Konya’nın meşhur hafızlarından Hayra Hizmet Vakfı kurucusu merhum Hasan Hüseyin Varol hocamızın hatıralarını rahmete ve Fatihalara vesile olması niyeti ile yayınlamaya devam ediyoruz.
İstanbul‘dan 1953 senesinin sonuna doğru Konya‘ya döndüm. Şimdi Sarıyakup mahallesinde Çiçekçiler Camii diye anılan cami henüz mescit halindeydi. Tahir Hocam evine yakın olduğu için orayı kıldırıyordu. O, bana devretti. Ben de orada vazifeye başladım. Cemaatimden –şimdi rahmetli oldu– Ali Ağaççı vardı. Beni sohbete götürdü. Orada Celal Ağabey, Ahmet Atıcı, Mustafa Gözükara, Yorgancı Hacı Süleyman, Ali Ağaççı, ben ve başka arkadaşlar vardı. Onlarla tanıştım. Onlar beni zaten tanıyorlardı.
Sohbette hep Sami Efendi Hazretlerinden bahsediliyordu. Bir gün yine böyle oturduğumuz bir sırada, “Haydi Tahir Hoca’ya gidelim” dediler. Yatsıdan iki saat falan sonraydı. Atladık bisikletlere ve Hoca’nın evine geldik. Hoca, hiç yüksünmeden bizi eve aldı. Birer selam verdik ve oturduk. Fakat hiç kimse tek kelime konuşmuyordu. Herkes başını önüne eğdi, sessizce bekliyordu. Ben hiçbir şey anlamıyordum. Ama ben de onlar gibi yaptım. Fakat iç dünyamda enteresan şeyler oluyordu. Herhalde yanımdakilerin sahip oldukları manevî feyizden olacak, hiçbir şey düşünemiyordum. Sanki semada dolaşıyordum.
Bir gece ziyareti
Bu hal devam ederken gece yarısı olmuştu. Hocaefendi: “Haydi, Mustafa (Doğanay) Amcaya gidelim” dedi. Hemen kalktık. Yine bisikletlere bindik gidiyoruz. Ben kendi kendime; “Yahu bu Mustafendi Amca kim acaba?” diye soruyorum. Yanımdakilerden kimseye de bir şey soramıyordum… Gittik. Konya‘nın Aymanas semtine doğru epeyce bir yol gittik. Bağlar arasında bir eve geldik. Gece saat 02.00 idi. Kapıya hafiften vurdular. İçeriden kısa boylu, kısa beyaz sakallı, nuranî yüzlü, fakat üzeri giyimli bir zât kapıyı açtı ve “Buyurun” dedi, bizi içeriye aldı. Sanki bizim geleceğimizi biliyormuş gibi bir hali vardı. Hiç yatmamıştı.
Yine selam verip oturduk. Başlar eğildi, tefekkür başladı. Hiç konuşma yok. Fakat gerçekten müthiş bir mânevî hal var. Bendeki hal orada da devam etti. Ama ne olduğunu bilmiyordum. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. Biz o şekilde devam ederken sabah ezanları okunmaya başladı. Bunu üzerine kalktık ve sadece “Allaha ısmarladık” diyerek oradan ayrıldık. Benim namaz kıldırdığım camiye geldik. Ahmet Atıcı ve birkaç ağabey kendi camilerine gittiler. Tahir Hocam, Celal Ağabey ve Ali Ağaççı ile birlikte biz sabah namazını kıldık, herkes evine gitti. Ben de evime geldim.
Uyku tutmadı
Geldim ama, bütün bir gece uyumadığımız halde gözlerimde uyku yoktu. Yattım, bir sağa bir sola dönüyorum, fakat uyuyamıyorum. İçimde tarif edemediğim bir hal vardı. Baktım olmayacak. Kalktım, bir abdest aldım, bisiklete atladım, doğru akşamki gittiğim zâta vardım. Yani Mustafendi Amcaya. Selam verdim, beni içeri aldı. Elini öptüm, bir müddet durdum. İçim içime sığmıyordu. Üzerimde hiç bilemediğim bir hal vardı. Sonra o hal geçti ve “Efendim, ben tarikat dersi almaya geldim” dedim.
Tarikat dersi almak için gelenlere istihare tavsiye ederlermiş. Bir hafta-on gün kadar düşünme zamanı verirlermiş. Allah’a şükür bana öyle bir şey yapmadılar. Hemen kabul ettiler ve dersimi tarif ettiler. Kısa-öz bir nasihatte bulundular. Nasıl hareket etmem gerektiğini tarif ettiler. Elini öptüm ve ayrıldım. Hayatımın en mutlu anlarından birini o gün yaşadım. Bu söylediğim olay 1953 yılında cereyan etmiştir.
Artık o günden itibaren sohbetlere devam etmeye başladım. Devamlı oturduğumuz arkadaşlar: Celâleddin Çelikkol, Ahmet Atıcı, Mustafa Gözükara, Ali Ağaççı, Yorgancı Süleyman, zaman zaman Tahir Hocam, Demirci Kadir, Abdurrahman Karagözler, Dişçi Hocaefendinin biraderi, Ali Efendi ve bendeniz…
Saat kavgası
Dersim kalpteydi, çalışıyordum. Üç yıldız Peter marka bir saat vardı. Ben ders yaparken saatin çalışması beni meşgul ettiği için, ses duyulmasın diye üzerini örtmüştüm. Sonra bir gün açmayı unutmuşum. Rahmetli Babam, benim tarikat dersi aldığımı duymuş, çok öfkelenmişti. Bu saat olayını görünce öfkesi iyice kabarmış, bana olmadık sözler söyledi. Köylü olduğu için sövüp saymayı bırakamamıştı. Bana, arkadaşlarıma ve bana ders veren zâta da hakarete varan laflar ediyordu.
Mustafa Efendi Amcaya geldim. Durumu anlattım. Tebessüm ettiler ve “Üzülme, sabret, bu iş bir eve girerse o evdekilerin hepsine sirayet eder. Ayrıca bu yolun mensuplarına böyle dil uzatanların pek çoğu ileride, çok sadık mürid olurlar. Senin baban da öyle olacak. Fakat sen sakın onlara sert ve haşin davranma. Dövse bile seslenme, onlar senin baban ve annendir. İyi davran, sabırlı ol” dedi.
Gerçekten de öyle oldu. Aradan biraz zaman geçti. Bir gün Babam: “Oğlum! Sizin bağlı olduğunuz zatı ben rüyamda gördüm” dedi ve bütün şemailini bir bir anlattı. Gördüm ki içine bir ateş düşmüş. Onu Mustafendi Amcaya götürdüm, tanıştırdım. O, tatlı tatlı gülüyordu. Sanki “Ben sana demedim mi?” der gibiydi. Ve Babam da inâbe almıştı.
Bir gün baktım ki saati o da saklıyor. “Babacığım ne oldu?” dedim. “Oğlum Kalbimi meşgul ediyor. Ders yapamıyorum. Sessizlik istiyorum” diyordu. Ben de içimden “Sen bana kızıyordun, gördün mü senin de başına geldi işte” dedim. O andan itibaren Babam da kendine uygun arkadaşlarla sohbete devam etmeye başladı. Sonra annem de intisap etti. Kız kardeşim de vardı, o da intisap etti ve evde kimse kalmadı. Hepimiz hamdolsun Efendi Hazretlerine intisap etmiş olduk.
Bir zikir meclisi
Mustafa Efendi Amca disiplinli, biraz sert mizaçlı, keşfi açık iyi bir âbid, salih bir kuldu. Bir gün Dişçi Mehmet Efendi’nin evinde sohbet vardı. Seçkin ihvan ve büyüklerimiz de oradaydılar. Zikr-i cehrî başladı. Her zaman olmuyordu ama o gün böyle tecelli etti. Zikrin çok coşkulu bir anında, iki elimizden tutuyor ve zikre devam ediyor. Kaç kişi varsa hepsi onun elinden geçti. Herkes güçsüz kalıyor ve çekiliyor, fakat onda hiç böyle yorulma emaresi görülmüyordu.
Yıllarca bu tür yaşantılar bizde devam etti. Bazen her gün akşam, bazen haftada bir-iki gün akşamları sohbetlerimiz devam etti gitti. Bazen bizzat kendimizde, bazen de toplu halde kardeşlerimizde meydana gelen enteresan manevi tecelliler oluyordu. Onları burada yazma yetkim olmadığından yazamıyorum… Fakat tasavvuf hayatım, Mustafa Efendi, dişçi H. Mehmet Efendi, Tahir Hocam, Celâleddin Çelikkol ağabeyim, Hafız Ahmet Atıcı, Ali Ağaççı, Ciltçi Ali Efendi, Dr. Mehmet Baybal, Hafız Nuri Baş ve emsali ihvan ile gelip geçti. Bunlardan pek çoğu ahirete irtihal etti. Cenâb-ı Hakk hepsine rahmet eylesin.
(Not Bu yazı merhum Hafız Hasan Hüseyin Varol Hocamızın “Yaşadıklarım ve Gördüklerim” adlı Hatırat kitabından kısaltılarak derlenmiştir. Başlıklar sitemize aittir. Geçmişlerimiz için Fatihalara ve dualara vesile olması niyazı ile.)
Hasan Hüseyin Varol/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.