Bir hac kasabının hatıraları

Yüksek İslam Enstitüsü son sınıftayken gittiğimiz Umre yolculuğumuzu anlatmıştım. 1986’den 1989’a kadar dört yıl üst üste kasaplık icra etmek üzere, hacca gidip gelmek nasip oldu. 1986’da Minâ’da hacıların kurbanını kesmek için, ilk defa Türkiye’den bir şirket ihaleyi kazanmıştı.

Kurban bayramı süresince, Minâ’da hacıların kurbanlarını kesme işlemi bayramın ilk üç günü içinde tamamlanması gereken bir iştir. Bunu başarmak için kasapların, gece-gündüz üç vardiya şeklinde çalışmaları gerekir. Şirkette görevli 1500 kasaptan biri de bendim. Şirket kurban dışında Mekke’nin temizlik ihalesini de almıştı. Dolayısıyla Türkiye’den o temizliği yapacak olan işçiler de bizimle beraber gidiyordu. Türkiye’den bu kadar görevliyi götürecek olan yüzlerce otobüs ile birlikte yola çıkacaktık.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Çok heyecanlıydık

Çeşitli il ve ilçelerden en seçkin kasap adaylarıyla, sınavı geçip hem Minâ’da ilk defa böyle bir görevi ifa edecek olmamız, hem bu vesile ile kendimizde hac yapacağımız için hem de dünyanın bir çok ülkesinden hac görevini ifa için gelen hacı adaylarının kurbanlarının bir çoğunu da bizler keseceğimiz için çok heyecanlıydık.

Hacca gideceğimiz otobüsler şirket tarafından kiralanmış ve Ankara’nın merkezinde Hipodrom denilen yere sıra sıra dizilmişlerdi. Kim hangi plakalı otobüsle yolculuk yapacağı listesi şirketin kapısında asılıydı. Kasap adayları listeden isimlerini ve gidecekleri otobüsün plaka numarasını öğrenip, Hipodrom’da otobüse binmek için hep birlikte toplandık. Herkes yakınlarıyla vedalaşıp, kucaklaştıktan sonra otobüslerimize binerek dualar ve besmeleler eşliğinde yola çıktık.

Gideceğimiz yol çok uzundu, günlerce sürebilecek meşakkatli bir yolculuktaydık. Her otobüste, yol konusunda daha önce hacca gitmiş ya da dini konularda bilgisi olan kişiler, otobüsü yol boyu idare edebilmek için görevlendirilmişti. Benim bindiğim otobüste de daha önce hacca gidip geldiğim için ve din kültürü öğretmeni yani ilahiyatçı olduğumdan dolayı otobüs görevlisi olarak beni seçmişlerdi. Otobüs görevlisi, bu kadar uzun yolun monoton geçmemesi için mikrofonu eline alır, yolculara dini ve milli kıssalar anlatır, yapılacak hac ve kasaplık görevleri ile ilgili bilgilendirmeler yapar, bazen de Kuran-ı Kerim ve ilahiler okuyarak hacıların gönlünü hoş tutup, bilgilendirmeye çalışır.

Bir arbede

Yola çıktık henüz 30 km yol gitmemişken, Ankara’nın Gölbaşı yakınlarında otobüsümüzün arkasında bir kavga ve arbede sesi duyuldu. Kavganın sebebi, Kayseri’den aramıza katılan genç bir arkadaşımızın oturduğu koltuğun kırık olmasıymış. Her otobüste iki tane şoför görevli olmak durumunda. Çünkü yol boyu otobüsü kullanmak için biri dinlenirken, uyurken, diğerinin direksiyonda olması gerekiyor.

Koltuğu kırık olan yolcu, ikinci şoförü yanına çağırarak şikayetini belirtmiş. Fakat şoför bey; “Beyefendi, biz yola çıkarken koltukları kontrol ettik hepsi sağlamdı. Demek ki bu koltuğu sen kırdın” diye arkadaşı suçlamış. Yolcu şoföre; “Beyefendi ben sizin koltuğunuz niye kırmış olabilirim ki?” diyor. Kırdın kırmadın derken resmen birbirlerine giriyorlar.

Direksiyondaki diğer şoför olayı aynadan görünce, aracı yolun sağına çekip, bir demir alıp koşarak arkadaşını kollamak için arka kapıdan olaya müdahale ediyor. Neyse ki olay daha fazla büyümeden, tarafları yatıştırıp, kavga edenleri ayırdık. Olayla ilgili mikrofonu elime alarak; “Çok değerli ve muhterem arkadaşlarım, gideceğimiz yol çok uzun ve kutsal bir yolculuğa çıktık. Daha yolun başında kavga ile başlarsak, Allah aşkına 4500 km yolu nasıl bitirebiliriz?” diye uyarıda bulundum.

Otobüsteki görevli olan kişi, yol boyu otobüsün nerede duracağına karar verir ve şoför de genellikle görevliye uyar. Görevli olan kişi nerede namaz kılınacak ya da nerede istirahatte yemek molası verileceğine karar verir, bazen de ziyaret yerlerine saparak ziyaret saatlerini bildirilir. Otobüsün saatinde yoluna devam etmesi böylece sağlanmış olur.

Kabe’ye kavuştuk

Günlerce süren bu kara yolculuğunun ardından, yorgun bir şekilde Kabe’ye kavuştuğumuzda bütün sıkıntımızı üzerimizden atmıştık. Kabe’yi ziyaret edip, diğer görevlerimizi de tamamladıktan sonra Mina’daki görev yapacağımız mezbahaneyi görmek için sabırsızlanıyorduk. Her ne kadar kasaplık yapmak için görevli olsak da haccımızı da yapacağımızdan Mekke’nin dışındaki mikat bölgesinde, boy abdestimizi alıp, hacca niyet ederek, ihramlarımızı giymiştik.

Otobüslerimiz Kabe’nin hemen dışında bize gösterilen toplanma alanında Mina’ya gitmek üzere bekliyorlardı. Otobüsler her saat başı, şirket görevlisi nezaretinde toplanan kasapları alarak 30 km uzaklıktaki Mina’ya götürüyordu.

Ulaştığımız yer bir tepenin üstünde, etrafında yerleşim yeri olmayan, dağın eteğinde bir mekandı. Mina’da bizi şirket görevlileri karşıladılar ve görev yapacağımız süre boyunca boynumuzda asılı kalması gereken kimliklerimizi bize takdim ederek, yatıp kalkacağımız yerleri bize gösterdiler. Görev süresince, kalkacağımız mekânları görünce hayal kırıklığına uğramadın desem yanlış olur. Kasapların yatakhaneleri yan yana inşa edilmiş, yüzlerce kişinin yatıp kalkabilecekleri, soğutmak için kliması olmayan ancak klima yerine vantilatörlerin çalıştığı yerlerdi.

Yatakhanelerin hemen yanıbaşındaki devasa boşluğa ise kasaplık hayvanların kalacakları alanlar inşa edilmiş ve dünyanın birçok yerinden kurbanlık hayvanlar getirilip buraya bırakılmaya devam ediyordu. Yatakhanelerimizin yarı açık olmasından dolayı, hemen yanımızdaki binlerce kurbanlık hayvanın kokusu içeriye geliyordu. Nefes alıp vermek gerçekten zordu.

Yemekhanedeki görev yapan aşçılar ve diğer görevliler uzak doğudan getirilmişlerdi, yemekler bizim damak tadımıza göre değildi, bol baharatlı ve acılıydı. Zaten kuyulardan gelen pis kokulardan dolayı yemek yemeyi adeta unutmuştuk. Açlığımızı bastırmak için kantinden bir şeyler alıp yiyorduk ve hasta olmamak için Allah’a dua etmekten başka çaremiz yoktu.

Gelişmiş bir mezbahane

Kurbanlık hayvanlar ağırlıklı olarak Avusturalya’dan olmak üzere, Orta Doğu ülkeleri ve Afrika’dan gelen hayvanlar da mevcuttu. Fakat bu hayvanlar yorgun oldukları için, içlerinden her gün ölenler oluyordu ve bağırıp çağırmalarından dolayı da gerçekten nasıl bir ortama geldiğimizi anlamış olduk.  Yanıbaşımızda görev yapacağımız mezbahanenin, Amerika’dan sonra dünyanın en gelişmiş alet ve edevatına sahip ikinci mezbahanesi olduğunu hayretle öğrendik.

Mezbahaneye girmek için birkaç kapıda kuyruk olduk ve yaka kartlarımızın elektronik bir cihazla kontrol edilmesinden sonra içeriye alındık. Mezbahanenin içine girdiğimizde, soğuk bir ortamla karşılaştık. Klimalar çalışıyordu, alet ve edevatlar asılmış yerli yerinde duruyordu, gayet geniş ve güzel bir ortamda çalışacağımız için gerçekten sevinmiştim.

Kurban kestirmek isteyen hacı adayları, mezbahanenin arka bölümünde ayrılmış olan büroya gelerek müracaat edip, paralarını yatırdıktan sonra makbuzlarını alarak kurban kesim gününü beklemeye başlıyorlardı. Kurban edilecek hayvanlar, mezbahaneye sıfır noktasında bekletiliyordu. Görevli kişiler hayvanı boynundan tutarak, incitmeden getirip, kesecek olan kasaba teslim ediyorlardı. Diğer şirket görevlileri, ellerindeki makbuzun üzerinde yazan Hacı’nın ismini okuyarak kasaba veriyorlardı. Kasap “Bismillahi Allahu ekber” diyerek o kişinin adına kestiği kurbanı dini kurallara uygun olarak kesiyordu.

Bilindiği gibi Minâ’da kurban, Arabi aylardan Zilhicce ayının 9,10 ve 11. günlerinde kesilir. Kurban kesme işi, yalnız üç gün süreceğinden kasapların o gün gelinceye kadar hazırlık yapmaları gerekiyordu. Kurbanları keseceğimiz üç gün boyunca kasaplar organize bir şekilde, üç vardiya olarak çalışacaklardı. Bizim de daha o gün gelmeden, deneme kesimleri yaparak hazırlanmamız gerekiyordu. Hangi kasap adayının, nerede görev yapacağı tespit edildikten sonra, deneme kesimlerine başladık ve bunu defalarca tekrarladık.

Kurban derileri

Mezbahane çeşitli bölümlerden oluşmaktaydı. Hemen dış bölümde, kurban kesildikten sonra yürüyen elektrikli kancalara takılarak içeri gönderiliyor, içeride önce derileri soyulup sonra da içleri boşaltılıyor ve daha sonra temizlenip suyla yıkandıktan sonra kılıflanarak direk soğuk hava deposuna gönderiliyordu.

Kesilen kurbanların derileri ve iç organları ise mazgallardan aşağıdaki yürüyen bantların üzerine düşüyor, o bantlar da bekleyen kamyonlara boşaltılarak hemen yatakhanemizin arka bölümünde kazılmış olan devasa çukurlara boşaltılıyordu. Çukurlar dolduktan sonra ilaçlanarak üzerleri toprakla kapatılıyordu, fakat doluncaya kadar o çukurlardan gelen pis kokuya dayanmak gerçekten çok zordu.

Burada önemli bir hususu zikretmeden geçemeyeceğim. 1986 yılında gittiğim hacda hayvanın deri ve iç organları çukurlara gömülüyordu. Fakat ertesi sene şöyle bir şey oldu. O dönem ülkemizin Başbakanı Turgut Özal’ın abisi olan Korkut Özal Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde İslam Kalkınma Bankası’nda çalışıyormuş. Korkut Özal Bey bizim görev yaptığımız mezbahaneye gelmiş, şirket görevlileri ile görüştükten sonra hayvanların deri ve iç organlarının çok değerli olduğundan dolayı, bunların heba olup gitmesine gönlünün razı gelmediğini dile getirmiş.

Birkaç Suudi arkadaşı ile birlikte Korkut Özal, kurmuş olduğu şirket sayesinde bu hayvanların iç organları ve derilerini satın alıp, kurmuş olduğu fabrikada işleyerek, ekonomiye kazandırılmasını sağlamış. Artık bundan sonra hayvanların derileri, bağırsakları ve bazı iç organları fabrikalarda işlenerek ekonomiye kazandırılıyordu. Dolayısıyla o derin kuyular olmadığı için birinci yıl çektiğimiz o pis koku ve görüntüleri artık geride bırakmıştık. Korkut Özal’a da dua ederek görevimizi diğer yıllar gayet güzel bir şekilde yerine getirmiştik. 

Arafat’a ulaşmak

Hacca giden kişilerin hacı olabilmeleri için Arefe günü Arafat Dağı’na çıkıp, Vakfe yapmaları gerekir. Bizlerde kurban kesim gününden bir gün önce, kendi otobüslerimize binerek Arafat’a sabah erkenden hareket ettik. Arafat’a giderken bizlere şirket merkezinden altına girip, serinleyebileceğimiz devasa çadırlar verilmişti. Arefe günü Arafat dağına ulaşmak öyle sanıldığı kadar kolay değildi. Dünyanın her tarafından hac yapmak için gelen Müslümanlar, sabah erkenden otobüslerle yola çıktığından merkeze ancak santim santim yaklaşabiliyordu.

Uzaktan kocaman Türk bayraklarının asılı olduğu yerleri görmüştük. Bizler de oraya ulaşmak istiyorduk, hatta can atıyorduk, fakat bizim otobüsün şoförleri, bizleri oracıkta bırakıp Kabe‘ye gitmek istediklerini ve yolcu taşıyarak para kazanmak zorunda olduklarını söyleyip, bizi indirmeye zorladılar. Türkiye’de kasapları hacca götürüp, getirecek olan otobüs şoförleri ile bir anlaşma imzalanmış. Anlaşmaya göre şoförler, bu tip işleri yapmaları yasaklanmıştır. Şoförlere yaptıkları işin ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalıştıysak ta hatta dönüşte kendilerini şirkete şikâyet edeceğimizden bahsettiysek de bizi dinlemeyip, oracıkta indirerek bırakıp gittiler.

Bizler o kocaman çadırı yanlarından tutup, sürükleyerek adım adım kan, ter içinde gördüğümüz o Türk bayraklarının olduğu yere, öğleden sonra ancak ulaşabildik. Çadırımızı uygun bir yer bulup açtık, altına girerek hocalar eşliğinde vakfemizi tamamladık. Artık hacı olmuştuk. Arafat’ta vakfemizi tamamlayıp, şeytan taşlamada kullanacağımız küçücük taşları yolda toplayarak, şeytan taşlama mahalline hareket ettik.

Dilekçe yazdım

Hac görevimizi tamamlayıp şeytanı da taşladıktan sonra Mina’ya vardık ve Türkiye’den otobüsle geldiğimiz arkadaşlarımızı toplayarak onlara: “Arkadaşlar, Arafat’ta otobüs şoförlerinin bize yaptığını gördünüz, onları mutlaka şirkete şikâyet ederek cezalandırmamız gerekiyor” dedim.

Otobüsün görevlisi olarak bendeniz, bir A4 kâğıdına bir dilekçe yazdım. Altına da otobüsle benimle gelen arkadaşlar teker teker imzalarını attılar. Olayı haber alan otobüs şoförleri koşarak, yanımıza gelip ağlamaya başladılar; “Abi biz ne yaparız, şirket bize para vermeden buradan gönderirse biz ne hale düşeriz, otobüsü yeni almıştık borçlarımız vardı, onun için para kazanmamız gerektiğini düşünerek böyle bir yola başvurduk, fakat yanlış yaptık, ne olur bizi affedin, dilekçeyi içeri vermeyin.”

Şoförlerin yalvarmasından çok etkilenmiş halde bulunuyorduk, o mekânda affetmek daha uygun olacaktı fakat arkadaşların bir kısmı da “Hayır hocam dilekçeyi ver, layık oldukları cezayı çeksinler” diyordu. Şoförlerden şöyle bir söz aldım. “Dönüşte Ankara’ya varıncaya kadar, yollarda nerede, ne zaman, nasıl duracağımıza ben karar vereceğim ve siz de bu karara uyacağınıza söz verirseniz, dilekçeyi içeriye vermekten vazgeçerim” dedim, onlar da kabul ettiler. 

Kurban kesimi

Ertesi gün kurban bayramı başladığından, biz kasaplar, hacı adaylarının kurbanlarını kesmek için üç vardiya şeklinde mezbahadaki yerimizi almıştık. Kurbanları zamanında kesip, yetiştirebilmek için acele etmemiz gerekiyordu. Kasaplar kendi bulundukları yerdeki işlerini bitirdikten sonra, hayvanları yürüyen kancalara takarak diğer bölüme gönderiyorlardı. Görevimizi kolay ve düzgün yapmak için şirket, kasap adaylarına birer tane metal kutu dağıtmıştı. O kutuların içine bıçak ve maksatlarımızı koyup belimize astık ve görevimize başladık. Kurbanı hızlı keseceğiz ya da görevimizi çabuk yapacağız diye bazı kasap arkadaşlar, elini ya da vücudunun herhangi bir yerini keserek hastaneye gitmek zorunda da kalabiliyorlardı.

Kesilen kurbanları, görevli veteriner hekimler kontrol eder, eğer hasta hayvan varsa onlar ayrılarak ilaçlanıp toprağa gömülerek izole edilirdi. Eti hasta çıkan hayvanlar, hangi hacı adayı adına kesilmişse, onlar adına tekrar sağlam hayvan kesilerek düzeltilirdi.

Kurbanlar kesildikten sonra, hacı adayları istediği kadar kestirdiği kurbandan alma hakkına sahiplerdi. Kesilen hayvanların büyük bölümü buzhanede dondurulduktan sonra, hemen kapıda bekleyen donanımlı, soğuk hava tertibatlı tırlara yüklenerek, dünyanın birçok ülkesine öncelikle Afrika ve diğer ülkelere dağıtılmak üzere bozulmadan gönderilirdi. Kurbanı kesen biz kasaplar da istediğimizde görevlilerden kurban eti alıp kendi tüpümüzün üzerinde pişirerek kurban etinden tadabiliyorduk.

O yıl, hac ibadetini yapmak üzere benim kendi köyümden de 15 ya da 16 hacı adayı gelmişlerdi. Mekke’deki kaldıkları otelde kucaklaşıp, hasret gidermiştik. Hemşerilerime, köylülerime bir jest yapmak üzere, kesim yerinden onlara yetecek kadar yanıma et aldım. Kasap bıçağımı da alarak, kaldıkları otele indim. Eti kendi ellerimle doğrayarak pişirdik ve hep beraber oturup yediğimizi hatırlıyorum. Hemşerilerimizle yemeği yedikten sonra, çaylarımızı içip, sohbet edip, vedalaştıktan sonra, onlardan ayrıldım. Ancak Mekke’ye gelmişken, Kâbe’yi ziyaret edip, tavaf etmeden gitmek hoş olmazdı.

Medine ziyareti ve dönüş

Mina’daki kasaplık vazifemizi ve hac görevimizi tamamlayıp, veda tavafından sonra Türkiye’ye dönmek için yola çıktık. Mekke-i Mükerrem’den yani kerametli, azametli ve heybetli Mekke’den ayrılıp, Medine-i Münevvere’ye yani nurlanmış nurlu olan Medine’ye doğru yola çıktık. Medine’nin eski ismi Yesrib’tir. Peygamber Efendimiz hicret ettikten sonra, Medine-i Münevver’e ismini almıştır. Medine Arapçada “şehir” demektir. Peygamberimizin kurduğu ilk İslam devleti olmasından dolayı bu ismi almıştır.

Mekke’den hediye olarak sadece zemzem suyu almak yeterlidir. Ülkemizden hac yapmak için giden hacı adayları, alacakları hediyelik eşyaları genellikle Medine-i Münevvere’den satın alarak dönerler. Bunun bir sebebinin de Orta Asya’dan çok önceleri Medine’ye gelip, yerleşip, ticaret mekânları açan ve Türkçe konuşan Türkmenlerin etkili olduğunu zannediyorum. Hediyelik hurma işinde ise Türkiye’den gidip hurma bahçesi alıp, hurma ticaretine giren Türklerin etkili olduğu yadsınamaz.

Medine’de Allah Resulü Efendimizin kabri şerifini ziyaret edip, vedalaştıktan ve hediyeliklerimizi de aldıktan sonra akşamüstü otobüsümüzün yanında toplandık. Otobüs şoförleri, yönetici olarak beni çağırdılar ve “Efendim sizin yasal eşya hakkınız 30 kg, eğer 30 kg’dan fazla 1 kg dahi eşyası olan olursa bir riyal almamız gerekiyor” dediler. Daha önce Mekke’de bize yaptıklarından dolayı şikâyetten vazgeçmemiz için yalvaran otobüs şoförleri, yaylı bir el kantarı satın almışlar. Bir tanesi eşyaları tartıyor, diğeri de el feneri tutarak ona yardımcı oluyordu.

Her ne kadar şoförlere bu işlemin uzun süreceğini ve fazla eşyası olan arkadaşların birkaç kişiyi geçmeyeceğini anlatmaya çalıştıysak da verdikleri sözü unutan şoförler, eşyaları tartmakta gayet kararlıydılar. Ben de arkadaşlarımı topladım; “Fazla eşyası olan arkadaşlar az olan arkadaşlarıyla dengelisinler ve şoförler de aradığını bulamamış olsunlar” dedim. Teker teker eşyalarımızı tartan şoförler, 30 kg’dan fazla eşyası olanı bulamayıp hayal kırıklığına uğramış oldular ve toparlanıp ülkemize doğru tekrar yola çıktık.

Aslında kasapları hacca götürüp getirmek karşılığında şirket bu beyefendilerle belli bir ücret karşılığında anlaşmış ve onlar da bunu kabul etmişlerdi. Firma ile anlaştıkları ücret kendilerine herhalde az gelmiş olmalı ki gözlerini para ve maddiyat hırsı bürüyen bu şoförler gibi kişilerin şerrinden her zaman Allah’a sığınmak gerekir.

Bu firma herhalde çalışmamızı beğenmiş olmalı ki 1986 yılından 1989 yılına kadar dört yıl kasap olarak hacca gidip geldim. 1990 yılına kadar normal hacıları hacca götürüp getirme işlemini sadece Diyanet İşleri Başkanlığı deruhte ederken, o yıldan sonra hacca gidecek hacı sayısı artınca, birinci sınıf seyahat acentelerinde hacca normal hacıları götürme yetkisi verildi. O yıl samimi bir arkadaşım ve eşinin akrabası olan ve Cinnah Caddesi girişinde seyahat acentesi olup, eleman arayan bir firmayla tanışarak görev aldım.

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Dişçi Mehmet Efendi’nin zikri…

Allah dostlarını sevmek ne büyük kazanç, öyle değil mi kardeşlerim. Bu, insana Allah’ın bir lütfu, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.