Konya’nın uluslararası bir değeri merhum Hüseyin Küçükkalay

Konya’nın Uluslararası Bir Değeri: Merhum Hüseyin Küçükkalay-1

Mehmet ÂkifSırât-ı Müstakim dergisinde “Dârü’l-Fünûn Talebesine Bir Tebşîr” başlıklı yazısında1 Ali Fehmi (Cabiç) Efendi (ö.1918) adında Hersek müftülüğü yapmış ve siyasi bir heyete başkan olarak Hersek’ten İstanbul’a gelmiş ve orada kalmış bir hocadan bahseder. 

“Kendisini ilk defa bir âşinâ-yı kadîmin evinde görmüştüm” dediği bu zat, Âkif’in Arap diline olan ilgisini işitince aralarında Âkif’i hayran bırakan bir diyalog gelişir. Âkif, kendisine Câhiliye şairlerinden ve daha sonraki dönemlerden kimin bir beytini okumuşsa Ali Fehmi Efendi o beytin altını üstünü, onunla münasebeti olan başka şairlerin şiirlerini son derece rahat bir şekilde okur.

Âkif devamla der ki; bilirsiniz ki Arap tarihindeki önemli olaylar (eyyâm), kabileleri, Arapların soybilgileri (ensâb) sağlam bir şekilde bilinmedikçe edebiyatları da anlaşılmaz. Mesela “Kuseyyir Ahtal’ı şu beyit ile, Cerîr de Râî’yi şu kasideyle bitirmiştir…” derler. Siz ise o beyitlerde ne söğüş ne de döğüş, hülasa hicve ait bir şey göremezsiniz.

Âkif, “İşte, Ali Fehmi Efendi’nin saydığım konularda o denli derin olduğunu gördüm ki bunu bir başkası söylese inanmazdım” der. Arap diline çocukluğundan beri şiddetle tutkun olan şair, sürekli olarak erbabını aramış Arabistan’ın bir hayli yerlerini dolaşmış, Arap ediplerden birçoğuyla görüşmüş, dilin inceliklerini, geçirmiş olduğu dönemleri, kaidesini, edebiyatını bu kadar etraflı incelemiş bir kimseye rastlamamıştır.

Mayınlı sınırlar

Özetle vermiş olduğumuz bu satırlarda geçen Ali Fehmi Efendi ismini kaldırıp yerine Hüseyin Küçükkalay’ı koyduğunuzda Hüseyin hocayı tasvir etmiş olursunuz. Küçükkalay hoca, Türkiye’de İslami ilim geleneğinin kesintiye ve takibe uğradığı bir dönemde, uzun asırlar ilim ve kültür merkezi olarak kalmayı başarmış Suriye’nin başkenti Şam’a gider.

Oğlu Mesud Küçükkalay’ın yazdığı Üç Potre (Çizgi, 2018) kitabında detaylı bir şekilde anlatıldığı üzere, hocamız çocuk yaşta anadan ve vatandan cüda kalmış ve çok sıkıntılara düçâr olmuştur. Önce aileyi ikna çabaları, sonra kaçakçıların eşliğinde pasaportsuz geçilen mayınlı sınırlar. Yarı aç yarı tok geçen, o taraflara gelen olursa eline ulaşan üç beş kuruşla idâme ettirilmeye çalışılan bir tahsil hayatı. Yabancı bir ülkede, koca bir şehrin ortasında yapayalnız bir çocuk…

Nereden bakılırsa bakılsın, çocuk yaşta bir insanın bu kadar çileli bir hayata talip olması aslında tam anlamıyla bir kahramanlık hikâyesidir. Kahramanlık hikâyesidir çünkü bin bir çile ve fedakârlıklarla yapılan bu tahsilin, ülkesinde o gün için hiçbir değeri ve gelecek adına da vadettiği bir şey yoktur. Bu hikâye günümüz gençliğinin anlamakta zorlanacağı kadar ulvi değerlerle doludur. Herkes uyurken, ortası delik bir yorganı pelerin gibi kullanarak lamba ışığında çalışmayı tercih eden bir aşk hikâyesidir.

Abdulfettah Ebu Gudde

Sözlük ezberler

Hocamız, siyasi ve iktisadi açıdan zor, ama ilmî açıdan bereketli dönemlerde, alanında otorite pek çok hocadan istifade etmiştir. Said Havva, Müslüman Kardeşler teşkilatının genel sekreteri Mustafa Sibâî, Abdülfettah Ebû Ğudde Hocamız bunlardan en meşhurlarıdır. Buna kendisinin çalışma azmi de eklenince; derste ezberlemekle yükümlü olduğu beyit sayısı beşse o on beş beyit ezberlemiştir.

Kendisinden beklenen performansı, iştiyakla ikiye hatta dörde katlayan bu küçük öğrenci bir defasında –anlatılanlara göre- bilmediği kelimelere bakmaktan sıkıldığı için Muhtâru’s-Sıhah adıyla meşhur bir sözlüğünü ezberleyip yanında taşıma yükünden kurtulur.

Tahsil hayatının ikinci yılındayken bir gün Suriye asıllı arkadaşına bir soru sorar: “Konuşmamdan benim Arap olmadığım anlaşılıyor mu?” Bu soru o yaştaki biri için son derece ileri bir hedeftir. Arkadaşı biraz acı bir tebessümle cevap verir: “Daha ilk kelimenden Hüseyin…” Bu cevap karşısında Hüseyin hoca oturur ve hüngür hüngür ağlar… “Daha ilk kelimenden…” 

Bu söz onun için adeta bir kamçı olacak ve yıllar sonra Kral Suud Üniversitesinde hocalık yaparken onu herkes Suriyeli zannedecektir. Bu kadarla da kalmayacak Arap öğrenciler arasındaki lakabı Sîbeveyhi (Prof. Dr. İdris Şengül’den naklen) olacaktır. (Sîbeveyhi bilindiği üzere Arap dilinin kaidelerini derleyip, onları sistemli bir şekilde kaleme alan dil âlimidir.) Hoca böylece felekten ağladığı günlerin –tabir caizse- rövanşını alacaktır.

Şam yılları hoca açısından son derece dolu geçer. Öyle ki Bağdat Üniversitesine geldiğinde, gramer dersinde sorumlu tutuldukları eser (Şerhu İbn Akîl), Şam’da henüz lise yıllarındayken okuyup hallettiği temel bir eserdir. (Daha sonra bu eserin bir kısmını bendenize de okutmuştur.)

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı manzara-hatiralarin-izinde-hatira-arsivi-anilar-gecidi-irfandunyamizali.jpg

Derin Arapça bilgisi

Konu buraya gelmişken Arapçanın kültür, düşünce ve irfanımız için ifade ettiği önemi Cemil Meriç’in şu tespitleriyle dile getirmek isteriz. Meriç Kültürden İrfan’a adlı ölümsüz eserinde, Amerikalı Protestan bir ailede dünyaya gelmiş Ömer Faruk Abdullah’la Mâvera dergisinin Haziran, 1980 tarihli 43. sayısında yayınlanmış bir mülakata yer verir.

Söz konusu mülakatta Ömer Faruk gençlere ısrarla Arapça öğrenmelerini tavsiye eder hatta mekteplerimizde Arapça okutulması gerektiğini söyler. Sözün burasında ne yazık ki der, Meriç, “bir Ömer Faruk’un irfan ve iz’ânı ile yarını kuracak Müslüman gençliğimizin idrâksizliğini mukayese edince, yüzümüz kızarıyor. Ömer Faruk İslam’ı tanımak için ilk adım Arapça öğrenmektir diyor. Bu ihtiyacı duyan kaç Türk aydını var? Bırakın Arapça öğrenmeyi, Osmanlıcadan ne haber?”2

İtiraf etmeliyiz ki Arapça öğrenmek bırakın kendi değerleriyle kavgalı Türk aydını için, kültürel kimliğini Müslüman olarak tanımlayanlar için bile zor gelmektedir. Öğrenenler de belli bir seviyenin üzerine çıkamamaktadır.

Önemli bir eser

Küçükkalay hoca ise filoloji tahsili yapmamasına rağmen, özel ilgisi sonucu bu dilde bir filoloji mezununun sahip olabileceği bilgi ve donanıma sahip olmuştur. Nitekim geride bıraktığı Kur’ân Dili Arapça adlı eseri bu tezimizi doğrulamaktadır. 1969 yılında Manevi Değerleri Koruma ve İlim yayma Cemiyeti tarafından basılan eser gerek yayın evinin dağıtım sorunu nedeniyle, gerekse okurun henüz o seviyede olmaması nedeniyle hak ettiği ilgiyi görememiştir.

Eser, bir Arap dilbilimi çalışmasıdır. Girişte genel olarak dillerin gelişiminden bahseden yazar, Arap Dilinin gelişim sürecinden, kadim Arap lehçelerinden, Arap Dilini geliştiren etkenlerden ve eş anlamlılık (terâdüf), çok anlamlılık (müşterek), Arapçaya yabancı dillerden giren kelimeler (muarrab) gibi konulardan bahseder. Diyebilir ki yazıldığı dönemde bu konuları ele alan yegâne Türkçe eserdir. Gerek kullandığı kaynakların Arap filolojisiyle ilgili temel eserler olması gerek müellifin bu kaynaklardaki kıymetli bilgileri titiz bir şekilde Türkçe okuruyla buluşturması eserin belli başlı özelliklerinden bazılarıdır.

Küçükkalay hocanın ilmî birikimini belirleyen faktörlerden bir tanesi de hiç kuşkusuz sahip olduğu ihtisas kütüphanesidir. Dil, edebiyat ve tefsir ağırlıklı bu kütüphanede o dönemin ilmî çevrelerinde rastlanmayan eserler de yer almaktadır. Cevâlîkî’nin (ö. 1145) el-Muarrab adlı eseri yahut Tâhir b. Âşur’un (ö. 1868) et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı muhteşem tefsiri ve belli başlı Arap şairlerine ait divanlar bu kabildendir. Kütüphanesi bu gün SDÜ. İlahiyat fakültesi kütüphanesine Prof. Dr. Abdullah Mesud Küçükkalay tarafından bağışlanmıştır.

Doktora tezi

Yeri gelmişken hocanın, Ankara İlahiyat Fakültesinde tefsir ve hadis kürsülerinin kurucusu olan Bosna-Hersekli ilim adamı merhum Prof. Tayyip Okiç’in danışmanlığında yaptığı “Abdullah bin Mesud ve Tefsir İlmindeki Yeri” adlı doktora tezinden de bir nebze bahsedelim. Söz konusu tez ülkemizde tefsir alanında yapılmış ilk örneklerdendir. Hocanın tefsir ilminde asıl ilgisi beyânî tefsir ekolü (Kur’an’ın edebî özelliklerini öne çıkaran yaklaşım) olmasına rağmen, Türkiye’de tefsir sahasında akademik çalışmaların henüz başlangıç aşamasında olduğu dikkate alındığında, sahabe tefsirine öncelik verilmesi uygun görülmüştür.

İbn Mesud radıyallahu anh sahabe içerisinde tefsirde otorite birkaç isimden birisidir. Günümüze gelen kendisine ait bir kitap ya da risale bulunmamaktadır. Hoca titiz bir çalışma sonucu rivayet tefsirlerinden İbn Mesud’tan nakledilen rivayetleri derlemiş, muhtelif konularla ilgili görüşlerini tespit etmiş ve böylece bu büyük sahabînin tefsir ilmindeki yeri ve önemini ortaya koymuştur.

Bu süreçte tefsir tarihine dair yazdığı eseri günümüzde hala okunmakta olan, Bağdat Üniversitesinden hocası Mısırlı Dr. Muhammed ez-Zehebî ile de yazışmıştır. (Küçükkalay hoca İbn Mesud Hazretlerinden çok etkilenmiş olsa gerek ki ikinci erkek çocuğuna bu ismi vermiştir.)

Ehl-i Sünnet hassasiyeti

Küçükkalay hoca itikatta Ehl-i Sünnet çizgisindeydi. Bu çizgiden uzaklaşan kimselere –yakın arkadaşı da olsa- iyi gözle bakmazdı. Ulemaya son derece saygılıydı ve saygı göstermeyenlere de kızardı. Fert ve toplumun kurtuluşunun, kurumsal ve bireysel anlamda ilahi emir ve yasakların tatbikinden geçtiğine inanırdı. Siyasi anlamda Milli Görüş çizgisindeydi. Ama aktif olarak siyasetin içinde hiçbir zaman olmadı.

İhtisas alanı tefsir olmakla birlikte hocanın öne çıktığı alan Arap Edebiyatı olmuştur. Hafızasındaki binlerce beyit yeri geldikçe, münasebet düştükçe sohbet meclislerini süslerdi. Şiir aslında sadece bir edebî anlatım biçimi değil, aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı ve kelimelerin bağlamlarını bizlere doğru bir şekilde taşıyan kelimelerin sicil kaydıdır.

Malum olduğu üzere sözlükler tek başlarına kelimelerin anlamlarını vermekte yetersizdirler. Kelime cümle içerisinde kullanıldığı takdirde gerçek anlamını bulur. Şiir bunun en ideal formudur. Hocamızın Arapçasının bu kadar fasih ve akıcı olmasının bize göre en temel sebebi şiire olan hâkimiyetidir. Hatırımda kaldığı kadarıyla birkaç Arapça şiir denemesi de olmuştur. Aruza son derece vâkıf olduğu için birisi bir şiiri yanlış okursa, o şiiri bilmese bile veznin kırılmasından yanlış okuduğunu yakalardı.

Şiire dair

Konu şiir ve edebiyattan açılmışken, bir gün derste kendisine, “Vefat ettiğinizde mezar taşınıza yazılmasını istediğiniz bir beyit var mı?” şeklinde biraz da münasebetsiz bir soru sordum. Hocamız Ebû Nüvâs’a (ö. 813) ait şu mısraları mırıldandı:

“Yâ Rabbi, in ‘azumet zünûbî kesraten
Fe le-kad alimtü bi enne afveke a’zamu
İn kâne lâ yercûke illa muhsinun
Fe bi-men yelûzü ve yestecîru’l-mücrimu”

Aynı zamanda Hazreti Mevlana’nın oğlunun mezar taşına kendi elleriyle yazdığı bu mısraları kendi çevirimizle verelim:

Günahlarım nice büyük olsa da Rabbim,
Senin affından elbet büyük olmayacak!
Eğer kapında sadece iyilere yer olacaksa,
Kötüler kimin kapısına varacak.”

Hocanın sıkça okuduğu ve biraz da kendisini bulduğu beyitlerden bir tanesi de meşhur şair Mütenebbî’ye ait şu mısralardır:

Ramâni’d-dehru bi’l-erzâi
Hatta füâdî fî ğışâin min nibâlin
Fe-sırtu iza esâbetnî sihâmün
Tekesserati’n-nısâlü ale’n-nısâli

Feleğin okları öylesine çok saplandı ki
Oktan yer kalmadı yüreğimde.
Atılan oklar üst üste geldikçe
Uçları kırılmaya başladı…”

Yine meşhur Cahiliye şairi İmruü’l-Kays’a (ö.m.540) ait şu mısralar da onun hissiyatına tercüman olmuş gibidir:

Ve leylin ke-mevci’l-bahri erkha südûlehu
Aleyye bi-envâi’l-hümûmi li-yebtelî

Geceler… Deniz dalgasına benzeyen geceler…
Karanlıkları üzerime örter de örter
Beraberinde türlü dertler(le)
Beni sınamak ister.”

Hüseyin Küçükkalay

Köşesine çekildi

Üzülerek belirtelim ki yetişmiş değerlerinden istifade etmesini, bunun için fedakârlığa katlanmasını bilmeyen bir toplumsal yapımız var. Hüseyin Küçükkalay hocamız da bana göre bu değerlerden bir tanesiydi. Kral Suud Üniversitesindeki hocalık hayatı sona erdikten sonra memleketi olan Konya’da köşesine çekildi.

Bu süreçte kendisinden istifade etmek isteyen çeşitli şahıslar ve kurumlar oldu, bunların kimisi hocayı üzdü kimisi de kendince istifade etti. Ama bu hiçbir zaman ideal ölçülerde olmadı. Kuşkusuz bu durum tek taraflı bir problem de değildi. Bize göre bunun, biri merhum hocamıza diğeri istifade etmek isteyen tarafa ait olmak üzere iki yönü bulunmaktadır.

Hocamıza bakan yönü, kendisinin eskilerin tabiriyle müşkilpesent yani zor beğenen, zaman zaman çabuk hiddetlenen, kimi zaman çabuk bıkan/yorulan hassas bir yapıya sahip olmasıdır. Nitekim yakın çevresinden birisine, kendisinden istifade etmek isteyenlere bu anlamda yeterince yardımcı olamadığını söylediği bilinmektedir.

Buna mukabil istifade etmek isteyen tarafa bakan yönüyle ise (bu kurum ya da şahıs olabilir) bu taraf şahıssa hocanın standartlarını zor bulması ve çabuk pes etmesi, kurumsa hocayı kendisine uygun seviyede öğrenciyle buluşturmaması olmuştur.

Bu vesileyle kıymetli akademisyen Prof. Dr. Abdullah Mesud Küçükkalay’a yazdığı kitaptan dolayı teşekkür eder, muhterem hocamı rahmetle yâd ederim.

Konya’nın Uluslararası Bir Değeri: Merhum Hüseyin Küçükkalay-2

Konya yılları: 1932-1947

Hoca 1944’te ilkokulu bitirdiğinde başarılı bir öğrenci olmasına rağmen o günkü şartlar gereği dayısının yanına bisiklet tamirciliğine verilir. Dayısı iyi ve aynı zamanda disiplinli bir ustadır. Hocada İslamî ilimlere karşı bir meyil ortaya çıkar. Çıkar ama tamirciliği bırakıp dini tahsile başlaması, babası tarafından dayının disiplininden kaçış olarak yorumlanır ve baba-evlat arasındaki ilişki bir süreliğine kesilir.

Bu arada Konya’nın manevi mimarlarından Hacıveyiszâde Mustafa hocaya bu okuma arzusunu arz eder. Hocaefendi hazretleri her bakımdan çok meşgul bir insan olduğu için bu azimli öğrenciyi en seçkin talebesine, Ali Rıza Işın Hoca’ya havale eder. Ali Rıza Hoca biraz da bu yeni talebenin sebat ve hevesini ölçmek adına ders saati olarak sabah namazı öncesini verir.

Ertesi gün Ali Rıza Hoca camiyi açmak için geldiğinde, gecenin karanlığında, zemheri soğuğunda şadırvanda abdest alan birini görür. Bu, dün sözleştikleri öğrencidir. Hoca öğrencinin azmini anlar ve ders saatini namazdan sonraya alırlar. Kaderin bir cilvesi olarak yıllar sonra Hüseyin hoca Konya Yüksek İslam Enstitüsünde yeniden karşılaşacaklardır. Fakat bu sefer Ali Rıza Hoca talebe Hüseyin hoca ise hoca konumunda olacaktır.

Ali Rıza Hocanın askere gitmesi üzerine, Hüseyin hoca bu ilmi yerinde okuma kararı alır ve arkadaşı Cemal Tekin’le Suriye’nin Halep şehrine gitmeye karar verirler. Elde avuçta yoktur. Üstelik Suriye’ye pasaportsuz; kaçak yollarla gireceklerdir. Nihayet Kilis’in Keferrahim köyü üzerinden, Fayet adında sınırı bilen birisi vasıtasıyla sınırı geçerler.

Suriye yılları: 1948-1955

Hocanın Suriye tecrübesi önce Haleb’te, Kurnâsıyye Medresesinde başlar; kendisine zemini hasır olan bir oda gösterilir. Bir süre sonra parasızlık had safhaya ulaşır ve bir bisiklet tamircisi yanında çalışıp harçlığını çıkartmaya başlar. Birkaç sene sonra Şam’a geçerek Hasen Habenneke, Abdülkerim er-Rifâî, Muhammed Edîb es-Sâlih ve Nuh el-Kuzat gibi âlimlerin yetiştiği el-Cemiyyetü’l-Garrâ adında özel bir eğitim kurumuna kaydını yaptırır.

Eğitim seviyesi lise ve ortaokul seviyesine tekabül etmektedir. Kurumun eğitim kalitesi son derece iyi olmakla birlikte diploması Suriye hükümeti tarafından tanınmamaktadır. Hükümet sadece diplomadaki imzaların sahiplerine aidiyetini tanımaktadır. Burada hocaları, Nâyif el-Abbâs ve Abdülvehhâb el-Hâfız’dan fıkıh, Abdurrahman ez-Zü‘bî’den tefsir, Şeyh Halid’ten Arap Dili ve Edebiyatına dair dersler alacaktır. Hocaları arasında Abdurrahman Ebû Tok ve Abdülganî ed-Dakr gibi hocalar da vardır.

Hocanın en sevdiği ders Arap Edebiyatı ve özellikle de şiirdir. Şiir bilmek ve dile hâkimiyet Araplar için eskiden beri bir değerdir. Öğrenciler arasında sık sık şiir okuma yarışmaları yapılır. Yarışma şu şekildedir: Birisi bir beyit okur, ardından karşı taraf o beytin son harfiyle başlayan bir başka beyit okur ve böylece saatlerce süren bir tür edebiyat panayırı yapılır.

Hüseyin hoca bu yarışmalarda çoğu zaman birincidir. Öğrencinin mahfuzatını güçlendirmeye yönelik eğlenceli bir eğitim metodudur. (Bu arada bilhassa belirtmek isterim ki Hüseyin hocanın Arap Diline, edebiyatına olan bu derin muhabbetine rağmen onda “Arap hayranlığı” denilebilecek bir tavra şahit olmadım.)

Parasızlık problemi ise hiç bitmez; hoca bir konserve fabrikasında kendisine iş bulur. Burada paylaştığı acı bir hatıraya yer vermek istiyorum: “Bir gün o kadar parasız kaldık ki eskimiş gömleklerinin yaka ve kollarını alması için bir terziye gittik. Sonradan anladım ki aslında adam sırf bize acıdığı için onları aldı. Zira eskimiş yaka ve kol manşetini kim ne yapsın…”

Maddi açıdan yoklukla ama ilmî açıdan dolu dolu geçen yıllardan sonra sıra üniversite okumaya gelir.

Irak yılları: 1956-1960

Hoca Bağdat üniversitesine bir grup Türk arkadaşıyla başvurduklarında önce başvuruları sudan sebeplerle reddedilir. Bu zorluğu Suriye’deki âlimlerden getirdiği referans mektuplarıyla aşar. (Bu reddedişin gerçek sebebini fakülte sekreteri yıllar sonra, Hüseyin Hoca fakülteyi birincilikle bitirdiğinde itiraf edecek ve şöyle diyecektir: “Siz ilk başvurduğunuzda Türk olduğunuz için eğitim seviyesini aşağıya çekersiniz diye endişe ettik ve o yüzden reddettik.” Hoca böylece aldığı birincilikle Türklere dair bu olumsuz imajı da silecektir.)

Bir ara büyükelçilik Türk öğrencileri toplayıp onlara bir konuşma yapar. Büyükelçinin sözü, yönünü batıya çevirmiş yeni Türkiye’nin bir zamanlar vilayeti kabul ettiği o coğrafyaya bakışının adeta bir özeti gibidir: “Burada ne işiniz var? Bu pis insanlardan ne öğreneceksiniz?!”

Hoca derslerde o kadar iyidir ki bir gün Dicle kenarındaki çay bahçelerinde bir iki öğrenci arkadaşına ders takririne başlarlar, aradan yarım saat geçmeden bahçenin ağzına kadar öğrenciyle dolduğunu görür. Öğrenciler, ellerinde kitap hocanın takririni dinlemektedir. Bu arada şunu özellikle belirtmeliyim ki hoca kendisinden ve başarılarından bahsetmeyi asla sevmezdi. Bütün bu anekdotlar yıllar içerisinde bir vesileyle anlattıklarıdır.

Burada da kıymetli hocalardan ilim alır: Mısırlı Muhammed ez-Zehebî’den tefsir, Bedr el-Mütevellî’den fıkıh ve usul, Abdülkâdir el-Cümeylî’den belagat ve aruz, Ömer Bâvezir’den Arap Edebiyatı dersleri almıştır.

Bu yıllardan sınıf arkadaşları arasında, daha sonra Ürdün Âl-i Beyt Üniversitesi Usulüddin Fakültesinde dekanlık yapacak olan Prof. Dr. Kahtan ed-Dûrî de vardır. (Dûrî hocanın nasıl bir âlim olduğunu kendisiyle yüksek lisans tezime dair konuşurken fark ettim. Hoca bir usulcü olduğu halde bir tabakat kitabının farklı baskıları arasındaki farklara hâkim olacak kadar iyi yetişmişti.)

Dönem sonu imtihanları yaklaşmıştır ve fıkıh hocası okudukları klasik fıkıh kitabının kalan kısmından sorumlu olduklarını söyler. Kitap delillere yer veren (kitabü’l-edille) bir klasik eserdir; hoca yardımı olmadan anlaşılması zordur. Hüseyin hoca söz isteyip durumun zorluğundan bahsedince, fıkıh hocası sert bir şekilde; “Buraya ilim tahsiline geldiniz. Yapan yapar; yapamayan da çeker gider!” diyerek kapıyı gösterir. Bu durum karşısından kendini tutamayan Hüseyin hoca sınıfta hüngür hüngür ağlar.

Bu arada kendisine Konya’dan mektup gönderen Ali Rıza Işın hoca (kendisine sağlık ve afiyet diliyorum) bilhassa usul-i fıkıh üzerinde durmasını zira Konya’da bunu bilen hocanın azaldığını söyler. Aslında hocanın pek bilinmeyen taraflarından biri de usul yönüdür. Çok sağlam bir usul alt yapısı vardır. Nitekim Bağdat’ta İkinci Ebu Hanife lakabıyla anılan Emced Zehâvî’den de ders almıştır.

Bu arada Bağdat sabık kadısı Muhibbüddin Abdullah es-Sûfî’den icazet alır. es-Sûfî hoca icâzetinde hocadan “manevi oğlu” olarak bahseder. Bu tavsif şekli o günkü Bağdat icâzet geleneğinde mi vardır yoksa hocaya mahsus bir tavsif midir onu bilemiyoruz…

Bağdat yılları

Hoca Bağdat yıllarında da bir dondurmacının yanında iş bulup çalışmaya devam eder. Ama bütün bu emeklerinin karşılığını Fakülteyi birincilikle bitirerek alır. Fakat bir ara fakülte bu sonucu ilan edip etmeme noktasında tereddüt yaşar. Çünkü birinciliği bir Türk öğrenci almıştır. Sonunda resmi olarak bu durum dönemin gazetelerinde (Hayat Gazetesi) ilan edilir (1960).

Şimdi sıra bir başka ülkede lisansüstü eğitim yapmaya gelmiştir. Aslında 1958 General Kasım ihtilaline kadar Bağdat üniversitesi fakülte birincilerini burslu olarak yurt dışına göndermektedir. Fakat 1958’de Abdülkerim Kasım ihtilal yapmış ve ülkede her şey altüst olmuştur. Dolayısıyla burslu yurt dışı olayı gerçekleşmez. Bunun üzerine, bir arkadaşıyla kendi imkânlarıyla lisansüstü eğitimi almak için İran’a gitmeye karar verirler.

Hocanın İran tecrübesi oldukça kısa sürer. Tahran Üniversitesine başvurur bir iki ay eğitim de alırlar ama bir nokta onları çok rahatsız eder: Fakültede açık açık sahabeye küfredilmektedir. Orada yapamayacaklarını anlarlar ve ülkeye dönüş kararı alırlar. Yine yolsuz ve parasızdırlar.

Erzurum müftülüğünden çıkışları: 

Türkiye sınırını geçtikten sonra kamyonlara yaptıkları otostopla Erzurum’a kadar gelirler. Yol parası bulmak için gidecekleri tek yer vardır; müftülük. Cuma günüdür, müftülüğe giderler, müftü efendiye kendilerini tanıtırlar. Müftü, kendilerini iyi bir şekilde karşılar ve belli bir saat vererek o saatte tekrar gelmelerini ister. Belirtilen saatte gittiklerinde ise müftü odasından içeri bile sokmak istemez.

Anlaşıldığı kadarıyla ilk ziyaretlerinin ardından bir polis gelmiş ve müftüden haklarında bilgi almak istemiştir. Belli ki bu durum müftüyü fena halde korkutmuştur. İki ilim talebesi meslektaşlarından göremedikleri yakınlığı –kendi ifadesiyle- kamyon şoförlerinden görecektir.

Konya Yüksek İslam Enstitüsü Yılları: 1961-1985

Hoca çok geçmeden Konya Yüksek İslam’a Arap Dili Edebiyatı ve Tefsir hocası olarak atanır. Enerjik ve heyecanlıdır. Dersleri, o günün şartlarında yasak olmasına rağmen, Arapça anlatır ve iyi yetişmiş talebe bundan son derece istifade eder. Ne var ki sınıftaki iki öğrenci dersten kalacağız korkusuyla bu durumu şikâyet ederler, bunun üzerine hocanın şevki kırılır bir daha açılmamak üzere Arapça ders takriri defterini kapatır.

İslam Enstitüsü döneminde kendisinden en çok istifade eden öğrenci ise şimdilerde emekli profesör olan Hulusi Kılıç’tır (1962-66). Kılıç, hocayı kenarda köşede nerede yakalarsa bir şey öğrenmeye çalışır. Hatta kendi sınıfına giren Arapça hocasının dersini bırakıp Hüseyin hocanın dersine girer. Bununla da kalmaz aynı zamanda enstitünün müdürü olan o Arapça hocasına; “Hocam derslere siz girmeyin Hüseyin hoca girsin” der. 

Sınıfta belagat derslerinin değişmez okuyucusu odur. Hulusi hoca bu çabasının karşılığını ileride alacak ve alanında parmakla gösterilen bir isim olacaktır. Hocadan istifade eden bir diğer isimse daha sonraki yıllarda asistanı da olacak olan Prof. Dr. Orhan Çeker’dir. Orhan hoca, sırf hocadan daha çok istifade etmek için hocanın evine kiracı olarak oturmuştur. Bu halkanın son talihlisi de sanırım bu satırların yazarıdır. Ve hikâyesi başlı başına bir yazı konusudur.

Suud Yılları: 1985-1991

Suud-i Arabistan Kral Suud Üniversitesinde boşalan bir kadroya hoca aranmaktadır. Orada çalışan bir arkadaşının aklına Hüseyin hoca gelir. Arkadaşı dekana konuyu açtığında, dekan ilk olarak şu soruyu yöneltir: “Peki yapabilir mi?” Arkadaşının cevabı son derece nettir: “Fazlasıyla”. O yıllarla ilgili olarak kendisine havaalanına ilk ayak bastığınızda ne hissettiniz? demiştim. Cevap olarak biraz da gülerek “ilk uçakla geri dönmeyi”, demişti.

İlk derse çok iyi hazırlanarak gider biraz da heyecan vardır. Karşısında duran öğrenciler Konya tabiriyle kelle-kulak yerinde tiplerdir. Dersi anlatır ve bir ara tahtaya yazdığı bir ayetin irabını sorar. Öğrenciler, “hocam biz iraptan pek anlamayız” dediklerinde, hoca derin bir “oh” çeker. O dönemde Süleyman Ateş hoca da oradadır. Sıla hasreti çektiklerinde bir araya gelirler… Hocaya fakültedeki ilmi seviyeyi sorduğumda bana şu cevabı vermişti: “Öyle doktoralı arkadaşlar vardı ki Mısır’dan, Suriye’den insan onların yanında benim de doktoram ver demeye çekinir.”

Üniversite maddi olarak son derece tatmin edici olsa da akademik anlamda belli bir düşüncenin baskısı hâkimdir: İbn Teymiye, Muhammed Abdülvehhab çizgisindeki âlimlerin dedikleri mutlak hakikat, diğerlerin ki ise doğru olma ihtimali olan yanlışlarıdır. Bu sebeple hoca düşündüklerini rahat bir şekilde ifade edemez.

Oradaki sistem anfiye bitişik gizli bir odada, dekanın ya da bir başka yetkilinin istediği zaman dersi gizlice dinleyebileceği şekilde düzenlenmiştir. Yani akademik düşünceye yönelik kırmızıçizgiler vardır. Bir gün derste Zemahşerî’nin bahsi geçer. Öğrencinin birisi, “Ama hocam o mutezilîdir” deyince, hoca “Evet mutezilîdir ama amelde de Hanefidir ve senden de benden de hayırlıdır.” der ve konuyu kapatır. Kısaca ortamın ve yetişme tarzı itibariyle öğrencinin farklı düşünceye tahammülü yoktur.

Küçükkalay hoca hayatının büyük çoğunluğunu polis ve istihbarat devleti diyebileceğimiz ülkelerde, üstelik yokluk içinde geçirdiği için bunun kaçınılmaz olarak kişiliği üzerinde yansımaları olmuştur.

Özel Arapça Kurslar ve Selçuk Eğitim Merkezi Dönemi: 1991-1994

Hoca Suud’tan geldikten sonra bir süre dinlenir ve daha sonra merhum Kamil Yaylalı ve Libya mezunu bir diğer hocanın da bulunduğu özel bir Arapça kursunda çalışmaya başlar. Derste İbn Hişâm’ın Şüzûrü’z-Zeheb adlı eserini okutur. Öğrencileri daha ziyade Arapçasını geliştirme arzusunda olan İlahiyat öğrencileridir.

Daha sonra diyanete bağlı olarak Selçuk Eğitim Merkezi açılır ki hoca zannedersem en çok bu kurumda kendisini rahat hissetmiştir. Bunda o yıllarda kuruma müdürlük yapan Ahmet Baltacı hocanın da payı büyüktür. Baltacı hoca Küçükkalay hocayı hoş tutmak için elinden ne gelirse yapmıştır. 

SDÜ ve Selçuk Üniversitesi Yılları: 1994-1998

Ankara’da toplanan Yüksek Din şurasında Arap konuşmacılarla kurduğu diyaloglar, şurada bulunan dönemin SDÜ İlahiyat Fakültesi dekanının dikkatini çeker ve kendisini fakülteye davet eder. Haftanın iki günü –bu bazen üçe de çıkabilmektedir- fakültede ders verecektir. Konya Yüksek İslam’dan arkadaşı Osman Cilacı Hoca ve Konya’dan öğrencisi Celalettin Divlekci de araştırma görevlisi olarak oradadır.

Birlikte acı tatlı -ama her hâlükârda acısı fazla- günler geçirirler. Yaşı ve hastalıkları hocayı artık yola tahammül edemez hale getirmiştir. Bir süre sonra Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçiş yapar. Bu “kalbin yuvaya dönüşü”dür. Ama kalp ve onu taşıyan beden artık fazlasıyla yorgundur. 1999’un Ocak ayında bu fani hayata veda eder.

Vasiyeti üzerine Üçler mezarlığına, keşke dizinin dibinden hiç ayrılmasaydım dediği, hocası Hacıveyiszâde Mustafa Efendi’nin civarına gömülür. Defni sırasında telkini yapan hoca irap hatası yaptığında bu satıların sahibi gözyaşları içinde şöyle diyecektir: “Hoca kesin kızmış ve düzeltmiştir…”

Sözlerimi orijinali bir Arap şairine ait olan, mezar taşına yazılı şu beyitle bitirmek istiyorum: se-yezkürunî kavmî iza cedde ciddühüm- ve fî leyleti’z-zalmâi yüftekadü’l-bedru

Başı zora gelince kavmim hatırlayacak beni. Tıpkı karanlık gecede dolun ayın arandığı gibi.”

Ruhuna Fâtiha…

Not: Bu yazı Celalettin Divlekçi Hoca’nın Merhabahaber’de yayınladığı “Konya’nın Uluslararası Bir Değeri: Merhum Hüseyin Küçükkalay 1 ve 2” başlıklı makalesidir. Bazı ara başlıklar sitemize aittir.

Celalettin Divlekçi/ Merhaba Haber

DİPNOTLAR

1 Ersoy, Mehmet Akif, “Sırât-ı Müstakîm”, sayı: 13, Tişrîn-i sânî, 1324/Şevval, 1326- İstanbul, s. 198-199.
2 Meriç, Cemil, “Kültürden İrfan’a”, (Hazırlayan: Mahmut Ali Meriç), İletişim Yayınları, İstanbul-2017, s. 337-340.

İslam Alimleri ↗

Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.

Abide Şahsiyetler ↗

İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Hüseyin Küçükkalay hocanın ilim yolculuğu…

Hayatını okuduğumuzda “Ne hocalar varmış” dedirten Konya’nın büyük alimi merhum Hüseyin Küçükkalay Hoca’nın mayınlı Suriye …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.