İpek Hoca’nın dilinden Hacı Hasan Efendi…

İpek Hoca” ismiyle tanınan merhum Hasan Türkmenoğlu Hoca, 27 Ocak 1987 tarihinde vefat eden Yahyalı’nın gönül sultanlarından Hacı Hasan Efendi’yi anlatıyor:

Yahyalı’mızın büyük evladı, Üstaz-ı Kerimim Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh Hazretleri… İpek gibi yumuşak eller… Kalem gibi, şirin parmaklar… Sanki gülkurusu rengiyle sulanmış beyaz ve tertemiz bir yüz… Çok yakışıklı ve şirin bir sima… Üzerine giyinmiş olduğu koyu lacivert bir elbise… Ruhuyla ahenkli nezih bir tavır…

Ta çocukluk yıllarımda kendilerini gördüğüm zaman Peygamberimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in oğlunu gördüm zannederdim. Neden böyle olurdum, bilemiyorum. Her tarafımdan içimi saran bu duygunun sırrını da bir türlü çözemezdim. İnce ve çok tatlı seslerini dinlediğim zaman etkisi, tepeden tırnağa bütün varlığımı kuşatıyordu. Gönlüm, neşeyle dolardı. O zaman tarikata girmiş falan değildim. İntisap nedir bilmezdim. Kendim ve çevrem, henüz buna yatkın da değildik.

İlk intisabım

1950 yılında Tarikat-ı âliyye’ye intisap nasip olmuştu. Artık sohbetlerinin huzur dolu bir kalp ile takipçisi olmuştuk. Ara ara dikkatimiz dağılırsa ya hafif boğaz ayıklamak, ya da mübarek ayaklarını hareket ettirme gibi bir işaretlerle sarahatten bizi uyarırdı. Sohbetlerinde net ve nazik ifadeler kullanırdı. Oradaki herkes kendisinden söz ediliyor sanırdı. Meclisteki kardeşlerimizin hatalarını gizlice kendilerine duyururlardı ya da taltif ve tebrik etmiş olurlardı. İşte mübarek sohbetleri böyle bir evliya edebi içinde sürer giderdi.

Bir de mübarek sohbetlerinde sesli veya sessiz kalbimize öyle bir zevk pompalanırdı ki onun yerini ne bal ne kaymak tutabilirdi. O hal ancak yaşanan bir haldi. İlk intisap günlerimdeydi, bir akşam haneyi saadetlerindeyiz. Sekiz- on kadar ihvan vardı. Gaz lambasını içine çektiler ve “Zikir sohbeti” buyurdular. Tahminen beş ya da on dakika geçmedi ki içimizde bir tat hâsıl oldu. Benzerini hala hiç duyamadığım bir koku odaya yayıldı. Biraz daha sürse yıkılacaktık ki lambayı açtılar.

Farklı bir hal

İntisabımdan sonra iki yıl gibi uzun süren bir zaman içerisinde öyle bir hale girdim ki hiç kimseyle konuşmak canım istemiyordu. Oysa evvelden meclislerde adeta kimseye laf düşürmez gibi bir durumum da vardı. Bir hayli de zayıflamıştım. Eskiden çok yerdim. Çevrem hep benim bu durumumdan konuşuyor ve bana acıyorlardı.

Bir gün Ağabeyim ile Eniştem beni bu işten vazgeçirmek için zorladılar. Konuşamıyor, savunma da yapamıyordum. Üzüldüm eve döndüm. Akşam Ağabeyim yatıp uykuya varınca bir tepik vurmuşlar, hemen uyanmış. Yengeme; “Yatağın altında ekmek ufağı olmasın” demiş. Kalkıp bakmışlar, ekmek ufağı falan yok. Tekrar yatmışlar, yine daha etkili bir hal. Tekrar kalkmışlar. Derken sabah olmuş.

Ağabeyim Eniştemin yanına varmış; “Bu gece sana bir hal oldu mu?” demiş. Eniştem saklayacak olmuş, sonra gülerek aynı olayın onun da başına geldiğini anlatmış. Tabii ki benim bunlardan haberim yoktu. Sonra mahzun bir halde Üstazımızın sohbetine gitmiştim. Üstazımız olanları tek tek anlattı ve;”Bizim müridlerimizi üzen, bizi üzmüş olur” buyurdu. Ve o nezih edebi içerisinde Abdülkadir Geylani kuddise sırruh Efendimiz’in bazı tasarruflarını anlatarak sohbetini işledi.

Hamdolsun bir müddet sonra Ağabeyim de Üstazımıza intisap etti. Sonraları başka ihvanlarımıza yapılan zulümlerde de benzer olaylar görüldü. Bundan dolayı en muannit kişiler bile korkarlardı. Tabii tövbe nasip meselesidir… İşte bunlar hiç içimden çıkmayan ve ancak ifade edebildiğim ilk ve aziz hatıralarımdır. Bunlar benim ufacık bir dahlim olmadan oluşuyordu, çocukluğumun gönül dünyasında…

Arapça öğrendim

Daha önceleri Arapça öğrenmeye çalışıyordum. Babamdan sarf okumuş, az çok bir şeyler de öğrenmiştim. Fakat 1950 yılında intisap ettikten sonra çalışmalarım sanki kendiliğinden durdu ve ben de olanca gücümü tasavvufa verdim. Çünkü Üstazımızı ve tasavvufu çok seviyordum.

Bir gün Üstazımız benim tekrar okumamı tavsiye buyurdular. Ama bu arada babam vefat etmişti. Ekonomik nedenlerle Yahyalı’nın dışına çıkma imkânım yoktu. Yahyalılı hocaefendilere koştum, kapı kapı dolaştım. Kimisi zamanının olmadığını, kimisi istiharesinin iyi çıkmadığını, kimisi de siyasi ortamın elverişsiz olduğunu ileri sürdü. Böylece bütün kapılar bize kapanmış oldu. Bu arayış birkaç ayımı aldı.

Bir zaman sonra Aziz Üstazımız sordu: “Okuma işini ne yaptın?” Ben de üzgün ve mahzun bir eda ile olup bitenleri arz eyledim. “Ya, öyle mi?” dediler. Biraz sükûttan sonra; “Seni de Allah okutsun” buyurdular. Bana ne oldu ise bundan sonra oldu. İçime biiznillah bitmez tükenmez bir ilim gayreti düştü. Yorulmak nedir bilmeden çalıştım, kendi kendime Arapçayı öğrendim. Öyle şimdiki gibi çok çeşitli imkânlar da yoktu.

Mahallemizdeki caminin imamlık imtihanına katıldım. Rabbim başarı ihsan eyledi. O da zahiri bir sebeple oldu. Sonra vaizlik imtihanında da başarı nasip oldu. İlçemize vaiz olarak tayin edildim. Katılmış olduğum meslek içi kurslarda hep birincilikler, kitap ödülleri almak nasip oldu. Oysaki benden daha zeki, tahsilli meslektaşlarımızın çoğu öyle değildi… Yahyalı’mızda dini sorunların çoğu bize yöneliyor, bu da bizi ilme daha çok yönlendiriyordu.

Hülasa elimi nereye uzatmış isem Üstazımızın himmeti ve duası bereketiyle kapılar açıldı. Halıkımız bizi de ilim yolcularından kıldı. Üstazımız bana sık sık: “Himmetü’r ricâl takla’ül cibâl” yani; “Büyüklerin himmeti, dağları yerinden söker” prensibini okurlar, nefsime bereketin nerden geldiğini hatırlatırlardı.

Bazı tasarrufları

Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh biiznillah çok güçlü tasarruflara sahip idiler. Aziz Üstazımız, olumlu hallerde kalpleri aydınlattığı, gönülleri şad eylediği gibi, olumsuz durumlarda da herkesin fark edeceği şekilde zuhuratlar olurdu. Kendileri bir ihvanın huzurlarına gelmesini arzu ederlerse, o kardeşimiz ancak huzurlarına giderse rahat edebilirdi. Ben burada kendimden birkaç tane örnek sunmak istiyorum.

Bir gün merhum Üstazımızın cazibesine tutulduğumun farkında olmuştum. Ama nefsim illa da “Bahçede bugün falan işimi göreyim, yarın giderim” diye tutturmuştu. Bahçeye gittim. Bahçeye varınca merkebim kayboldu. Hayli zaman onu bulmaya uğraştım. Buldum, bu defa da sırtında palanı yok. Nihayet bütün günüm yitikleri aramakla geçti, başka bir iş de göremedim. İkinci gün huzurlarına vardığımda olanları tek tek anlattılar. Tebessüm ediyorlardı…

Yine bir gün Ulu Camii’nde vaaz vermem için (o zaman imamdım) izin ve dua istedim. Nezih tavırları ile bu isteğime olumsuz göründüler. Ben rica ettim; “pekiyi” dediler. Çıktım kürsüye, başladım konuşmaya, söyleyeceklerim hep benden kaçıyordu. Arkası gelmeyen tekrarlar ve on beş dakika sonra büsbütün bir bitiş. Bereket versin namazdan sonra başlamıştım ve zaman doldurma mecburiyetim yoktu. “El Fatiha” dedim de kurtuldum. Hala hatırladıkça yorgunluğunu duyarım.

Yine bir başka misal. Yıl 1967… Kontların Hac kervanı ile hacca gitmiştik. Kafile sahibi, Üstazımızı şeref misafiri olarak kervanda götürüyordu. Medine-i Münevvere ziyaretini önce yaptık. Mekke-i Mükerreme farizalarını yerine getirmemiz ile de Hac ibadeti sona ermiş oldu. Kafile sahibinin isteği, Üstazımızın teklifi kabulü ile kervanımız dönüşe geçti. Yatsı namazından sonra mübarek şehrin kenarına çıktık. Orada sabahlamak için kervan konakladı.

Kendi kendime; “Beytullaha doyamadım. Efendim isterse durdururdu birkaç gün. Bari gideyim sabaha kadar olsun Kâbe’de kalayım” dedim. Gizlice dolmuşların kalktığı yere geldim. Şu dolmuşa bineyim diye koşuyorum, ben varmadan o kalkıyor. Daha sonra başka sebepler… Bir o dolmuşa, bir bu dolmuşa derken bir türlü işim rast gelmedi. Bu olumsuzluğun Üstazımızın rahatsızlığından dolayı olduğu anlaşıldı. Sessizce geri geldim, kafileye katıldım…

İktisatlı olun

Üstazımız Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh zaman zaman dünya işlerimizde de öğüt verir, yol gösterirler, itidali tavsiye buyururlardı. “Bir önemli gerek var, bir de gerek var” diye prensipleştirir, duruma göre önemli olanın tercih edilmesi uygundur mesajını verirlerdi. İmamlıktan almış olduğum ücreti yetiştiremezdim. Malumları olmuş ve bana kendilerinin askerlikte uyguladıkları şöyle bir ölçü vermişlerdi:

“Ben askere giderken çok sınırlı bir harçlığım vardı, onun da bir kısmını eve bırakmak zorunda idim. Çünkü başka imkân yoktu. Artık askerlik süresi boyunca arkadan harçlık da gelecek değildi. Bütün askerlik günlerime mevcudu taksim ettim. Hatırlayabildiğim kadarı ile her gün için 2 kuruş düşüyordu. Bu sınırı hiç geçmedim. Bazı günlerde harcama yapmam gerekmiyordu. Askerlikte ziyaretçim oluyordu, onlara ikram ediyordum. Harcama olmayan günlerin parasından ödüyordum ama ölçüyü koruyordum. 25 kuruş asker aylığımız vardı. Bu uygulama ile askerlikte hiç darlık çekmedim. Zengin kimselerin geniş imkânlı oğulları benden bazen ödünç para alırlardı. İşte böyle ölçülü gittiğim için biiznillah terhiste başkaları asker elbisesi ile döndüler, ben ise güzel bir elbise aldığım halde elimde az çok param da vardı.”

Ben Üstazımızın bu anlattıklarından hayli faydalandım. “Ayağını yorganına göre uzat” atasözümüzün de canlı bir uygulamasıydı bu. Sonra Resûlullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in; “El iktisâd nisfül maişet” yani “Ölçülü olmak geçimin yarısıdır” (Camiü’s- Sağir, No: 1660) hadis-i şerifini öğrendim. Üstazımızın bunları benim gibi kardeşlerimize bir örnek olsun diye anlattığını zannediyorum.

Üstazımızın sesi

1984 yılında idi. Almanya’nın Lutwigshafen kentinde Milli Görüş Camii’nde Ramazan bayramının ikinci günü yatsı namazını kıldırmıştım. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir cemaat camide çevremde toplanmışlardı. Çeşitli sorular soruldu, ilginç konular gündeme geldi. Çok zevkli bir gece olmuştu. Sohbeti bağladığımızda zaman bir hayli ilerlemişti. Kardeşlerimiz evlerine dağıldılar. En sonra çıkan ben olmuştum. Camiye 500 metre kadar uzak olan kaldığım eve gidiyordum. Herkes uykuya dalmış, sokaklar ıssızdı.

O günlerde de Alman ırkçılar azıtmıştı, zaman zaman insanlarımızı öldürdüklerini gazetelerden okuyorduk. Ben eve doğru ilerlerken yan sokaktan beş altı tane üzüm saçlı Alman genci birden etrafımı sarıverdiler. Bir şeyler söylüyorlardı, ne dediklerini anlamıyordum. Gerçekten sıkışmış ve korkmuştum. Bir de ne duyayım, o anda Aziz Üstazımızın; “Hasan Hoca korkma! Hasan Hoca korkma!” diyen o çok nazik seslerini duydum.

Yalnız kulağım değil adeta bütün vücudum duyuyordu o ruhani ve nurani sesi. O anda içimi çok tatlı ve zevkli bir huzur sardı. Şimdi de hatırladıkça hala o sesi duyar gibi oluyorum. Bir de ne göreyim, etrafımı saran adamlar dağılıp gittiler, ben de rahatça eve doğru yürüdüm. Bu da hiç unutamadığım nurlu bir hatıradır! Bizim gibi gafilleri küfür diyarında bırakmayan büyük Allah dostuna rahmet olsun.

Yağmur duası

Bir gün Ürgüp Taşkınpaşa Köyü’ne beni yağmur duası için götürmüşlerdi. Bütün köy halkı ve etraf köylerin halkı kırda toplandık, dualar ettik. Rabbimiz de rahmetini ihsan buyurdu. Yine çok samimi bir sohbetteyiz. Söz döndü dolaştı, Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh ve onun faziletine geldi. Aynı köyden, fabrika sahibi ihvanımız Mustafa Öztürk, Hacı Hasan Efendi Üstazımız ile ilgili nurlu bir hatırasını şöyle anlattı:

“Almanya’nın Hamburg kentinde sıhhatli bir genç olarak günde iki vardiya çalışıyordum. Vardiyanın birine sabah 04.00te gitmem lazım. Elbe Irmağı’nı vapurla karşıya geçip işbaşı yapmam şart. Aksi halde saatinde yetişemezsem işten çıkartırlar. Bu nedenle azığımı hazırlar, saatimi kurar, görevime ulaşırdım. Bir gün saat kurmayı unutmuş, tatlı bir uykuya dalmışım. Eyvah saat tam 04.00 olmuş. Hacı Hasan Efendi Hazretleri öbür tarafımdan: “Oğlum Mustafa! Kalk, haydi işiyin başına… Yoksa bu zalimler seni işten çıkarırlar” diyor. Gözlerimi açtım, o büyük zat ben evden fırlayıp çıkıncaya kadar oradan ayrılmadı. Zamanında işbaşı yaptım.”

Yarım inşaat

Yıl 1986. Kerpiçten evimiz çok eskimiş, her taraftan çatlaklar baş göstermişti. Yeniden beton harçlı yığma taş ve tuğladan yaptırmaya gücüm de yoktu. Bir bahçemi sattım zorlan bir milyon lira tedarik edebildim. Eve başladık. Hesaplar tutmadı, daha zemin katta gücüm tükendi. Artık üst katları çıkmadan burayı düzene koyup içine girmeyi düşünüyordum. Kardeşlerimiz; “Birinci kat da yapılsın, zemin rutubetli olur, oturamazsın” diyorlardı. Ben ise borç altında inlemektense zemin katta kalmayı tercih ediyordum. Meğer Üstazımız ihvanları; “Hoca orada olmaz” diyerek yönlendiriyor ve bizimle ilgileniyorlarmış. Benim bunlardan haberim yoktu.

Bir gün usta, ameleler ve biz toz toprak içinde çalışıyoruz. Üstazımız da ailesiyle birlikte taksi ile Derebağ Kasabası’na gidiyorlarmış. Bizim inşaatın yanından geçerken; “Hasan Hoca, Hasan Hoca!” diye seslendiler. Mübarek seslerini duyunca; “Buyur Efendim” diye koştuk. Bir koli şeker ve 20 000 lira para hediye ettiler. Taksinin içinden çıkmadan, mübarek ellerini kaldırdı: “Allah borçsuz harçsız yaptırsın, içi zikirli olsun” diye dua buyurarak gittiler. Bundan sonradır ki öncekinin üç katı iş yapıldı, evi serdik, bir de bahçe satın aldım. Yine de borcum yoktu. Hâlbuki benim borçsuz zamanım olmazdı.

Reşahat’ta anlatılıyor, Seyyid Ata kuddise sırruh bir müridi tarlada çift sürerken atıyla yanından geçmiş. “Nasıl oğlum, tarlan bitiyor mu?” demiş. Tarla da zayıfmış. Müridi de: “Efendim zayıf ama başka da çarem yok” demiş. Seyyid Ata dua etmiş, bundan sonra 20 sene o tarla çok bereketli mahsuller vermiş. Biiznillah ben de Üstazımızın duası bereketine hep o olayı hatırlarım. Ama büyük bir oda yaptırmıştım, Üstazımızı davet edeyim, teşrif buyurup burada ihvanlarına sohbet buyursunlar diye… Ne var ki bu nasip olmadı.

Vefatı yakınmış

Ev inşaatımızın sürdüğü o günlerle ilgili bir de şunu anlatmak isterim. 1986 yılının son ayları gelmiş idi. İnşaatı bitiremediğimiz için henüz yeni eve geçememiştik. Bir kardeşimizin evinde kalıyorduk. Gönlümde bir mahzunluk taht kurmuştu adeta. O günlerde gece uykuya vardığım zaman çok geçmeden bir zelzele oluyormuş gibi uyanır, evin titreyip durduğunu hissederdim. Hâlbuki gerçekte böyle bir olay olmadığını görürdüm. Zelzelenin içimde olduğunun farkına varınca sabahlara kadar uyanık dururdum. Hemen her gecelerim böyle geçiyor, bunun da ne demek olduğunu anlamıyordum.

Bu günlerde Cuma namazlarını Üstazımızın büyük bir gayret ve himmetle yaptırdığı ve hizmete açtığı Kalender Camii’nde kılmaya gayret ediyordum. Üstazımızın bize karşı şimdiye kadarki uygulamasının değişik bir şekli devam ediyordu. İyice yaşlı ihvanları yemeğe alıkoyuyor, benim de aralarında kalmamı arzu ediyorlardı. Hımm! “Tamam” diyordum; “Allahu alem biz ahiret yolcusuyuz.” Herhâlde zelzeleler vs. de bunu hatırlatıyor, Üstazımız da bizim manevi boşluklarımızı dolduruyor, bizi kabre ve ahirete hazırlıyor diye düşünüyordum.

Meğerse kendilerinin irtihal günleri çok yakınmış… Kendilerinin zaman zaman; “Ben artık gideceğim, vaktim de tamam oldu” derlerdi de ben ölümü kendilerine yakıştırmazdım. “Bu sözleri ile bizi uyarıyor” derdim. Kesinlikle Üstazımız daha yaşayacaklar kanaatini içimde canlı tutardım. Meğer ben hayalimde yanılmışım. Sonra hak vuku buldu ve bizim için acı gerçek meydana geldi. O büyük hadiseyi gece duydum, donakalmıştım. Bundan sonra içimi bürüyüp duran ne zelzele kaldı ne uykusuzluk ve ne de o değişik gam!

Katırlar ürktü

Üstazımızın son yıllarında hissi kerametleri çok zuhur ediyordu. Sene 1987. Üstazımızın ahirete göç ettiği seneydi. Derebağ Kasabası cemaati beni Ramazanda vaaz vermek için çağırmışlardı. Kabul ettim çünkü o kasabamızda Üstazımızın sevgilileri, gönül erleri çoktu. Hacı Hasan Efendimizin Allah’a yürüdüğü, bizleri burada bıraktığı günler daha taze ve gönüllerimiz hüzünle dolu idi.

Teravih öncesi vaazlara devam ediyordum. Köy halkı bir gelenek olarak akşamları iftara çağırıyorlar, teravih sonrası da bir saat kadar da ev sohbeti oluyordu. Bir akşam Duran Çiğdem’in evinde oda sohbetindeyiz. Oda Üstazımızın sevdikleri ile dolu. Bir ara Duran Efendi, Üstazımız Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh ile ilgili şu olayı anlattı:

“Tarlada katırlarımla, demir pullukla çift sürüyordum. Oranın tarlaları çok bayırdır, dağlık bir yerdir. Birden katırlar ürktü, pullukla birlikte kaçtılar. Pulluk çarpar, hayvanlar sakat kalır, benim de geçimim bozulur diye birden çok endişelendim. Hacı Hasan Efendi hemen orada bulundu ve “Al katırlarını!” buyurdu. O ıssız dağda katırlar, derhal yere çivilenmiş gibi durdular.”

O gün bu hatırayı duyunca içimize büyük bir ferah saçıldı, gönlümüz aydınlandı. Bu kerametler, Kitap ve Sünnette geçen “Belkıs’ın tahtını Âsaf’ın getirmesi, Sultan-ı Kevneyn Efendimiz’in Miraç mucizesi paralelinde büyük velilerde de bu tür zuhurat görülebiliyor. Reşahat’ta Hoca Ali Ramiteni kuddise sırruh’u okuyun…

Şer-i şerife bağlıydı

1950 yılındaki intisabımdan Hakk’a yürüdüğü 1987’ye kadar, uzun bir zaman dilimi mürşid ve mürid münasebetimiz devam etti. Hemen hemen yarım asırlık bu zaman boyunca bir defacık olsun şer-i şerife aykırı davranışlarına şahit olmadım. Bilakis şeriat-ı Muhammedîye’nin (aleyhis selatü vesselam) ahkâmına tam uyardı. Şeriatı, bizim canımızı, malımızı koruduğumuzdan daha fazla korurdu. Bazen de; “Hanefi mezhebinden olduğuma elhamdülillah” derlerdi.

Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh sünnet-i seniye’ye uyma konusunda da çok titizlik gösterir ve hatta müstehablara riayete çok dikkat ederdi. Sünnete ve edeplere titizlikle ve bizim farzlara uyduğumuz gibi uyardı. Hatta bazen müstehaplara bu deneli riayetini içimden yadırgar biraz fazla bulurdum.

Hacı Hasan Efendi bu hassasiyetlerini son günlerine kadar sürdürmüştü. Vefatına yakın bir zaman hastanedeyken; “Bugün ben mutlaka çıkacağım” diye ısrar ediyorlar. Hastalığın verdiği haller üzerindeyken, dalgınlıkla ayakkabılarının önce sol ayağını giydiriyorlar. “Benim sağlığımda dahi terk etmediğim sünnet-i şeniyeyi şimdi böyle nazik zamanda mı bıraktıracaksınız?” diyerek derhal soldan verilen pabucu çıkarıp atıyorlar… O akşam da irtihal ediyorlar.

Onun bu hassasiyetlerinin sırrını sonraları Üstad Said’i Nursi‘den öğrendim. Bir eserinde Ehl-i Beyt’in şeriata teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileride olduğunu anlatırken diyor ki Üstad: “Çünkü İslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Ehl-i Beyt işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehine ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.” (Said Nursi, Lemalar, 4. Lema)

Son zamanlarında kendilerinin hem baba, hem ana tarafından Ehl-i beyt olduklarını, yasaklardan önce halk arasında “emir sarık” diye bilinen yeşil sarık sardıklarını anlatırdı. Ben de böylece çocukluk yıllarında ve daha sonra şeriata, sünnete, edeplere ve müstehaplara göstermiş oldukları titizliğin sırrını bir de kendi ağzından öğrenmiş oldum.

İrşad makamı

Üstazımızın bulundukları irşad makamı itibariyle Ehl-i Beyt’ten olduklarına bir de hadis-i şerifteki tasarruf açısından yaklaşmak istiyorum. Efendimiz buyuruyorlar ki: “Ehl-i Beytimin sizin içinizdeki misali Nuh’un gemisi gibidir; ona binen kurtulur; uzak duran boğulup helak olur.” (Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânj el-Kebîr, No: 2636- 2638)

İbn Abbas ve Amr İbnül Asdan rivayet olunduğuna göre, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Benim Ehli Beytimin sizin içinizde bulunmalarının misali; kavminin içinde Nuh aleyhis selam’ın gemisine benzer. Her kim ona binmiş ise kurtulmuştur. Ona binmeyen ise suda boğulmuşlardır.” (Camius Sağir, c.3, s 279)

Şurası unutulmamalıdır ki Ehli Beyt’ten maksat Sünnet-i Seniyye’dir. Üstat Said Nursi’nin dediği gibi; “Sünnete uymayan, hakiki Ehli Beyt olamadığı gibi, Ehli Beyt’e gerçek dost da olamaz. İmam-ı Nevevî dedi ki: “Ulemadan büyük bir topluluk bu hadis-i şerifin izahında şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Bütün zamanlarda evliyanın kutupları (büyük bir çoğunlukla) başkasından değil ancak Ehl-i Beyt’ten olacağı kanaatine varmışlardır.”

Merhum Üstad Bediuzzaman Said’i Nursi özetle diyor ki: Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’e küçüklüklerinde gösterilen mühim ilgi ve büyük şefkat varisi enbiya olarak gayet önemli bir cemaatin menşei kaynağı olacağından ileri gelmektedir. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem o gaibe aşina gözü ile bunların neslinden gelecek kutupları, imamları görmüş, onların umumisi namına mümessillerin başından ve boynundan öpmüştür. (Bkz. Lemalar, s.17)

Evet, Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh da şartlarını üzerinde toplamış, el hak, kutuplardan bir kutuptur ve nur silsilesinin bir devamıdır kanaatindeyim. Ben Ehl-i Beyt ile ilgili bu bilgileri, âcizane Ehl-i Beyt’e hürmet görevi maksadı ile ve hürmette kusur etme korkusundan dolayı nakil ediyorum. Başka bir maksatla yazmıyorum.

Vasiyeti üzerine

Vefat etmeden önce Üstazımız; “Cenazemi bekletin, bütün dostlarıma haber verin, gelsinler, üzerime namaz kılsınlar” diye vasiyet buyurmuşlardı. Bu bekletme işi birkaç gün sürdü. Gereken lüzum üzerine mübarek yüzünü açmıştık. Allah Allah! Temiz yüzleri hayatındaki halinden daha parlak ve şirindi.

Bilindiği gibi Ebu Hanife Hazretleri ölüm tahakkuk edince bir an önce defnedilmeyi tavsiye ederdi. Bu menduptur. Bundan dolayı bu vasiyeti yadırgayanlar oluyordu. Acaba Hacı Hasan Efendi kuddise sırruh gibi büyük bir arif-i billah, şeriat-ı mutahharanın menduplarına dahi titizlik gösteren bir zat, böylesine her tarafı adeta canlı bir Sünnet-i Seniyye’ye dönmüş bir veli neden böyle bir vasiyete ihtiyaç duydular? Böyle düşündüm ve âcizane araştırdım, şu sonuçlara vardım:

Evvela bunu yadırgayan kardeşlerimiz meseleye yalnız Hanefi Mezhebi açısından ve dar açıdan bakıyorlar. Böyle hüsn-ü zanla her tarafta duyulmuş, mürşid-i kâmil olduğu kabul edilmiş bir zata çok yönlü bakmak gerekirdi. Şafii mezhebinde üzerine salihler namaz kılması için vs. cenazeyi makul bir süre bekletmek efdaldir. Özellikle cenazenin Salihlerden olduğu meşhur ise… Bozulmasından korkulmuyorsa, özellikle de velinin katılması için bekletilir. (Tuhfetül Muhtaç, c.3, s.192)

Bir de tasavvuf açısından bakacak olursak bu vasiyetinde bazı güzellikler olduğunu görürüz. Bu husus üstadımızın yücelik ve kerametlerindendir. Kendileri sağlığında sohbetlerinde ihvanlara halifesi olduğunu sık sık tekrar ettiği muhterem oğlu Ali Ramazan Efendi’nin umre ziyaretinden dönüp rahatlıkla cenazeye yetişmesi bu hikmetlerden biriydi. Şafii mezhebindeki bu cevazların bilinmiş olması da bu vasiyette etkili olmuştu.

Not: Bu yazı merhum İpek Hoca’nın oğlu Veli Türkmenoğlu tarafından derlenmiş, İrfandunyamiz. com tarafından düzenlenerek yayınlanmıştır.

Hacı Hasan Türkmenoğlu/ İrfanDunyamiz.com

BENZER YAZILAR

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir yorum

  1. Kaddesellahu sirrahul Aziz.Allah bizi üstadımızın himmetlerine nail eylesin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.