Murat Evmek Hoca yere bakardı…

Bir rüya. Gece ve bol yıldızlı gökyüzü. Ay olmadığı için yıldızlar parıldıyor. Ve bir yıldız kayıp gidiyor… Uyanıyorum. Ertesi gün, yeğenimin kocası Şuayıp bey, amcası Murat Hoca’nın vefat ettiği haberini telefon ile bana bildiriyor. (17 Kasım 2020)

Murat Evmek Hoca, Ziya ve Makbule çiftinin dört erkek çocuğundan ilki olarak 06 (?) Nisan 1963’te (Nüfus kaydına göre 01.01.1964) dünyaya gelmiş. Eldeki vesikalara göre ailesinin kökleri 1820’lere kadar uzanıyor. Şecere, bir yönüyle Ruslar’ın Trabzon’u işgali sonrası Karadeniz’in orta kesimine yapılan göçlerle irtibatlıdır. Ailenin geçmişinde muallimler, asker (miralay/ albay), gaziler ve pek çok muttaki- mütedeyyin kişiler olduğu ifade edilir.

İlkokulu Kumru- Karaağaç Köyü’nde okumuş. (Mezuniyet, 1975). Ardından Ordu İmam Hatip Lisesine kaydolmuş. (Orta Okul mezuniyet, 1978). Yatılı olarak kaldığı bu okulda epey sıkıntılı zamanları olsa bile tahammül göstererek yedi sene orada okumaya devam etmiş. Bir ara yatılı okumayı bırakıp köyüne daha yakın yerlere gelmesi arkadaşları tarafından teklif olarak dile getirilse de; “Ben kendime okulunu bıraktı dedirtmem” diyerek buna sıcak bakmamış. Yabancı dil olarak Fransızca sınıfına düşmüş. “Babam tam bir sözelci idi” diyor oğlu Halil İbrahim Bey. Kendisinin bu özelliği onun ileride ‘başöğretmen’ olmasında da muhtemelen faydalı olmuştur.

Olaylı günler

Ordu’da okuduğu yıllarda okulun müdürü oldukça sert biri imiş. Ancak geceleyin öğrencileri kaldıkları yurtta denetler, gereken ilgi ve yardımı gösterirmiş. Bir defasında ondan unutamayacağı sert bir tavır görmüş. Ona; “Hakkımı helal etmiyorum!” demiş uzun yıllar. Lakin başörtüsü zulmü olduğu dönemlerde mezkûr müdürün gayretlerini görünce artık hakkını helal ettiğini söylemiş.

Murat Hoca’nın öğrencilik yılları özellikle Fatsa ve civarında sağ sol olaylarının yoğun olduğu dönemlerdir. Onun için Ordu’dan Kumru’ya gidiş gelişlerde hep temkinli ve dikkatli olmak zorunda kalmışlar. İcabında Fatsa içinden değil etraf köy yollarından dolanarak evine gelip gittiği olmuş. Ailesi de olup bitenlerden olumsuz etkilenmiştir.

Murat Hoca bu zorlu yıllarda, aile hasretini gidermek için sabah namazı sonrası uyumaz, güneşin doğuşunu seyre dalarmış. Bilirmiş ki, annesi de sabah namazı sonrası uyumaz ve muhtemel ki annesi de güneşi seyrediyordur. Böylece annesi ile kendisinin bakışlarının güneşte buluştuğunu varsayarmış… Dâussıla hasreti…

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı manzara-hatiralarin-izinde-hatira-arsivi-anilar-gecidi-irfandunyamizali.jpg

Evliliği ve öğrenciliği

Murat Hoca’nın evliliği, İmam Hatipten mezun olduğu (1982) döneme denk gelir. Ayşe hanım ile birkaç ay nişanlılıkları sonrası evlenmişler ve bu evlilikten (sırasıyla) Halil İbrahim, Muhammet Emin, Hayrunnisa, Ömer Faruk ismini verdikleri çocukları dünyaya gelmiştir.

İmam Hatip’ten mezun olduktan sonra Akkuş’ta Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunda imam hatip olarak göreve başlamış. Ancak buradaki görevi kısa süreli olmuş. Ardından Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne kayıt yaptırmış. Kendisi daha gençlik yıllarından beri romatizmadan muztarip imiş. Kayseri’nin soğuk iklimi, öyle anlaşılıyor ki, Murat Hoca’ya ağır gelmiş. Yatay geçişle 19 Mayıs Üniversitesi’ne geçmiş. 1983’lü yıllar aynı zamanda 1980 ihtilali sonrasının siyaseten soğuk ve gergin olduğu dönemlerdir.

Yüksek İslam Enstitüsü’nde okumaya başlayınca imam hatiplik görevinden ayrılmış. Samsun’daki öğrencilik yıllarında (bir yıl da hazırlık sınıfını dikkate alırsak) beş yıl kadar sürmüştür. 1982’de Yüksek İslam Enstitüleri İlahiyat Fakültesine dönüştürülmüş. Fakültenin ilerleyen yıllarında Murat Hoca, ders çalışma ve gayretlerini takip ve takdir ettiği ve hayatı boyunca kendisi ile samimi dost olarak kaldığı Rahmi Sekme Hoca ile aynı evde kalmışlar.

“Ben, demiş, senin kaldığın evde kalmak istiyorum. Ne dersiniz?” Rahmi Hoca da bunu uygun görmüş. Rahmi Hoca; “1984- 85’te Zeytinlik Mahallesinde zemin katta iki odalı bir yerde bir yıl beraber kaldık. Orada epey anılarımız oldu. Benimle kalmayı tercih etmesi, sanırım, benim düzenli ders çalışmam ve kaldığım yerin kalabalık olmaması ile ilgili idi. Ruhların ısınması da söz konusu bence” diyor.

“Anılarımız” demişken, şunu burada kaydetmemizde yarar var. Bir defasında sabah namazı sonrası her iki genç talebenin ellerinde tesbih, dua etmektedirler. Yer seviyesinin altında yer alan eve bazen fareler de gelirmiş! Rahmi hoca; “Gözlerim kapalı, elimde tesbih zikir çekiyorum. Fakat tesbih bir türlü yürümüyor. Allah Allah! Ne var ki, dedim kendi kendime. Bir de baktım ki, kucağımda kocaman bir geme! Tesbihi tutmuş, ileri salmıyormuş! Bu anımızı sonraki yıllarda hatırladıkça her daim gülüşürdük Murat Hoca ile…” Şairin deyişiyle, “Ağlarım, hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” misali…

Murat Hoca daha sonra Şuayıp Özdemir isimli arkadaşıyla da aynı evde kaldığı olmuş. Öyle anlaşılıyor ki, kendisi daha iyi ders çalışabileceği sessiz, munis ortamları tercih etmiştir. Onu yakından tanıyanların tanıklığı da bu yöndedir.

Üniversite. İkinci sırada soldan ikinci Murat Evmek

Başarılı ve iktisatlı

Samsun’da öğrenci iken yaklaşık olarak ayda bir defa köyüne gelir, yakınları ile hasret giderirmiş. Zira o zamanın kıt kanaat geçim imkanları, öyle anlaşılıyor ki, bu şekilde hareket etmesine imkan vermiştir. İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmadan önce, Ekrem Sarıkçıoğlu gibi bazı hocaların, çalışkan öğrencilerine, lisansüstü okumalarını tavsiye etmeleri ve fakat buna karşılık Murat Hoca’nın memuriyet hayatına atılması muhtemelen yine ekonomik şartlarla ilgili olsa gerektir. Yoksa akademik hayatta başarılı biri olacağı gözüyle bakılan bir öğrencilik profili çizmiştir kendisi.

İlahiyattan mezun olunca (30.06.1987) bir süre Zonguldak’ta görev yapmıştır. Zonguldak’ta kendisi ile yakın dostluğu olan Nevzat Aydıngöz Hoca, şöyle bir anısını anlatır. “Yıl, 1993’ler. Bosna harbi yılları. Oradan bir komutan gelmiş ve konuşma yapıyor. Toplantının yapıldığı yerde Bosna için yardım toplanıldı. Ben, önceden bir miktar hazırlamıştım. Murat Hoca ne kadar yardım yaparsa ben de ona göre kendimi ayarlarım diye düşüyorum. Daha önceleri pazarlara bile beraber gittiğimiz, oldukça iktisatlı bir alış veriş halinin olduğunu bildiğim Murat Hoca, orada öyle bir yardım yaptı ki!… Ben gıpta ettim. Kendisi takva ve istikamet ehli bir hoca arkadaşımızdı.”

Sonra Samsun Çarşamba’ya tayin olmuştur. “1987’de mezun olduk. Son hafta sınav olduk. Murat Hoca Zongundak’a gitti öğretmen olarak. 1997’de Çarşamba’da buluştuk aynı bina çatısı altında. Çarşamba İmam Hatibe gelmiştik. Kapı komşusu idik. Çocuklar beraber büyüdüler. Murat Hoca ile vefat ettiği güne kadar hep arkadaş idik” diyor Rahmi Hoca. Kumru’daki aile çevresine ve tasavvufi açıdan dostlarına yakın olmak düşüncesinin onun Çarşamba’ya tayininde etkisi olsa gerektir. Terme, Çarşamba ve Samsun üçgeninde eğitim öğretim, irşat ve insani ilişkiler ağı hayatı boyunca hep sürmüştür.

Tasavvufi yönü

İmam hatip yıllarından itibaren ahlakî olgunluğa ulaşmak (insan-ı kâmil olabilmek) amacıyla tasavvufa yakınlık duymuş. Şeyh Şaban-ı Veli (v. 1569) ile adı anılan Halvetiliğin Şabanî koluna intisap etmiş. Murat Hoca’nın arkadaşı Yusuf Ziya Aydın Hoca’nın ifadesine göre bu konuda kendisine halifelik tevdi edilmiş. Demek ki, onun bu konuda gayreti ve sorumluluğu ileri seviyede olmuştur. Bunun bir gereği olarak Murat Hoca, her gün zikirlerini (ezkâr-evrâd) yapar, sabahları uyumaz, nafile olarak Pazartesi- Perşembe oruçlarını tutar, duha, evvabin, teheccüd namazlarını da kılarmış.

Rahmi Hoca’nın anlatımıyla Murat Hoca her açıdan iktisatlı bir hayat sürmüş kişidir. Vaktini de iktisatlı kullanmıştır. Düğün derneklere imkan ölçüsünde katılmış, sosyal hayata dahil olmuş, ilim ve eğitimle dolu bir ömür sürmüştür. Bununla birlikte öyle anlaşılıyor ki, ilerleyen yıllarında kendi iç dünyasına olan yolcuğuna vakit ayırabilmek adına dış dünyasında olup bitenleri imkan ölçüsünde azaltmaya çalışmış görünüyor. Soğan sarımsağı ise kokusu kalmasın diye iyice ezip ondan sonra yemesi, hatta kalorisi fazla diye balık eti yemekten uzak durması da onun bu sufi tavrı ile ilgilidir denilebilir.

İktisatlı hayattan söz ettik. Murat Hoca, aldığı maaşıyla geçim yapmıştır. Kendisi, hanımı ve dört çocuğu ile demek ki, altı nüfusun geçimi söz konusudur. Özellikle çocukların yaşı büyüdükçe eğitim masrafları göz önüne alınırsa bunun dikkatli bir geçim yapmayı gerektirdiği açıktır. Bu açıdan Murat Hoca, Halil İbrahim Beyin deyimiyle, ay sonlarında bir nebze gergin olurmuş. Bazen çarşıdan un alır, ekmek evde pişermiş. Her halükârda çocuklarının eğitimi ve yetişmesi konusunda gerek yardımcı ders kitaplarının temini gerek dershanelere gönderilmesi hususunda oldukça cömert tavır sergilemiş.

Kimseden borç istemezmiş Murat Hoca. Hasbelkader biri ona bir ikramda bulunsa, ilk fırsatta minnet altında kalmamak için ilgili kişiye bir iyilikte bulunurmuş. Yıllarca arabası olmamış. Ahir ömründe ikinci el bir arabası olana kadar gidiş gelişleri genelde şehirler arası otobüslerle gerçekleşmiş. Çeşitli sebeplerle bunaldığında Mevlana’nın Mesnevi’sini tefeül misali rastgele açar, okur ve ferahlarmış.

Dikkate değer bir kitaplığının olduğunu söylememize gerek yoktur sanırım. Aldığı kitapları dikkatle ve yavaşça okur, üzerine düşünür, kenarlarına notlar alırmış. “Ve, diyor Halil İbrahim Bey, babam okuduğunu bir daha hiç unutmazdı.” Murat Hoca özellikle kelam, felsefe ve tasavvufun varlık (ontoloji) konularına epey merakla eğilir, icabında bunu çocukları ile karşılıklı teati ederlermiş.

Çarşamba. Sendika sohbetlerinden biri

Şiir yazmış

İç dünyasının hallerini, duygulanımlarını bazen şiirlere emanet etmiş. Bu açıdan özellikle üniversite yıllarında epey şiirler kaleme almış. Siyasete yönelik tavrı, dolaylı şekillerde kendini göstermiştir. İslam ve kültürünü önemseyen partilere sempatisi hep var olmuştur. Kendine mahsus hobileri, özel ilgileri olmuş mudur? Kendisini tanıyanlar bu konuda olumsuz görüş beyan ederler. Bir defasında köyünde top oynuyormuş. Köyün yaşlılarının, Murat Hoca sen de mi top oynuyorsun diye sitemvari söz ettiklerinden sonra bırakmış bunu.

Ancak dostu Rahmi Hoca ile birlikte Çarşamba’da bazen bisiklet turuna çıkarlar, hem spor hem tanıma-tanışma bâbında civar muhiti cevelan ederlermiş. Uzun yıllar kısa kollu gömlek bile giymediğini dile getirir Halil İbrahim bey. İnsanların ona karşı bu şekilde tavrı, Murat hocayı töhmet altında kalmamak adına biraz daha temkinli olmaya sevketmiş olabilir. Müzik olarak ilahilere meftundur. Bir de hikmetli sözlerle bilinen Alevi deyişlerini içeren Anadolu türkülerine bazen kulak kesilirmiş.

Vatani görevini 1992’de Balıkesir’de ordu donatım (ordonat) yedek subay olarak kısa devre şeklinde yapmış. O zaman diliminde hanımı ve çocukları köydeki evlerinde kalmış. Geri kalanı ise öğretmen olarak devam etmiş.

Gidip dönmemek var

Vefatı öncesi, annesi, rüyasında, karanlık bir yerden gelen ve oğlunuz vefat edecek şeklindeki sesle irkilmiş! Ancak bu olumsuz rüyayı kimseyle paylaşmamış. Ne zaman ki, Murat Hoca, korona sebebiyle hastaneye düşmüş, o zamandan itibaren psikolojik olarak buna kendini hazırlamış. Benzer durum Murat Hoca ile büyük oğlu arasında da geçmiş. Hastaneye giderlerken, “Oğlum, demiş Murat Hoca, geri dönemeyebilirim!” Oğlu bu tür bir ifadeyi kabullenemeyip; “Yok bir şeyin, iyisin!” diyerek teselli etmeye çalışmış. Rahmi Hoca’nın ifadeleri de bu minval üzeredir:

 “Koronadan hastaneye yatmıştı. Aramıştım. Sen iyisin, endişe etme falan dedim. Hastanede görüştük. Ben gidiyorum, dedi. Morgta yıkanırken de yanında idim. Aradan şu kadar sene geçti, o yangın içimizdedir!… Murat hoca gerçekten Allah için yaşadı. Tasarruflu bir hayatı oldu. Bunu her açıdan elinden geldiğince yaptı. Hep hesaplı kitaplı, tasarruflu bir hayatı oldu. A-sosyal da değildi.

Son yıllarında ciddi manada tasavvufi çalışmalarını ileriye taşıdı. Çarşambada on dört yıllık bir arkadaşlığımız oldu. Evi de sohbet edilen bir mekana dönüştü diyebilirim. Kapı komşusu idik. Çocuklar her iki evdeki kitaplardan istifade etmiştir. Murat Hocanın kitapları daha çok yaşantıya (hâl) dönük eserler idi. Ahir ömründe hemen her hafta Samsun’a gelir sohbet verirdi. Sohbeti Çarşamba’da da vardı. Öğretmenliği de devam ediyordu. Eğitim Bir Sendikası’nda da beraberdik. Uzun yıllar ben orada sohbet verdim. Ben Samsun’a gidince Murat Hoca bunu devam ettirdi. Özellikle hadis sohbetleri yaptı.

Murat Hoca açık lise derslerine de girerdi. Açık lise derslerine giren öğrencilerinin şu sözleri bence önemlidir: ‘Biz Murat Hoca’dan memnunuz. Çünkü Murat Hoca derslerine önem verir, anlaşılması için gereken özeni gösterir, kimsenin yüzüne gözüne bakmaz, sadece dersine odaklanırdı. Kâli ile hâli aynı idi.’ Bir de okullarda çay meselesi olurdu. Murat Hoca çaydan pek hoşlaşmasa da mutlaka aidata katılırdı. Bazen misafiri gelir onlara çay ikram ederdi. Başkasının parasını verdiği çaydan ben misafirime ikram etmem, derdi. Kimseye külfet olmak istemezdi.”

Murat Hoca’nın yakın dostlarından Yusuf Ziya Aydın Hoca, onunla ilgili şu hususlara dikkat çeker: “Murat Hoca helal kazanç konusunda çok hassastı. Hayatında kredi hatta kredi kartı kullanmadı. İktisadı sever, gereksiz harcama yapmazdı. Hiç borç aldığına şahit olmadım. İslami hayattan taviz vermez, bu konuda yumuşamazdı. Nafile namazları (teheccüd, işrak, duha, evvebin) devamlı kılardı. (…) Bir derviş hayatı yaşadı.”

Gelen gider, konan göçer bu ilden

Vefatı

Korona salgını döneminde Murat Hoca’nın vefatı ani oldu. Muhtemelen nice insan böyle bir durumu beklemiyordu. Çarşamba’da vefatı sonrası cenaze arabası ile memleketine (Ordu/ Kumru- Karaağaç Köyü) götürülmek istendiğinde şoför, orası farklı bir il, yetkim yok şeklinde düşüncesini dile getirmiş. Bunun üzerine Samsun’da tanıdıklar aranmış ve cenaze arabası Samsun’dan gelip Murat Hoca’yı önce Samsun’a götürmüş. Orada sohbet arkadaşları onun cenazesini hem yıkamışlar hem cenaze namazını kılmışlar.

Halil İbrahim Bey; “Bu durum, tam da babamın arzu edeceği şekilde vukû buldu” demektedir. Ardından cenaze, memleketine yollanmış ve orada da ayrıca cenaze namazı kılınmış. Kabri, Karaağaç Köyü Alan Mahallesi Camii haziresinde. Mezar taşının baş kısmında şunlar yazılı: “Hüve’l-Hakk, Hüve’l-Bâkî. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Ziya oğlu Murat Evmek.” Kabir taşının arka yüzünde, Niyazi Mısrî’nin nutk-ı şerifinden şu mısralar alıntılanmış:

“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben ‘ben’i terk eyledim, bildim ki ağyâr kalmadı.
Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet Dost ile,
Hep Hakk oldu cümle âlem, şehr u bâzâr kalmadı.”

Kendisi ilim ve hâl olarak donanımlı olduğu bir dönemde iken Âlem-i Cemâl’e yollandı. İlimle tezyin ettiği nice talebe yetiştirdi. Yakınlarına ve tanıdıklarına hâl ve kâli (yaşantısı ve bilgisiyle) ile faydalı olmaya çalıştı. Sadaka-i câriye kabilinden kendilerine hayru’l-halef olabilecek evlatlar yetiştirdiler. Ruhu şâd olsun.  Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Son sözü Murat hocanın şiirlerine emanet ettiği mısralara bırakalım:

“Efendim için ortaya koymadan başımı,
İlahi!…Diktirme başıma, mezar taşımı.”

Gönlüm hep coşsun, gönlüm hep taşsın
Kâinat ötesi âlemler aşsın
Melekler dahi bu işe şaşsın
Sever seni gönlüm sever Allah’ım.

Allah’ım, Allah’ım ezel Allah’ım,
Allah’ım, Allah’ım güzel Allah’ım.
Bu gönlüm seni sezer Allah’ım
Yolunda divane gezer Allah’ım
Bu gönlüm divane gezer Allah’ım
Aşkın nağmesini düzer Allah’ım.

Muradî inler, derdini söyler,
Şahittir buna kentler ve köyler,
Hep seni diler, gayriyi neyler
Sever seni gönlüm sever Allah’ım.

İyilerin iyiliklerine şahitlik etmek de mümin olmanın icabıdır düşüncesiyle aşağıda, bir öğrencisinin kaleme aldığı yazıyı veriyorum.

Hocamdan Geriye Kalanlar/ Derya Şafak

Mevlana’nın “Hayat bir nefestir, aldığın kadar… Hayat bir kafestir, kaldığın kadar… Hayat bir hevestir, daldığın kadar…” sözünü düşünüyorum. Hayatın kafes olduğunu bilen ne kadar heves almaya yeltenir ki, diyorum. Ve kafeste kaldığını bilip aldığı nefese şükredenin hamdı nicedir? diyerek o hamd’ın ehline imreniyorum. Belki soracak yüreklerimiz. Diyecek ki: “Var mıdır ahir zaman ümmetinde bu şuurda bir beşer kişi?”

Ben de gören, duyan, şahit olan bir kul olarak “Vardır!” diyeceğim ve Murat hocamdan bahsedeceğim. Samsun ilinin Çarşamba ilçesinde İmam Hatip Lisesinde okurken bir Arapça hocamız vardı diyeceğim ve anlatacağım:

Ben dini hassasiyetleri yüksek bir ailede yetişen biri değildim. Kuran ve Sünnet kaynaklı değil de gelenek üzere yaşayan bir ailede yetiştim diyelim. Ortaokulu da İmam Hatipte okumuştum ama 8. sınıfta arkadaşlarımdan etkilenerek alel-usül örtünmüş, Kur’an okumayı öğrenmiş, biraz ezber yapmış, namaz abdest gibi fıkhî hususların üstüne de pek bir şey koyamamış idim.

Mahremiyeti hava kararınca çekilen perdelerden ibaret görür, örtüyü namazdaki setr-i avret kadar idrak ederdim. Kur’an’ın hayata koyduğu nassları bilmez, Kur’an adâbının yaşantıya tatbikini idrak edemez idim. Yeni yeni bir şeyler öğrenir, sürekli bir karşılaştırma içerisine girerdim. Murat hocam da o yenilerden biriydi. Karşımdaki Arapça hocası diğerlerinden farklı idi. Sınıfa girdiğinde, sınıfa genel olarak bir kez bakarak selam verir, kimse ile göz temasına girmeden dersini anlatır sonra da yere bakarak çıkar giderdi.

Sınıfta böyle idi de koridorda, sokakta, bahçede farklı değildi. Öğrencilik bu ya… Bir şey dikkatimizi çekti mi hem gözlemler hem kıyaslar hem de baş başa verir yorumlardık. Niye diğerleri böyle değildi de Murat Hoca öyle idi? “Bize değer vermiyor?” desek adımızı tek tek bilirdi. Nice hocalar sınıfa girer, aylar geçer,  adımızı bilmeden sene biterdi. “Yok, yok… Bize değer vermese adımızı da bilmezdi” derdik. 

Ne kadar geçti aradan bilmem. Hocam bir gün derste cümlede iğrab konusunu işliyor. Parmak kaldırıp bir yandan da “Hocamm…” diye seslendim. Malûm hoca bize bakmıyor, belki de parmak kaldırdığımı göremeyecek, diye de düşündüm. Hocam hep mütebessim idi. Ne kahkaha attığını görmüşümdür ne öfkeyle yüksek tonda konuştuğunu. Yine her zamanki sakinlik ve mütebessim haliyle dönüp: “Söyle Derya!” demiş idi.

Ben en alakasız bir yerde düşünce sistemimdeki en alakalı soruyu soracaktım. Bunun da farkındaydım ama sormak zorundaydım. Çünkü hoca ders anlatsa da anlattığına değil hep bakışlarına odaklanıyordum. “Hocam konu ile alakalı değil ama soracağım,” dedim. Murat hocam: “Söz hakkı aldın zaten, sor hadi,” dedi.

Yönü bana dönük, başı bana dönük ama bakışları yerde. Hocamın vakarından utanmasam başımı eğip bakışlarının geldiği yöne dikeceğim. Vakarından utandım ve yapmadım. Soracağım zaten ya, dedim içimden. “Hocam siz konuşurken neden bize bakmıyorsunuz?” dedim. Hep yere bakarak yürüyorsunuz sokakta, koridorda, her yerde… Neden? Oh beee… Ne rahatlamıştım. Sınıf sessiz. Mırıldanma, fısıltı hiçbir şey kalmamış. Hocam yine sakin… Yine tebessüm etti.

“Çünkü Rabbim öyle istiyor” dedi ve “Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu, onlar için daha sakındırıcıdır. Allah, onların bütün yaptıklarından haberdardır” (Nur Suresi, 30) ayetini okudu. Anlattı sonra. Müminin temsil sorumluluğunu, ilimle amelin gerekliliğini de… Öylesine etkilenmiştim ki… Vallahi öncesinde ben bu ayeti hiç duymamıştım. Vallahi okusam da hayatta nasıl tatbik edilmesi gerektiğini anlamazdım. Murat hocamın yaşayışı benim için Nur Suresi 30. ayetinin tefsiri idi.

Hocam şaşkınlığımızı anlamıştı. Sonraki derslerde de yer yer Kur’an ayetlerinin tefsirini hayattan örnekler vererek anlatmıştı. Ben, Nur Suresinin 27-29. ayetlerini de bilmezdim. 9. sınıftaydım ama bilmezdim. Köyde yaşantımız böyle değildi. Tüm akrabalarım şehirde idi. Onlara sık giderdik ama onlar da öyle değildi.  Kur’an adabı ile yaşamak ne imiş ben hocamdan öğrendim.

Mezun olduk, ben İlahiyat okudum. Evlendim, çocuğum oldu. Anadolu’nun birçok şehrinde görev yaptıktan sonra memleketime, Çarşamba ilçesine tayin alıp bir de konut edindim. Evi daha teslim almamıştık. Eşimle ara ara gelip evin ne durumda olduğunu kontrol ettiğimiz bir gün evimizden çıkmış, aracımıza binip siteden ayrılıyorduk ki bizim bloğumuza doğru yere bakarak yürüyen biri çarpmıştı gözüme. Ben bu yürüyüşü tanıyor idim. Dikkatle baktım. Yıllar öncesine gittim. Evet o idi. Murat hocamdı. Aradan yıllar yıllar geçmişti. Ben liseden mezun olduktan sonra ilk kez hocamı orada görmüştüm. Biraz saçları beyazlamıştı o kadar. Murat hocam hiç değişmemişti. Gözden kaybolana kadar baktım. Ve gördüm ki hep aynı vakar!

Evimize taşındığımızda öğrendim ki hocamda aynı apartmandan ev almıştı. Nasıl sevinmiştim anlatamam. Eşi ve çocukları ile de tanıştım. Bu tanışmadan sonra aklıma ilk gelen ve ruhumu saran düşünce Nur suresi 27-29. ayetleri ve yine Nur suresi 30. ayeti idi. Görmüştüm ki hocam da ailesi de takva ehli idi. İnandığını yaşamış, yaşayışına göre de evlatlar yetiştirmişti.

Bir gün eşim beni çağırdı balkondan. O sırada merdivenlerden içeri giren Murat hocamın oğlunu işaret ederek gösterdi. Elinde ekmek poşeti ile apartmana girmişti. Dedi ki: “Genç, yakışıklı bir delikanlı. Epeydir balkondayım. Çok uzaktan beridir de onu gözlemliyorum.  Marketten çıktığından beri bakışlarını yerden ayırmadı. Maşaallah, takva ehli bir genç.” dedi. Ben hiç şaşırmamıştım. O evlatlar Murat hocamın rahlesinde yetişmişti.

Benim o sıralar 2. çocuğum dünyaya gelmişti. İşe başlamak için evladımı emanet edecek birine ihtiyacım vardı. Murat hocamın eşi ile de muhabbetim ilerlemişti. Evladımı onun hanesinden başka bir yere emanet etmeye gönlüm el vermiyordu. Daha önce başka birinin çocuğuna bakmadığını biliyordum. Ama yine de gittim, rica ettim. Ayşe teyzem evlatlarına güzel bir anne olmuştu. Evlerinde televizyon dahi yoktu.

Hocam her Perşembe akşamı ilim meclisleri kurar, Ayşe teyzem onca kalabalığa her hafta sofralar kurardı. Beş vakit namazın dışında beş vakit nafile kıldıklarını çok iyi bilirim. Yedikleri içtikleri helal, oturup kalkmaları Besmele ileydi. Evlerine girdiğimizde huzur ve ferahlık da bize iştirak ederdi. Böyle bir hane varken başka bir eve evlat teslim edilir miydi? Ayşe teyzem kıramadı beni. Murat hocaya sorayım, dedi. Allah razı olsun hocamdan. Eski öğrencisini kırmamış, rıza göstermişti.

Üç evlat emanet etti bana Rabbim. Ben de çalışan [memur] bir anne olarak onları Murat hocamın hanesine emanet ettim. Gözüm hiç arkada kalmadı. Çocuklarım Ayşe teyzemi “cicianne”, Murat hocamı “dede” bildi. Hâlâ da “Kaç deden var?” diye sorsalar “Üç dedemiz var.” deyip “Murat dedemiz” diye hocamı başta sayarlar.  Evlatlarım hastaneye yatırıldığında hocamın, oğlumun saçlarını okşarken “Torunnn… Enes’imm…” deyip gözlerinden akan yaşa şahidim.

Eve çıkarken bahçede çocuklara denk gelirim diye cebinde onlar için yiyecek bir şeyler taşıdığına, ev alış verişlerinde onları da unutmadığına… Şimdi çocuklarım büyüdü. Bazen beni üzen davranışları da oluyor ve kaygı kaplıyor yüreğimi. Sonra Murat hocam aklıma geliyor. Onlar Murat hocamın hanesinde bulundu. Gece gündüz dualarında yer aldı. Rabbim o dualar hürmetine evlatlarımı sırat-ı müstekîm ile şereflendirecektir diye düşünür ferahlarım.

Hocam lise yıllarında bir derste -bu sefer biz de bir şey sormamıştık ki şöyle bir kelam etmişti. “Şehitlik çok yüce bir makam. Şehitliği talep etmek lazım. Ancak ben kalbimi yokluyorum. Şehit olma isteğini orada bulamıyorum. Ben de Rabbime dua ediyorum. Rabbim bana şehit olma duygusunu ve isteğini ver, diye niyaz ediyorum.” demişti. Ardından eklemişti. “Kuluz, beşeriz. İman ettik ve elhamdülillah müminiz. Hak olan Kur’an’a teslim olmaya talip olduk. Ancak bazen teslim olmak kula zor gelir. O zaman dua edin. Allah’ım, emirlerine teslim olma duygusunu ve gücünü ver, deyin.” demişti.

Ben şahit olduğum sürece o duygunun talipliğini ve Kur’an’ın emrettiği yaşantıya teslimiyeti Murat hocamın yaşantısında gördüm.  Şimdi bana biri sorsa “Yaşadığın ömür boyunca bir Allah dostu gördün mü?” dese Murat hocamı söylerim. Gözümle, özümle buna şahit oldum derim. “Hakk’a inandı, Hakk’ı yaşadı ve yaşayışıyla Hakk’ı tebliğ etti” derim.

Pandemi döneminde vefat etti hocam. Duydum ki, hastanede yattığı sıralarda doktoru abdest almak için lavaboya gidip geldiğinde nefesi tıkandığından yataktan kalkmasına izin vermemiş. Hocam çok ısrar etmiş “O kadarına güç yetiririm.” demiş. Hatta iyi olduğunu düşünüp birkaç kez abdest almak için kalkıp nefessiz kalmış. Doktorlar bilmiyorlardı tabi. Hocamın asıl abdestsiz ve namazsız nefessiz kalacağını.

Bir süre daha teyemmümle eda etmiş namazlarını. Hasta yatağında nafileleri bile terk etmek istemeyen hocama ne zor gelmiştir sadece farzları eda etmesi. Sonraları nefesi hiç yetmemiş. Ters çevirip yüzüstü yatırmışlar hocamı daha rahat nefes alsın, diye. Entübe edilmiş sonra.  Bakışları yine yere doğru… Hocam Rabbimden şehitlik duygusunu istemişti. Tüm kalbimle inanıyorum ki Rabbim ona şehitlik nasip etti.

Not: Bu yazının oluşumunda ilgi ve destekleri için Halil İbrahim Evmek, Şuayıp Evmek, Rahmi Sekme, Yusuf Ziya Aydın, Nevzat Aydıngöz, Osman Şafak ve Derya Şafak’a teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ahmet Çapku/ İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Süleyman Efendi’nin faiz hassasiyeti…

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin önde gelen talebelerinden Eskişehir, Bilecik ve Balıkesir eski müftüsü Mehmet Emre …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.