Kendisini ilk dinleyişim sanırım 1952’de, herhalde ilk hutbesindeydi. Çivicizâde Ümmügülsüm Camii‘nde… Celâl dolu bir hutbeydi. Halbuki hutbenin dışında hakim vasfı yağ gibi yumuşak olmasıydı. Hilim ve bast her anıydı.
Ve ibadet temizliği… Giyinişinde, tavrında, halinde o kadar barizdi ki… Birçoklarına dönüp baktırırdı.
Gazeteci olarak gidersiniz!
Sanırım 1954’te idi. “Hacca gideceğiz, siz de hazır olun!” demişti. Biz daha henüz talebeyiz. Ancak, onu yolcu etmeye gittik. Bizim sadece yolcu etmeye geldiğimizi görünce bir an durdu ve sonra, sanki kendisi bize hacca gitme teminatı vermiş gibi, “Siz gazeteci olarak hacca gidersiniz!” dedi.
Bu tarihten on bir sene sonra yazı yazmaya, yani gazeteciliğe başladım. Otuz altı sene sonra da Suudi Arabistan Enformasyon Bakanlığı beni hacca davet etti. Tabii gazeteci olarak…
Önce ilmihal
Daha çok şer’î planda kalmayı severdi. Tasavvuf Son Peygamber’in (sallellahu aleyhi ve sellem) derûnî hayatıydı. Oraya da onun zâhirî hayatından geçilirdi. Bugün, diğer tasavvuf büyüklerinin söylediklerini söylemek kimsenin haddi değildi.
Önce ilmihal bilgileri gerekliydi. Gerçekten, öncekiler için ilmihal bilgileri denecek şeyleri bile, bu gün bilenler de artık pek azalmıştı. Onun için bazan, “Efendim, Şeyhül Ekber vahdet-i vücud…” gibi sözlerle sohbete girişenleri; “Aman aman, onlar büyük meseleler… Bizim aklımız öyle şeylere ermez!” diyerek tatlıca kapatırdı.
Onu bir cenaze namazını kıldırırken hatırlarım. Beşiktaş Camii‘nin musallâsında yatan rahmetli Abdülhay Efendi’ydi. Yüzü o kadar haşyetle dolu idi ki, sanırdınız musallâda yatan odur. Dr. Rahmi Eray’ın cenaze namazını da Göztepe Camii’nde kıldıran o olmuştu.
Etrafında seçkin bir gençlik kitlesi çevreleniyordu. Hiç unutmam, bu kitle 27 Mayıs’tan sonra Ali Fuat Başgil Hoca’yı topluca ziyaret etmişti de, hoca bu kadar genç ve okumuş Müslümanı bir arada görmekten adeta gaşyolmuştu.
Çok tatlı bir insandı
Onun Cuma hutbeleri o kadar besleyici ve ışıklandırıcı idi ki, o küçük mescidi her seferinde, çok uzak yerlerden gelmiş insanlar doldurup taşırıyordu.
Hiç unutmam Çivicizâde Ümmügülsüm Camii’nde i’tikâfa çekilmişti. Ben henüz üniversitede okuyorum. ‘İ’tikaf’ nedir falan da pek bildiğim yok… Bir akşam namazından sonra, hayretle camiin içinde küçük bir sofra kurulduğunu gördüm. İ’tikâfta olanlar için bu mümkündü tabii…
Hocaefendi bizi de gayet büyük bir tatlılıkla yemeğe davet etti. Çok sâde ve basit bir yemekti… Ben bütün delikanlı cahilliğimle yemeğe daldım tabii… Amma baktım yemek tuzsuz… Tepsinin üzerindeki tuzu alıp, hiç tuzu olmayan yemeğe bolca ekmeye başladım. Bunun üzerine bütün simasına yayılan bir tatlı tebessümle: “Abe yahu sen bizi tuza alıştıracaksın!” deyişini hâlâ hatırlarım.
Mu’tekif yemeği tuzsuz olurmuş. Şimdi düşünüyorum, acaba o yemek o kadar basit mi idi? Ve dünya kadar tatsız tuzsuz mu idi?..
Asıl keramet
Mucize, keramet gibi şeylerden daha çok, onca mühim olan nefse hakimiyyet, Allaha kulluk etmekti. Esasen mucize peygamberlere mahsus idi. İslâm ahlâkı en büyük mucize idi. İnsanî muaşerette zarafet de İslâm ahlâkının temeli idi. Ve Hocaefendi bunun en güzel örneğini verirdi.
Kimseye çıkıştığını görmedik. Ziyarete gittiği evlere hediye olarak çay ve şeker götürürdü. Ne kadar içten ve mütevazı bir mânâ alırdı ve sonra büyürdü bu mânâ…
İlk çocuğumun doğumunda eve kadar zahmet etmek nezaketini göstermişti. Kendisine, bu devirde çocuk büyütmenin ne kadar büyük bir mesele olduğunu söylediğim zaman, verdiği cevabı çok seneler sonra anlayabildim. Diyordu ki: “Zaten çocuklarınızı siz terbiye edecek değilsiniz.” Çağdaş medeniyetin aileye, çocuğa ve klasik ahlâka kurduğu pusuları bundan güzel anlatan bir cümle olabilir mi?
İstikrar Allah’a mahsustur
Diyarbakır’da askerliğimi yaparken, yazdığım bir mektuba verdiği cevaptaki bir cümle de, idrakime bir mızrak gibi saplanmıştı. Diyordu ki: “İstikrar Allah’a mahsustur!”
Gerçekten, sonraki hadiseler dünyanın sadece bir istikrarsızlıktan ibaret olduğunu gösterdi. O bu cümleyi, “İstanbul’dayken Diyarbakır’a düştük.” şikâyetine cevap olarak yazmıştı sadece… Sonra bütün olacakları da tafsilen belirtmişti adeta…
Nitekim, istikrarın sadece Allaha mahsus olduğunu, bir Sinan kubbesi gibi birbirine bağlı taşları kıskandıracak kadar tesanütteki çevrelerde bile ne kopukluklar meydana geldiğini gördük… Aslında bunlar hep bilinen şeylerdi. Bilinmeyen şeylerin söylendiği yoktu. Amma insan galiba en çok bilinen, yahut bilindiği zannında olduğu şeylerde yanılıyor.
Tashih etti
Askerliğimi bitirip dönmüştüm. Yine bizim eve zahmet buyurmuşlardı. El yazması Kur’an-ı Kerim’ler, hattatların maharetleri konuşuluyordu. Anlatıyordu: “Bazı hattalar o kadar titizdi ki: ‘Yazdığım Kur’an’da bulunacak her hatâ için şu kadar altın vereceğim!’ diye ilân bile ederlerdi.”
Evde iki tane yazma Kur’an-ı Kerim vardı. Söz açılmışken göstereyim dedim. Birisini eline aldı, gözlüğünü taktı, rastgele bir sayfayı açtı ve: Şurada bir lâmelif eksik… Bir kalem var mı? dedi. Verdik ilave edip tashih etti.
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muhafazası altında olduğuna dair, Malik bin Nebî’nin anlattığı bir hadise vardır, hemen o aklıma geldi: İngilizler Mısır’da kasden yanlış basılmış Kur’an’lar dağıtırlar. Bir kaç ay sonra bakarlar ki, hepsi okuyanlar tarafından düzeltilmiş. Bazen bunun gibi yüz elli sene sonra, kasdî değil hataen bile olsa, bir lamelif bile olsa düzeltildiği vâkîdir.
Ergun Göze
(Not: 16. 11. 1990 tarihli Türkiye Gazetesi’ndeki Ergun Göze imzalı yazıdan kısmen iktibas edilmiştir. Ara başlıklar sitemize aittir. Yazının tamamını okumak için gazetenin internet sitesini ziyaret edebilirsiniz.)
İrfanDunyamiz.com
İSKENDERPAŞA ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.