
Köy odasının küçük penceresinden bembeyaz bir ışık süzülürken, kışın ve kuşluk vaktinin o durgun atmosferi odanın tamamını kaplamıştı. Odanın içinde üç beş kilim parçası ve birkaç minderden başka bir şey yoktu. Solgun kıyafetli hane halkı ise adeta sessizliğe bürünmüştü. Onların bu sessiz ve hareketsiz halleri üşengeçliklerinden değil, başlı başına açlık ve dermansızlıklarındandı. Evin babaannesi kuşluk namazını kıldıktan sonra ellerini duaya kaldırdı:
“Ey yeri göğü yaradan güzel Rabbim. Bu yıl kar epeyce gecikti. Havalar iyice ayaz kesildi. Amma bir türlü kar gelmedi. Ey Güzel Rabbim! Sana yakaran şu gönüllerimizi yumuşattığın gibi kar gönderip şu ayaz havayı da yumuşatsan olmaz mı? Ey Güzel Rabbim bize kar gönder ki biz de rızıklanalım. Sen Rezzak-ı Âlem’sin; bize hayırlı rızıklar nasip eyle. Kar yağdır ki küçük bebelerimiz aç kalmasın, kuzularımızın kursaklarına iki lokmacık ekmek girsin.”

Babaannenin Yüce Allah’tan kar yağmasını istemesinin bir sebebi vardı. Kurtuluş savaşının sonlarına denk gelen o yıllarda Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Antep’te de fakirlik ve sefalet yaygındı. Fakir fukara kış gelince dağlardan çuvallarla kar toplar, onu da az bir meblağ karşılığında şerbetçilere satarlardı. Buzdolabının, soğutucuların ve elektriğin olmadığı o dönemde soğuk şerbetler bu karlardan yapılırdı. Yaza kadar karların nasıl erimeden muhafaza edildiği ise şerbetçilerin sırrıydı. Fakir aileler için kışın dağlardan kar toplamak bir anlamda hayatî bir öneme sahipti. Eve un alabilmek için pek faza da bir seçenekleri yoktu. Bir kaç kişi dağdan kar getirebilirlerse ancak o zaman evlerinde ekmek pişerdi.
Babaanne sert ve zayıf ellerini nurlu yüzüne götürüp “âmin” derken, sürekli pencereden bakan ve havayı koklayan evin dedesi söze karıştı: “Âmin inşallah avrat. Bugün havada kar kokusu var. Yağdı yağacak mübarek…” Dedenin bu sözleri evin babası Mehmet Efendi’nin pek hoşuna gitmemişti. Çünkü babası neredeyse on gündür; “Ha yağdı ha yağacak” diyordu. Hoşuna gitmese de “Babaya cevap verilmez” diye düşünerek sadece dinlediğini gösteren bir ifadeyle babasının yüzüne baktı. Sonra her zamanki gibi ismini kısaltarak hanımı Gülseren’e seslendi: “Gül! Pestillerden kaldı mı? Hadi annesi o sakladığın pestillerden çocuklara bir parçacık daha getiriver.”
Gülseren Hanım içeriden getirdiği iki parmak büyüklüğündeki pestilin yarısını Ahmet’e yarısını da onun abisi Murat’a verdi. Verirken de; “Yavrum biliyorsunuz birkaç parça pestilden başka evde yiyecek hiçbir şey kalmadı. Onu da zaten sizin için ayırdım” dedi. Ahmet: “Üzülme anneciğim inşallah bugün kar yağarsa onunla un alırız, sen de bize mis gibi sıcacık ekmek pişirirsin” dedi.
Pestillerini bir lokmada yiyen Ahmet ve Murat dedelerinin yanına yaklaştılar. Dedeleri önceki gün onlara Hazreti Ali radıyallahu anh’ın cenk kahramanlıklarını anlatmıştı. Bugün ise sırada Yusuf aleyhis selam’ın kıssası vardı. Dede sanki kitaplardan okuyup yutmuş gibi hiçbir ayrıntıyı atlamadan Hazreti Yusuf’un kuyuya düştüğünü sonra iftiraya uğrayıp hapse atıldığını, en sonunda da Mısır’a vezir olduğunu bir bir anlattı torunlarına. Çocuklar açlıklarını bir nebze unuttukları için kısa süreliğine de olsa memnun görünüyorlardı. Hem sonra şu kıssalar olmasa soğuk kış günleri nasıl geçerdi?

Tam kıssa bitmişti ki evin beyi Mehmet Efendi birden bire ayağa fırladı. Herkes aynı anda pencereye doğru baktı. Çok şükür kar inceden inceye yağmaya başlamıştı. Mehmet Efendi biri 9 biri de 13 yaşlarında olan çocuklarına seslendi: “Çocuklarım, kuzularım hemen çuvalları hazırlayın, kar basmaya gideceğiz. Şimdi inceden yağdığına aldırmayın, birazdan Allah’ın izniyle lapa lapa yağmaya başlar.” Evin küçük oğlu Ahmet büyük bir heyecanla: “Un alacağız değil mi baba? Annem ekmek yapacak değil mi? Sıcak ekmek yiyeceğiz değil mi?” diye bir kaç kere aynı sözleri tekrar edip durdu. Babası ciddi bir edayla: “İnşâallah yiğidim. Haydi, geç kalmayalım, akşama yetişelim” dedi.
Babaları ile birlikte iki oğul dağa doğru yola çıktılar. Akşama kadar küreklerle çuvallara kar basıp onu da akşam olmadan şerbetçiye ulaştırdılar. Şerbetçi onlara iki kilo un alacak kadar para verdi. Akşam olduğunda sevinçli bir şekilde evlerine doğru dönerlerken Mehmet Efendi yolda kayını ve vergi memuruyla karşılaştı. Memur; “Kar basmışsın paran vardır” diyerek para istedi. Mehmet Efendi; “Bu çocuklar üç gündür aç beyim ona göre isteyin” dedi. Buna rağmen kayını eniştesinin kuşağına elini attı ve parasını aldı.
Çaresiz boyunlarını büküp eve döndüler. Kimsenin onlara neden eli boş döndüklerini sormaya cesareti yoktu. O gece pestil yiyip yattılar. Ertesi gün sabah olunca yine kar yağdığını gördüler ve yeni bir umutla sevindiler. Mehmet Efendi ve oğulları yine aynı şekilde kar basmaya gittiler. Akşam olduğunda bu sefer parayı tahsildara kaptırmadan eve dönmeyi başardılar. Evde bir kap olmadığı için Gülseren Hanım bir örtü vererek evin büyük oğlu Murat’ı un almaya gönderdi. Aradan bir saat geçmesine rağmen Murat bir türlü eve dönmedi.

Mehmet Efendi küçük oğlu Ahmet’i de yanına alarak onu aramaya çıktı. Yolda karşılaştıkları bir adam; “Oğlun unu karın, çamurun üstüne dökmüş toplamaya çalışıyor” dedi. Adamın tarifine uyarak Murat’ın olduğu yeri bulurlar. Aynen adamın dediği gibi zavallıcık örtüde taşıdığı unu kar ve çamurun üstüne dökmüş, ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette toplamaya çalışıyordu. O soğukta karın suyun içinde perişan bir vaziyetteydi.
14 yaşındaki gencecik Murat, o temiz yüzlü köy çocuğu; korku ve telaş içerisi sanki aklını yitirmiş gibi çamurun içindeki unları avuçlamaya ve çamuruyla birlikte örtüye koymaya devam ediyordu. Onu o halde gören Ahmet’in ise yüreği pır pır atıyor, babasının ona bir şey yapacağından endişeleniyordu. Gözlerini fal taşı gibi açmış olanları seyrediyordu.
Babasının kızgın sesini duyan Murat birden bire ayağa fırladı ve öylece dona kaldı. O an kıpkırmızı olan Mehmet Efendi’nin gözü hiçbir şey görmemekteydi. Öfkeyle oğlu Murat’a çok şiddetli bir tokat attı. Murat tokadın şiddetiyle sarsılsa da yere düşmedi. Ağlamadı fakat korku dolu surat ifadesi hiç değişmedi. Ahmet’in ise gözyaşları çoktan karın üzerine dökülmüştü. O an biricik abisine sarılma isteğini abisi askere gidene kadar erteleyecekti.
Ümitleri yıkılmış bir vaziyette hep beraber eve döndüler. İkinci günün sonunda da yine bir lokma ekmek kursaklarından geçmemişti. Sonra ne mi olmuş? Ahmet’ten dinleyelim: “O tokadı yiyen ağabeyim birkaç sene sonra on sekiz yaşında askere gitti. Gidiş o gidiş… Bir daha geri dönmedi nerede öldü, nerede kaldı bilinmez. Babam o günü hatırladıkça; ‘Ah ben o tokadı niye attım’ diye adeta kendini yiyip bitirdi.”
Hikayemiz burada bitti. Yaşanmış bu acı hatırayı, ülkemizin yetiştirdiği en önemli iş adamlarından gönül insanı merhum Ahmet Ziylan Beyefendi’nin; “İki Çift Söz Yeter” adlı şahane kitabında okumuştum. Dedesine ait bir hatıraymış. Hikaye formatına çevirerek sizlere anlatmış bulundum.
Bu duygu dolu hikayeden aslında almamız gereken o kadar çok ibret ve dersler var ki. Fakat burada en fazla nimetin kıymetini bilme konusunu ön plana çıkarmak istiyorum. Çünkü yokluk nedir bilmeyen insanlar, nimet deryasında yüzdükleri halde sahip oldukları nimetlerin bir türlü kıymetini bilemiyorlar. Kıymet bilmedikleri için de hem hayatta tatmin olamıyorlar hem de o nimeti israf ederek onun sahibine nankörlük yapıyorlar.
Biz bugün nimet içerisinde olabiliriz ama yarın bunun kıymetini bilmediğimizde bu nimetler elimizden gidebilir. Yokluk içinde olanları, fakir fukarayı düşünelim ve evimizdeki ekmek kırıntılarının bile kıymetini bilip onları israf etmeyelim kardeşlerim.
İkinci olarak bu kıssadan aldığımız bir diğer ders ise şudur: Bazen yaptığımız bir anlık hata bir ömür boyu vicdan azabı çekmemize sebep olabilir. Hepimiz insanız, böyle durumlara düşebiliriz. O halde gelin bir anlık nefse uymaktan Rabbimize sığınalım ve daha sabırlı, daha vicdanlı, daha merhametli olmaya çalışalım.
Not: İki Çift Söz Yeter adlı kitapla ilgili yazımızı okumak için buyurunuz.
Aydın Başar/ Somuncu Baba Dergisi
KISSA HAVUZU↗
En güzel kıssa ve hikayelerin derlendiği özel arşivimize ulaşmak için tıklayın.
MENKIBE DERYASI↗
Özenle seçilmiş geleneksel eğitici menkıbeler okumak için tıklayın.