ve siyasi fıkıh kitaplarının çoğunun hükümlerini onun risaleleri, kitapları ve makalelerinden iktibas etmesi bunu göstermektedir.
Onun yaptıkları ve oluşturduğu cemaat küçüklüğünden beri lider bir yapıya sahip olduğuna delalet e der. O, İslam aleminde ve başka yerlerde meydana gelen İslami ve siyasi olaylardan haberdardı. Alimleri toplayıp Allah’ın dini ve İslami bir hayat için çalışmanın gerekliliği konusunda kendileriyle tartışan odur.
Onu inşa konusunda, mezuniyet yılında konuşurken düşündüğün zaman parlak bir siyasetçi olduğunu göreceksin: “Kavmimin geçirdiği siyasi olayların ve toplumsal tesiri altında kalmıştır. Aynı zamanda Avrupa benzeri ve batı medeniyetlerinin tesiri ve materyalist (maddeci) felsefeyle Fransız taklitçiliğinin tesiri altında kalıp, bunların kendilerini dinlerinden ve kitaplarının emrettiği şeylerden uzaklaştırdığını ve atalarının şan ve şerefini unutturduğunu düşünüyorum.”
Risalelerinde, İslam ve siyaset gibi önemli konulara temas ederek: “Açıkça söyleyebilirim ki; Müslümanın, ümmetinin problemleri hakkında uzak görüşlü olmadıkça, buna önem vermedikçe ve sahip çıkmadıkça islamı tamamlanmaz” demiştir.
Hasan el-Benna, İslami siyaset fıkhı konusunda bir anlayış ortaya koydu. cihadî hareketler, bu anlayışla İslam’ın hayatın bütün yönlerini tanzim ettiğini, muhakkak İslami hükümlerin hakim olması, Amerika ve diğer kafir devletlerin Müslüman devletlerinden kovulması gerektiğini, Müslümanların, insanları uyarıp bilinçlendirilerek siyasi olarak Amerikalılarla savaşması gerektiğini anlayıp böyle hareket ettiler.
Altıncı konferansındaki konuşmasında şöyle demiştir: Bizler, ümmetimizin problemleriyle ilgilenme anlamında siyasiyiz. Biz, İslami hükümleri uygulayabilecek güce gelmenin İslam’ın öğretilerinden olduğuna inanıyoruz. Bizler, tam bir hürriyete sahip olmak ve yürütmenin ıslahı için mücadele etmekteyiz.
Hasan El Benna, ehl-i sünnetin siyasi görüşünü geliştirmesi
İmamın, risalelerinde ve başka yerlerde yazdıklarını düşünürsek, ehl-i sünnetin siyasi bakış açısında, devlet başkanını ve hükümeti azletme gibi önemli değişiklikler getirmiştir. Önce Müslüman hükümeti tarif etmiş, sonra İslam’da hükümetin önemini, görevlerini, haklarını, yoldan çıkma ve görevini yapmama durumunda kendisine karşı takınılması gereken tavrı ve İslam hükümlerini tatbik etmeyen hükümete karşı takınılacak tavrı açıklamıştır.
Öğretim risalesinde hükümeti tarif ederken: “İslami hükümet, üyeleri, İslam’ın farzlarını yerine getiren, açıkça günah işlemeyen Müslümanlardan oluşan ve İslam’ın hükümlerini uygulayıp İslam’ı öğreten hükümettir” demiştir. Hükümetin ehemmiyetinden bahsederken: “Müslüman kardeşlerin inandığı İslam Hükümeti rükünlerinden bir rükün kabul eder, insanlara doğru yolu gösterdiği gibi, hükümeti kurmak için çalışır” demiştir.
Sonra bu hükümetin özelliklerini belirtmiş ve: “Hükümetin özeliklerinden birisi de tebânın farkında olmak, vatandaşlara şefkat göstermek, insanlar arasında adaletli olmak, kamu malını yememek ve onu iktisatlı kullanmaktır” demiştir. Bu hükümetin en önemli görevlerini sayarken ise: “En önemli görevleri arasında emniyeti tesis etmek, kanunu uygulamak, öğretimi yaymak, kuvvet hazırlamak, sıhhati korumak, kamu menfaatini gözetmek, kamunun servetini arttırmak ve korumak, ahlakı kuvvetlendirmek ve İslam’ı yaymak vardır” demiştir.
Hükümet görevini yerine getirdiği takdirde, vatandaşın ona itaat etmesi, malla ve canla yardım etmesi görevidir. Hükümet, görevini ihmal ettiği takdirde nasihat edip doğru yolu göstermek ve eğer bunun bir faydası olmazsa hükümeti düşürüp iktidardan uzaklaştırmak gerekir. Yaratana isyan olan konularda yaratılmışa itaat edilmez. Yaratana isyan olan konularda yaratılmışa itaat edilmez sözü, hükümet görevlerini yerine getirmediği takdirde ona itaat edilmeyeceği, hatta itaat etmemekle kalmayıp o hükümeti düşürmek ve iktidardan uzaklaştırmak gerektiğine dair bir delildir.
Derim ki: Ehl-i Sünnet’ten mutedil olanlar ve diğerleri, baskıcı ve kötü olan bir hükümetin devam etmesi durumunda oluşacak zararla onun güç kullanarak değiştirilmesi durumunda doğacak zararları hesap ederler. Buna göre eğer hükümetin değiştirilmesi durumunda ortaya çıkacak zarar böylesi bir hükümetin kalması durumunda meydana gelen zararlardan daha çok olacaksa bu hükümet değiştirilmez.
Ehli Sünnet’te genelin tavrı, kötü ve zorba olan yöneticinin güç kullanarak azledilmesi durumunda ortaya çıkacak olan zararların onun kötü ve zorba olarak yönetime devam etmesi durumunda hasıl olan zararlardan daha fazla olacağı yönündedir. Ancak böylesi bir tavrın sonucu olarak da Müslümanlar devamlı olarak köle gibi bir hayat sürmüş; kanları, malları ve onurları böylesi yönetimler tarafından tecavüze uğramaktan kurtulamamıştır. İfade edilen zarar hesabından dolayı da zulmü ile düşmanlığını bertaraf etmek için böylesi bir yöneticiye karşı mücadele edilmemiştir.
Derim ki: Batılılar: “Din toplumun afyonudur” diyor. Ben ise: “Bu görüş, Müslümanları uyuşturup, gasp edilmiş hürriyetlerini ve haklarını istemelerine engel olmaktadır ve İslam bunu kabul etmez” diyorum.
Hasan el-Benna, sözünü sakınmayan birisiydi ve bu konuda iki zarar arasında tercih yapmak gibi bir seçeneği kabul etmezdi. Ona göre, hükümet üzerine düşeni yaptığı sürece kendisine itaat edilir. Eğer hükümet üzerine düşeni yerine getirmezse zorla düşürülür. Hükümeti düşürmek, iktidardan uzaklaştırmak ve Yaratana isyan olan konularda yaratılmışa itaat edilmez ibareleri de buna aşıkça işaret etmektedir. Onu risalelerinin birçok yerinde bunu tekid eden sözlerini görebiliriz.
Hasan el-Benna, İslamî hükümleri tatbik etmeyen hükümetler konusunda ise Müslümanların böyle bir hükümeti tanımamaları ve bu hükümeti düşürüp, iktidarı ellerinden zorla almaları gerektiğini söylemiştir. Şeriat hükümlerinin tatbiki bu dinin sıkı bir şekilde emrettiği bir şeydir. Bunu yerine getirmemek ve getirmek için çalışmamak, batılla hükmedenleri iktidardan uzaklaştırıp onlardan kurtulmak ve şerî hükümleri uygulamak şeklinde yapılacak bir tövbeyi gerektirir.
Ehl-i sünnet fukahası, İslam’ın hükümlerini reddedenin kafir ve mürted olduğunda icma etmişlerdir. Böyle bir kişinin küfrü ve irtidad etmesi onu azletmeyi ve irtidad ettiği için öldürmeyi gerektirir. Rahmetli Üstad, Beşinci konferans Risalesinde şöyle der: “Bizim fıkıh kitaplarımıza göre hüküm, Fıkhî ve ferî şeylerden değil, itikad ve usulle alakalı bir şeydir. İslam, Teşrî ve Tâlim olduğu gibi hüküm ve uygulama ve biri diğerinden ayrılmayan kanun ve yargılamadır.”
Merhum, misaller vererek sözüne şöyle devam etti: Ama durum gördüğümüz gibidir. İslami yargı bir vadide, uygulanan yargı ise diğer vadidedir. Müslümanların oturup İslami hükümleri tatbik etmek için mücadele etmemelerini, ancak kıyam edip temiz olan İslam hükümleriyle hükmetmeyenlerden kurtulmaları affettirebilir.
Sözünün sonunda ise şöyle demiştir: Müslümanlar, iktidarı kendi nefisleri için istememektedir. Eğer ümmetten bu işi yerine getirecek ve emaneti eda edecek, Kur’ân’ın hükümleriyle hükmedecek birini bulurlarsa, onun askerleri ve yardımcıları olurlar. Eğer böyle birini bulamazlarsa, Allah’ın emrettiği gibi hükmetmeyen her hükümetten kurtulmak için çalışırlar.
Derim ki: İmam el-Bena, başka çare kalmadığı zaman İhvan’ın çizdiği hedefe varmak için güç kullanacağını açıkça söylemiştir. Bilindiği gibi İhvanın ana hedefi, İslami devleti kurmaktır. Bu da tedrîci olarak, tarif, oluşum ve uygulama şeklinde olur.
Merhum el-Benna, güç kullanmak için belli şartlar ileri sürmüştür ve bu şartlar şunlardır: Akide yönünden merhalenin tamamlanması, sonra birlik ve irtibatın oluşması, sonra kuvvet ve silahın hazırlanması. Güç kullanmak, ancak diğer bütün yolları denedikten sonra, son çare olarak uygulanabilir. Bilindiği gibi tedavide son çare dağlamaktır. Merhum, güç kullanmak ve neticelerini birbiriyle karşılaştırırdı.
Güç kullanmanın, ancak başka çare kalmayınca istemeyerek te olsa uygulanabileceğini açıklamıştır.
İmam, altıncı konferansında şöyle der: “Biz mecbur kalmadıkça güç kullanmayız. Güç kullanacağımız zaman da açık ve şerefli davranacağız. Konumumuzu da hiç gizlemeden açıkça söyleyeceğiz. Biz, yaptıklarımızın neticesi ne olursa olsun, kabul etmeye hazırız. Yaptıklarımızın sorumluluğunu başkalarına yıkmayız. Biz, Allah’ın yanındakinin daha hayırlı ve kalıcı, Hak yolunda yok olmanın da bekanın kendisi olduğunu, cihad olmadan dava olmayacağını biliyoruz.
Biz başka çaremiz kalmayıp güç kullanmak zorunda kaldığımız ve görevimizi yaptığımız zaman, Yüce Allah’ın, “Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hâle gelip yalanlandıklarını düşündükleri sırada, onlara yardımımız geldi de, böylece dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirildi. Azabımız ise, suçlular topluluğundan geri çevrilemez.” (Yusuf, 110) buyruğu gerçekleşecektir.
Hasan El Benna’nın fikirlerinden örnekler
Bir: Duruşunu açıkça belli etmesi ve hedefine ulaşmak için izleyeceği yolu belirtmesi
Hasan el-Bena, toplumun ıslahı ve değişimindeki programını açık bir şekilde ifade eder ve kapalı bir konu bırakmazdı. Cemaatin hedefini, hedefe ulaşmak için takip edeceği merhaleleri, kullanacağı vesileleri, hükümete, siyasete ve ümmetin diğer problemlerine karşı tavrını açıkça belirtmiştir.
Birden çok risalesinde ümmetin siyasi, iktisadi, güvenlik ahlak ve başka konulardaki problemlerinden bahsetmiş ve bunun sebebinin de İslam ile hükmedilmemesi olduğunu, İslami hükümlerle hükmedildiği zaman ümmetin bu problemlerden hiç biriyle karşılaşmayacağını belirtmiştir. Hasan el-Benna, açıkça İslami bir devlet kurmak ve Raşid halifeliği getirmek istediğini ilan etmiştir.
Müslümanları da sömürgeci devletlerin ve İslam’a düşman olan diğer güçlerin boyunduruğu altına girmemeleri konusunda uyarmıştır. Onun zamanında, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek isteyen ve İslam şeriatını hakim kılmak olan hedeflerini açıkça söylemeyen bir akım vardı. Onlara göre kafir ve Hıristiyan devletler, bölgedeki kuvvetler bundan haberdar olursa böyle bir şeye izin vermezdi. Çünkü bütün devletler onlara ve siyasetlerine boyun eğmişlerdi.
Hasan el-Benna’nın İslami nizam ışığında problemlerimiz adlı risalesine itirazlar yapılmış ve: “İslam’ı hakim kılmak için açıktan çalışmak, yabancı devletleri ve batı toplumunu korkutup bize karşı birleşmelerine ve aleyhimize olmalarına sebep olur. Bizim ise onlara karşı koyacak gücümüz yoktur” denilmiştir.
Hasan el-Benna buna şöyle cevap vermiştir: “Bu gevşekliğin son haddi, olayları değerlendirmedeki bozuklukta gelinen son nokta ve uzağı görememedir. İşte biz şu devletleri görüyoruz. Onların nizamlarıyla iyi geçindik, yaşam şekillerine uyum sağladık, yaptıklarında ona uyduk. Peki bunun bize bir faydası oldu mu! Böyle yapmamın, onun bize kurduğu tuzaklara engel oldu mu!
Bizim toprağımızı işgal etmesine, istiklalimizi çalmasına, vatanımızın en değerli şeylerine el koymasına, devletler arası yapılan toplantıda aleyhimize hareket etmesine, her türlü problemi, zorluğu ve cezayı karşımıza çıkarmasına engel oldu mu! Onlar önce sadece menfaatlerine sonra da o devletin Hıristiyan olup olmamasına önem verirler. Gördüğünüz gibi onların hepsi Siyonist Yahudilere yardım ediyorlar. Onları bu yardıma iten şey de sadece iki tarafın da maddi menfaatleri ve sömürgecilikleridir.
Öyleyse, biz İslam’ı bırakmadıkça onlar katında hiçbir değerimiz olmaz. Biz İslam’a tutunduğumuz ve onun yolunda gittiğimiz müddetçe bize olan kinleri artacaktır.
İslam’ı bırakmamız ve onu gizlememiz, bizim için büyük bir kusurdur. Bizler, İslam’ın özünü içimize işlemedikçe ve öğretilerini gerçekleştirmedikçe böyle şaşkınlık içinde kalırız, maneviyatımız yerle bir olur, bölünürüz ve kuvvetimiz zayıflar. Eğer İslam’ın emirlerini alıp açıkça ilan ederek: “Biz İslam ümmetiyiz, ne şiiyiz, ne demokratız ne de iddia ettiğiniz diğer sınıflardanız. Allah’a hamd ederiz ki Müslümanız” dersek, hidayetin yolu önümüzde aydınlanır ve İslam kelimesi bizi bir araya getirir. Başka hiçbir şey değil sadece bu kuvvet, batının her şeyi alıp götüren ve bizi her yerde tehdid eden sömürgeci düşmanlıklarından bizi kurtarır.
Sözün hülasası şudur: Batılıların bize olan öfkesinin ve rızasının, İslam’a tutunmamız ve ondan uzaklaşmamıza bağlı olduğunu gördük. Bunun da manası, bizim İslam’a tutunmaktan başka yolumuzun olmadığıdır. Onların rızasını kazanmak için kendimizi kaybetmemeliyiz.
İki: Mevcut hükümetler hakkındaki açık görüşü:
Merhum, mevcut hükümetler hakkındaki görülerini de açıkça bildirmiş ve şöyle demiştir: İslam davasının gereklerini yerine getiren bir hükümet göremiyoruz. Ama mevcut idarecilerimiz, yabancıların kucağında yetişen, onlarla aynı fikirde, onların peşinde giden, onların rızasıa kavuşmaya çalışan kişilerdir. Eğer, idarelerinde ve yaptıklarında bağımsızlığı akıllarına dahi getirmediklerini söylersek abartmış olmayız.
Halbuki bağımsızlığın onlar için hayat ölçüsü olması gerekir. Bazı toplulukların nefislerinde, evlerinde, özel ve genel işlerinde İslami ölçüyü kaybetmeleri, bu tip idarecilere meyledip yaklaşmaya çalışmalarından daha büyük acizliktir. Birşeyi kaybeden, keybetiği şeyi kimseye veremez(bu tür idareciler topluma bir şey veremez).
Yeni nesle davasını güzel öğretin, bu nesli oluşturmada gayretli davranın, ona, nefis, kalp, düşünce, akıl, cihad ve amel bağımsızlığını öğretin. Onu Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in sancağının altındaki bir asker olarak yetiştirin. Eğer böyle yaparsanız yakın bir gelecekte, kendisi çalışıp başkasını mutlu eden idareciler görürsünüz.
Üç: İhvan ve Hilafet:
İhvan, halifeliği, İslami birliğin bir sembolü, islam toplumları arasındaki irtibatı sağlayan bir şey olarak görürler. Hilafet, her müslümanın düşünmesi, onun gerçekleşmesi için üzerine düşeni yapması gereken bir emirdir. Hilafet Allah’ın dininde önemli olan hükümlerden biridir. Bu sebeple İhvan, hilafeti ve onu tesis etmek için çalışmayı en önemli programları saymışlardır.
Dört: İhvanın görevleri:
Bizim görevimiz, yoldan çıkmış bir dalga olan madde medeniyeti ve müslüman toplumları saptırıp, Resulullahın ve Kur’ân’ın liderliğinden, bunlara uymaktan alıkoyan, maddeye ve şehvetlere bağlı olan uygarlıkların karşısında durup onları yurdumuzdan çıkarmamız ve kavmimizi onlardan kurtarmamız gerekir. Bununla da yetinmeyeceğiz ve onu yurdunda da yerin dibine batırıp bütün alemin Resûlullah’ın adını zikretmesini, bütün dünyanın Kur’ân’ın öğretilerine inanmasını sağlayacağız.
Kaynak: Muhammed Abdülkadir Ebu Faris, Şehid İmam Hasan el-Benna Hayatı ve Kişiliği, Hasan el-Benna ve Müslüman Kardeşler Uluslararası Sempozyum: 5-6 Mayıs 2012, Ankara, 2012, cilt: I, s. 137-222
Dr. Muhammed Abdulkadir Ebu Faris
İrfanDunyamiz.com
BENZER YAZILAR
Abide Şahsiyetler ↗
İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.
İslam Alimleri ↗
Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.