Hazreti Huzeyfe radıyellahu anh, İslâm’ın gelmesinden yıllar önce Mekke’den Medine’ye yerleşen bir ailenin oğludur. Mekke’den Medine’ye gelen büyük dedesi Cirve, aslen Yemenli olan Abduleşheloğulları ile bir antlaşma yaptığı için kendisine Yemân denilmiş, Huzeyfe de İbn Yemân (Yemân’ın oğlu) diye anılmıştır. Huzeyfe, babasıyla birlikte Bedir Savaşı’ndan önce Müslüman oldu. Annesi Rebâb da Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e bîat eden ensar kadınlarındandır.
Bedir Savaşı’nda Peygamber Efendimiz’in yanında yer almak üzere yola çıkan baba-oğul yolda müşriklere yakalandılar. Peygamber Efendimiz’e katılmayacaklarına dair söz vermeleri üzerine serbest bırakıldılar. Peygamber Efendimiz’e durumu anlatmaları üzerine de Peygamberimiz kendilerine sözlerinde durarak savaşa katılmamalarını söyledi. Hazreti Huzeyfe daha sonra yapılan bütün savaşlara katıldı.
Sade yaşadı
Peygamberimzin zekât işleri ile ilgili kâtipliğini yaptı. Debâ’da oturan Ezd kabilesinin zekâtını toplamak üzere Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem tarafından oraya görevli olarak gönderildi. Hazreti Ömer radıyellahu anh’ın devlet başkanlığı zamanında Medâin’e vali tayin edildi. Kudretli bir yöneticilik yaptı ve Medâin şehrini imar etti.
Hazreti Huzeyfe, 36/ 656 yılında Hazreti Osman radıyellahu anh’ın şehid edilmesi ve Hazreti Ali radıyellahu anh’a bîat edilmesinden kırk gün sonra Medâin’de vefat etti. Hazreti Huzeyfe’nin en önemli özelliği, Peygamber Efendimiz’in sırdaşı olmasıdır. Peygamberimizin hiçbir sahâbîye vermediği bir kısım bilgileri ona verdiği, bundan dolayı Medîne’deki münafıkların adını ve ileride meydana çıkacak fitne hareketlerini ondan başka kimsenin bilmediği rivâyet edilmiştir. Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, onun bu özelliğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
Hazreti Huzeyfe, zühd ve takvâsı ile tanınan bir sahâbîdir. Vali olarak gittiği Medâin’e merkebinin sırtında girmiş, şehrin ileri gelenleri Hazreti Ömer’in tâlimâtına uyarak ona ne kadar maaş istediklerini sorduklarında, sadece kendisi doyacak kadar yiyecek ile merkebi için bir miktar yem istemiştir. Valiliği sırasında Hazreti Ömer onu bir ara yanına çağırmış, yaşadığı sâde hayatta herhangi bir değişiklik olmadığını görünce çok sevinmiş, kendisini tebrik ederek tekrar Medâin valisi olarak görevlendirmiştir.
Hazreti Huzeyfe vefat etmeden önce kendisine pahalı kefen alınmamasını tembih etmiş, Allah’ın huzuruna gösterişli kefenle değil, samîmi bir îmân ve ibâdetle çıkmanın önemli olduğunu hatırlatmıştır.
Hendek Savaşı’nda
Hendek Savaşı’nda Hazreti Huzeyfe radıyellahu anh’ın yeğeni Abdulaziz şunları anlatıyor: “Amcam Huzeyfe, Peygamber Efendimiz ile birlikte katıldığı olayları anlatınca, Peygamber Efendimiz’e yetişemeyen çevresindeki insanlar (tâbiûn) şöyle dediler: “Biz de o günlere yetişseydik şöyle şöyle yapardık.” Amcam da onlara şöyle dedi:
“Böyle söylemeyin! Allah o günleri bir daha göstermesin. Bana, Hendek Savaşı’ndaki o geceyi hatırlattınız. Biz, bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahûdileri de alt tarafımızdaydı. Bunların, Medîne’deki çoluk çocuğumuza bir şey yapmalarından korkuyorduk. Hiç, böylesine bir karanlık ve böylesine fırtınalı gece geçirmemiştik. Rüzgâr adeta ıslık çalıyor, karanlıkta kimse parmağını bile göremiyordu.
İşte böyle bir gecede cephede bizimle birlikte bulunan münafıklar; ‘Evlerimiz açıktır, çocuklarımız sahipsizdir.’ diyerek Peygamber Efendimiz’den izin istediler. Hâlbuki evleri açık değildi. İzin isteyen herkese izin verildi. İzin alanlar sıvışıp gidiyorlardı. Peygamber Efendimiz’in yanında kalan bizler üç yüz küsur civarındaydık. Tek tek Peygamber Efendimiz’in yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak kalkanım ve ne de beni soğuktan koruyacak bir elbisem vardı. Sadece üzerimde dizlerimi geçmeyen eşimin yün örtüsü vardı. Diz üstü oturuyordum.
Peygamber Efendimiz yanıma geldi ve “Kimsin?” diye sordu. “Huzeyfe.” dedim. “Huzeyfe! Nerdesin?” diye buyurdu. Ben de yerimden kalkmak istemeyerek; “Buradayım, buyur ya Rasûlallah!” dedim. “Düşman içinde kıpırdanmalar var. Git, durumları hakkında bana haber getir” buyurdu. Ben, oradaki halkın en çok korkanı ve en çok üşüyeniydim. Yerimden kalktım ve hareket etmeye başladım. İşte bu sırada Peygamber: Efendimiz; “Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden ve altından gelecek bütün belâlardan koru!” diye duâ etti.
Ne korku ne üşüme
Vallahi bundan sonra korku ve üşümek nedir bilmedim. Bende korkunun ve üşümenin eseri kalmadı. Kendimi hamamdaymışım gibi hissetmeye başladım. Tam gitmek üzereydim ki Peygamber Efendimiz: “Ey Huzeyfe! Oralarda herhangi bir şey yapma. Onlara ne ok atacak, ne taş atacak, ne de mızrak saplayacaksın. Ne de kılıç vuracaksın. Hiçbir şey yapmayacak, sadece bilgi getireceksin” diye tembihte bulundu.
Bu tâlimâtı aldıktan sonra yola koyuldum. Müşrik ordularına yaklaştım. Isınmak için yaktıkları ateşin ışığında onları seyrettim. İri, esmer bir adam, eliyle ateşi gösteriyor ve böğrünü tutarak; “Yüklerinize dikkat edin, yanmasın” diyordu. Ebû Süfyan’ı ilk defa burada gördüm; sırtını ateşe doğru tutmuş ısıtıyordu. Kendi kendime: “Ben daha neyi bekliyorum; Allah düşmanını yakalamışken neden hakkından gelmiyorum?” dedim ve ok çantamdan beyaz tüylü bir ok çıkardım. Ateşin ışığında, atmak için yayıma yerleştirdim.
Rasûlullah’ın “Oralarda bir şey yapma! Benim yanıma dönüp gelinceye kadar oralarda bir hadise çıkarma!” tembihini hatırlayınca, oku yaydan çıkarıp ok çantama koydum. Eğer ona bir ok atmış olsaydım, kesinlikle vururdum. Bu sırada bana bir cesaret geldi. Müşrik ordularının içine daldım ve ortalarına kadar gittim. Tam bu sırada Ebû Süfyan, müşriklere karşı dönerek: “Dikkat edin! Aranıza casuslar karışmış olabilir. Herkes yanında bulunanın kim olduğuna dikkat etsin! Herkes yanında oturanın elini tutsun ve kim olduğunu sorsun!” dedi.
Ebû Süfyan böyle der demez hemen sağ elimi uzatıp sağ yanımdakinin elini tutup kim olduğunu sordum. Sağ yanımdaki: “Ben, Amr b. el-Âs!” dedi. Bu sefer de sol elimi uzatıp sol yanımda oturana: “Sen kimsin?” diye sordum. O da: “Ben, Muâviye b. Ebî Süfyan!” dedi. Ben onlardan önce davranıp bu bâdireyi atlattım. Bu yoklamadan sonra Ebû Süfyan şunları konuştu:
“Ey Kureyş topluluğu! Artık burada duramayız. Atlar, develer ölmeye başladı. Kıtlık ve yokluk her tarafı sardı. Kurayza oğulları Yahûdileri de bize verdikleri sözde durmadılar, döneklik ettiler. Onlardan hoşumuza gitmeyen haberler gelmeye başladı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Ne tencerelerimizi, ne ateşlerimizi ne de çadırlarımızı yerinde bırakıyor. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben, yola koyuluyor ve gidiyorum.”
Ebû Süfyan, bu konuşmasından sonra devesine doğru yürüdü ve devesine binerek yola koyuldu. Peygamber Efendimiz bana: “Dönüp bana gelinceye kadar bir hadise çıkarmayacaksın” diye emir vermemiş olsaydı ve isteseydim, Ebû Süfyan’ı okla vururdum. Benim en yakınımda bulunan Âmir oğulları birbirlerine: “Ey Âmir oğulları sülalesi! Yüklerinize dikkat edin, bırakmayın. Burada durulmaz artık” diyorlardı. Bu ordunun içinde rüzgâr çok daha sert ve şiddetli esiyordu. Vallâhi yükleri ve yatakları arasında, fırlayan taş sesleri işitiyordum. Bu taşları rüzgâr fırlatıyordu.
Özgüven kazandırdı
Bütün bunları gördükten ve düşmanın yola koyulduğuna şahit olduktan sonra kendi ordumuza doğru yola çıktım. Kendimi yine hamamdaymışım gibi hissediyordum. Tam yolu yarıladığım sırada beyaz sarıklı yirmi kadar süvari ile karşı karşıya kaldım. Onlar: ‘Rasûlullah’a haber ver. Allah onların hakkından gelmiştir’ dediler. Rasûlullah’ın yanına vardığımda, örtüsüne bürünmüş namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra gördüklerimi kendisine anlattım.
Allah’a yemin ederim ki, döner dönmez, tekrar üşümeye ve titremeye başladım. Rasûlullah sallelahu aleyhi ve sellem kendisine doğru yaklaşmamı işaret etti, ben de yaklaştım. Beni ayakucuna yatırdı. Ben de örtüsünün bir ucunu üzerime çektim ve uyudum. Sabah namazı vaktine kadar uyumuşum. Namaz vakti girdiğinde: “Ey uykucu! Kalk artık!” dedi ve beni uyandırdı.”
Hazreti Huzeyfe’nin yaptığını hiçbirimiz yapamayız. Peygamber Efendimiz, kendisini korkak ve cesaretsiz olarak gören Huzeyfe’yi bu işte görevlendirerek ona cesaret ve özgüven kazandırmıştır. Liderler, Peygamber Efendimiz’i örnek alarak, çevrelerindeki en zayıf insanları kahraman yapabilirler. Liderlik de işte budur zaten. İslâm dâvâsında yola koyulan mücâhidler; “Ben şu işi yaparım ama şunu yapamam” demeyecekler. İş başa düştüğü zaman her işin altından kalkabileceğimizi gösteren canlı bir tarih var elimizde. Bu güzel insanların hayatı ağlamak ve gözyaşı dökmek için okunmaz, ibret almak ve onlara benzemek için okunur.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman/ İlkadım Dergisi
Abide Şahsiyetler ↗
İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.
İslam Alimleri ↗
Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.
VAR OL HOCAM