İslam hayata müdahale eder…

Kur’an-ı Kerim, devlet kuran ve toplumu yöneten peygamberler üzerinden yönetimle ilgili kurallar koymuştur. İdeal yöneticiler formunda sunduğu yönetici peygamberler tevhidin, adaletin, hukukun üstünlüğünün, ehliyet esasına göre görev dağıtmanın, merhametin, plânlamanın, istişarenin, emniyetlere sahip çıkmanın ve korumanın, fitneye karşı mücadelenin, toplumsal refahı dengeli paylaştırmanın, zalimlere tavır almanın da en yetkin temsilcileridirler.

Bunun en önemli örneklerinden biri de Yusuf Peygamberdir. Dolayısıyla Hazreti Yusuf kıssasının idareciler tarafından iyi bilinmesi gerekir. Şöyle de diyebiliriz; Yüce Allah, risalet ve yöneticilik öncesi Yusuf Peygamber’i eğitimden geçirmiş ve toplumsal görev için hazırlamıştır. Bu hazırlık çerçevesinde Allah Teâlâ tarafından Hazreti Yusuf’a genç yaşında bazı lütuflar verilmiştir. Yüce Allah, verdiği bu lütufları ayette şöyle anlatmıştır: “Derken, olgunluk çağına ulaştığı zaman (eğriyi doğruyu ayırmaya yetecek) keskin bir muhakeme gücü ve (derin) bir kavrayış yeteneği bahşettik o’na: Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenleri Biz işte böyle ödüllendiririz.”[1]

Hazreti Yusuf örneği

Dinde derin bir anlayış ve öğrendiklerinin gereğini yerine getirmek[2] erdemiyle donatılan Hazreti Yusuf ideal gençlik ve yöneticiler için örnek olmuştur. Ayrıca rüyaları yorumlama[3] ve iktisadi konuları bilmede uzmanlaşmıştır. İlmi konularda derinleşmesi ilerde kendisini iktidara taşıyacak iki basamak olmuştur.

Hazreti Yusuf’un özellikle iktisat ve işletme ilimlerini bilmesi çok önemlidir. Çünkü toplumların en önemli sorunlarından birisi fakirliktir. Bu soruna kesin çözüm bulanlar toplumu da yanlarına alırlar. Özellikle de merhameti ve ilgileriyle yoksulların yanında bulunan fıtratı bozulmamış gençlerden büyük destek görürler. Hazreti Yusuf yoksulluk sorununu nasıl çözeceğini krala arz etmiştir. Sunmuş olduğu çözümle toplumu inandırmıştır. Fiilen kendisine görev verildiğinde de fakirlik problemine son vermiştir.

Burada sorun fakirlik olsa da bir başka yerde hukuk, siyaset, ahlaki dejenerasyon, insan hakları, iktisadi meseleler, savaş, uluslararası olaylar, eğitimin çıkmazları, kültürel bozulma ve sapmalar, sağlık vb. konular olabilir. Yusuf peygamber kıssasından ders alan Müslüman yöneticilerin toplumsal konulara mutlaka çözüm üretmeleri esastır. Şayet sorunlar Müslümanlar tarafından usulüne uygun biçimde çözülmeyecek olursa, din hayali bir kuruma dönüşür, inandırıcılığını ve mü’minlerini kaybeder. İnsanları din dışı arayışlara sevk eder ki sonunda ideolojik düşünce dinin yerine kaim olur.

Çözüm odaklı

Şu anda İslâm dünyasının yaşadığı vahim durum budur. Sorunlar üretildi ve çoğaltıldı; çözümleri dinden aranmayınca ve çözüm de sunulmayınca ideolojik arayışlar insanımızı dinden uzaklaştırdı. Hatta “içtihat kapısının ebediyen kapandığı” ilan edilerek din antik bir kuruma dönüştürüldü veya çözüm üreten kurum olmaktan bir şekilde çıkartıldı. Deyim yerindeyse şeriat statik hâle getirildi. Allah Teâlâ’nın ayetleri ve Peygamber Efendimiz’in sünneti belirli bir tarihe mumyalandı. Arayışlar din dışına kaydırıldı. Bu durumdan rahatsız olunmadı ki çözüm üretecek sağlam ve sahih kurumlar oluşturulsun.

Hazreti Yusuf kıssası çözüm üreten bir anlayışın zirvesini temsil ettiği için Müslüman siyaset önderleri tarafından iyi bilinmeli ve gerekli dersler çıkarılmalıdır. Bu kıssayı iyi bilen gençler ülkelerine ve toplumlarına kesinlikle yabancılaşmazlar ve ülkelerinde ev sahibi olduklarının idrakinde olurlar. Bu idrakle toplumun yaşadığı tüm sorunlarla hem ilgilenirler hem de İslâm’dan çözümler ararlar. Müslümanları kendi öz vatanlarında kiracı gibi gören kâfir anlayışa fırsat vermezler. Yetmiş ve seksenli yıllarda Müslüman gençler ülkelerine karşı yabancılaştırılarak din düşmanlarına kadrolaşmak için yer ayrıldı. Umarız Müslümanlığının idrakinde ve İslâm’a bütüncül bakan Müslüman gençler aynı hataya yeniden düşürülmezler.

Yusuf aleyhis selam yönetime hazırlık sürecini yaşarken sarayın hanımının ona musallat olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz.[4] Surenin 24-34. ayetleri arasında detaylı malumat verilmiştir. Kur’an bu kıssayı bir amaç uğruna anlattığı için teferruata dalmadığı gibi insanı tekellüfe sokacak sahih rivayetler de hadis külliyatımızda yoktur. Vezirin eşinin Hazreti Yusuf’a duyduğu “aşk” öyle üst perdeden verilmiş ki bu üslubun Müslüman sanat adamları tarafından iyi algılanması ve realizm adına ahlaksız sunumlardan uzaklaşılması gerekir. Zaten bu ulvi anlayış şiir ve edebiyat geleneğimize girmiştir.

Hâl böyleyken kıssayı rotasından çıkararak Kur’an etrafında süfli bir aşk hikâyesi uydurmak Müslümanca bir çıkış ve yaklaşım değildir. Kadının saldırısına ve tekliflerine karşı[5] Hazreti Yusuf teyakkuz hâlinde olmuş ve ona zerre kadar iltifat etmemiştir. Yusuf aleyhis selam’ın Allah’ın yardımı ile korunmasını Kur’an bize şöyle nakletmiştir:

“Hanım, ona sahip olmayı aklına koymuştu ve bütün düşünceleri onunla meşguldü. Yusuf’ta da ona karşı bir meyil uyanabilirdi, fakat o, (iffet ve doğru davranış konusunda) Rabbinin açık ve kesin delilini görmüştü ve hanımdan kurtulmanın hesaplarını yapıyordu. İşte, (kendisine böyle bir delil göstermiş olmakla) fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırdık. Doğrusu o, bizim ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.”[6]

Yönetimin vitrini

Bu ayetten esas öğrenmemiz gereken; yöneticilerin ve yönetim kadrosunun vitrinini oluşturan şahısların her türlü ahlaksızlıktan uzak durmalarıdır. Her zamanki kullandığımız ifadeyle, önderlik kadrosunun geçmişlerinin ahlaken sabıkasız olmaları elzemdir. Eğer yöneticilerin geçmişleri ahlaken yıpratıcı eylemlerle doluysa, insanlar nazarında da değerlerini kaybettikleri için bu tip insanlara siyasette güvenilmez ve önem verilmez.

Peygamber Efendimiz ve Raşid halifeler, Kur’an’ın da değişik biçimlerde vurguladığı bu kurala azami riayet etmişler ve ahlaksız insanları idareci atamamışlardır. Özellikle de cinsel ahlaksızlığı şüyu bulmuş adamları asla vitrinlerinde bulundurmamışlardır. Onları toplumun önüne çıkararak yönetimin meşruiyetini tartışmaya açmamışlardır.

Modern ulus devletlerde bile cinsel skandallar hükümetlerin yıkılma veya siyasi önderlerin sonu olurken halkı Müslüman ülkelerde bazen bu ölçülere “gâvur” kadar bile hassasiyet gösterilmemesi çok üzücüdür. Ahlaksızlığı malum insanları belli menfaatler amacıyla hâlâ vitrinde tutmak veya yeni görevler tevdi etmek Müslümanları maalesef siyasete karşı da olumsuz bakışa itmektedir. Tabi burada halkı Müslüman ülke ile dar’u-l İslâm’ı birbirinden ayrı düşünmek zorundayız. Zira bunlar tamamen ayrı şeylerdir.

İslam’ın talebi nedir?

Hayatın birçok alanında büyük imtihanlardan geçen, türlü çileler çeken ve ilimle donatılarak siyasette riyaset makamına hazırlanan Hazreti Yusuf, zindandan çıktıktan sonra iktisadi yönden sıkıntılar çeken devletin maliye bakanlığına talip olmuştur. Daha açık bir ifadeyle siyasete resmi adımını atmıştır. Yeri gelmişken burada bazı şeyleri netleştirmek gerekiyor.

Günümüzde dünya sistemini belirleyici kabul eden ve hayatın sorunlarına ait İslâmî çözümleri olmayan bazı kiralık kalem erbabı, İslâmî ilimlerde derinleşemeyip kaynaklara vakıf olamayan ilahiyatçılar veya sivil(!) hocalar yazılarında ve ekranlarda “İslâm’ın siyasi bir talebinin ve iktidar isteminin olmadığını” söylüyorlar. Bu söylemlerini adına konuştukları medya patronlarının yayın organlarında sistemli şekilde dile getiriyorlar. Bu söylem, İslâm Dinini batılılaşmanın karşısında en büyük engel gören zevatın da oldukça hoşuna gitmektedir.

Benzeri bir hüküm cümlesini de ülkemizdeki bazı dindar(!) kesimler siyasete karşı sözde nefret dili kullanarak “siyasetten Allah’a sığındıklarını” dile getirmektedirler. Her iki kesimin de buluşma noktası; siyasette aktif olmaktan Müslümanları uzaklaştırmaktır. Din adına veya dünya sisteminin egemenliği adına Müslümanları pasifleştirmektir.

Böyle bir yargının temelinde gâvurun oyuncağı olma, cehalet, birikim yoksunluğu, çözümsüzlük, Kur’an ve Sünnet’i doğru anlayamamak, başkalarına teslimiyeti kabullenmek, Müslümanlar üzerinde uzun emelleri olan kâfirlerin hilelerini sezememek ve onlara iktidar yolunu açmak, dinin gönderiliş amacını kavrayamamak, indirgemeci yaklaşımın etkisinde kalmak, tekliflerden kaçmak, sistemin karşısında olmaktan korkmak, Kur’an ve Sünnet’e bütüncül bakamamak, menfaatlerini kaybetmekten endişe etmek, kimlik ayırımı yapmadan herkese itaat vb. durumlar olmakla beraber elbette kötü niyette vardır.

Neticede dinin yönetim alanında olmasını reddedenlerin hepsi de tarihin öznesi olmak yerine edilgenliği tercih etmektedirler. Bu düşüncelerine dinden deliller(!) getirerek dinin iktidar talebini inkâr etmektedirler. Bilerek veya bilmeyerek Müslümanları ruhbanlık/ papazlık medeniyetine monte etmeyi amaçlayan bu düşünceler İslâm dünyasının top yekûn ölümüdür. Vahyin tarihe mumyalanmasıdır. Kur’an ve Sünnet’in işlevini kaybetmesidir. Dinin ve peygamberlerin gönderiliş amaçlarının inkâr edilmesidir.

İslâm’ı ana kaynaklarından okuyan ve Resulullah’ın uygulamalarını bilen hiç kimse böyle bir günaha bilerek girmez. Süslü cümleler kurarak ve fosilleşmiş rejit fikirleri gündeme taşıyarak gülünç duruma düşmez.  Tarihte bildiğimiz birçok dünya görüşünü incelediğimizde görürüz ki hepsi de iktidar mücadelesi vermişlerdir. Mutlak cahiliye ve şirk cahiliyesi iktidar mücadelesi veren toplumların tipik örnekleriyle doludur. Başka formlara bürünerek ve modernize olarak bugün de bu iki cahiliye iktidar mücadelesine kilitlenmiş vaziyettedirler.

Batıla entegre ediyorlar

Temsilciliğini Amerika’nın yaptığı Newyork merkezli dünya ticaret merkezi iktidar olabilmenin yörüngesini belirlemiştir. Eğer bu yörüngede hareket edecekseniz ve dışarı çıkmayacaksanız iktidar yolu açıktır. Şayet dışarı çıkacak ve yörünge siyasetine karşı gelecek; kendinize ait değerleri öne çıkaracaksanız meşruiyetinizi kaybedersiniz. Her türlü komploya açıksınız ve hiçbir güvenliğiniz yoktur. İktidar yolu ehlileşene kadar size kapanmıştır. İslâm dünyası bu bağlamda ehlileştirilmiştir.

Batılılaşmaya karşı İslâm merkezli siyaset üretemeyip teslimiyet göstermemiz icazetli siyasete teslim olduğumuzun en önemli kanıtıdır. Siyasetin, halkı Müslüman ülkelerde böyle bir evrilme yaşaması bilinçsiz Müslümanları siyasetten soğutmuştur. Siyasetten soğuma yerine ümmet olmanın bilinç ve sorumluluğunu kuşanarak ortaya siyasi projeler koymanın zorunluluğuna inanıyoruz. Kur’an ve Sünnet’te konuyla alakalı yeterli malzeme vardır.

Ruhbanlık cahiliyesine gelince; her ne kadar bağımsız bir iktidar talebi yoksa da dünya sisteminin ve çok uluslu şirketlerin keşif kolu gibi çalışmaktadır. Amacı, Müslümanları dinlerinden soğutarak batılı hayat tarzına entegre edebilmektir. Özellikle iktisaden ve ilmi anlamda zayıf bırakılan Müslüman ülkelerde ve Afrika’da yoğun bir çalışma yapmaktadırlar. İstatistikler bunda kısmen de olsa başarılı olduklarının göstermektedir. Bunlara karşı mücadele veren Müslüman grupları ise “terör” ismiyle yaftalayarak hayatın dışına itmektedirler.

Bunlar, bilindiği gibi “Dinler Arası Diyalog” adı altında kendi muharref dinlerine meşruiyet alanı bulabilmek için halkı Müslüman ülkelerde yoğun bir propaganda faaliyetinde bulundular. Bunda kısmen de olsa muvaffak oldular. En azından ülkemizin ruhban anlayışına sahip zevatı diyalog çalışmalarına öncülük ederek Hristiyanlaşmanın yolunu genişlettiler. Hatta ülkemizden birçok kişinin irtidat etmelerine neden oldular. Aslı bozulmuş ve insan eliyle değiştirilmiş dinleri “ilahi” veya “semavi din” diye Müslüman çocuklarına bile sundular. Ders kitaplarına kadar girdirdiler.[7]

Hatta siyasiler, Kudüs konusuyla ilgili değerlendirmeler yaparken; “Üç semavi dine başkentlik yapmış” ifadelerini kullanarak Kudüs’ün Müslümanların ellerinden çıkmasına zemin hazırlayacak sözler etmektedirler. Usul bilmeyen, kaynaklara inemeyen, dile karşı yabancı, Kur’an ve Peygamber’in gönderiliş amacını kavrayamayan basiretsiz ve ukala kimselerden taraftarlar bulup yapay gündemler bile oluşturdular. Dini kurumlarında “Dinler Arası Diyalog Daire Başkanlığı”dahi kuruldu.

Davut Peygamber örneği

İdarecilerin yönetimi altındakileri iyi yönetebilmeleri için tabi olmaları gereken kurallar vardır. Kur’an bu kuralların bazılarını Hazreti Davud Peygamber üzerinden Müslümanlara bildirmiştir ki ayet şöyledir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzüne halife olarak yarattık. Öyle ise insanlar arsında hak ile hükmet ve sakın hevaya uyma. Heva(ya uyarsan bu davranışın) seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unutmaları nedeniyle Allah yolundan sapanlar için çok şiddetli bir azap vardır. ”[8]

İnsanlar, hevalarına imanı terk etmelerinden dolayı uyarlar ve adaletten saparlar. Bu davranışlarıyla da İslâm’dan çıkarlar.[9] Erken dönem müfessirlerinden olan Mukatil’in(ö.h.150) ayete böyle bir yorum getirmesini çok önemsiyoruz. Çünkü Mukatil’in adalet ile hüküm vermeyi imana bağlaması oldukça manidardır. Kur’an’ın beyanına göre adaletle karar vermemek cezayı müstelzim bir suçtur.[10] Adaleti terk edip hevayı vahyin önüne geçirmek şirktir. Allah Teâlâ “Hevasını ilah edineni gördün mü? Sen böyle biri üzerinde (yaptığı tercihlerden dolayı engellemeye) vekil de değilsin.”[11] buyurmuştur.Ayette açıklandığı üzere kişinin vahyi bir tarafa bırakarak hevasına tabi olması, onu ilah edinmesidir.[12]

İnsanın kendi hevasını veya hevanın kolektif şeklini ilahlaştırarak vahyin önüne geçirmesi şirktir. Eğer bu tür bir şirk yönetim ile alakalı ise siyasal şirk adını alır ki Kur’an, Müslümanları en çok siyasal şirke karşı uyarmıştır. Bu bağlamda şu tespiti yapmakta yarar görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara en çok kıssası anlatılan peygamberlerin başında Hazreti Musa aleyhis selam gelmektedir. Kur’an’da Hazreti Musa’dan ise 136 defa bahsedilmiştir. Hiçbir peygamberden bu kadar bahsedilmemiştir.

Ve Musa aleyhis selam

Bize göre Hazreti Musa’dan ve onun tevhit mücadelesinden çokça bahsedilmesinin sebebi; Hazreti Musa’nın ümmeti ile Peygamber Efendimiz’in ümmetinin içerisine düşmüş oldukları hastalıkların benzer olmasından kaynaklanmaktadır. Belam, Karun ve Haman; Firavun’un siyasal hâkimiyetine destek veren dini, iktisadi ve sanatsal kurumların temsilcileridir. Her birinin çağdaş dünyada karşılığı ve temsil ettiği kurumları vardır.

Hazreti Musa kıssasından hareketle Kur’an Hazreti Peygamber’e şunu söylemektedir: Musa aleyhis selam’ın ümmeti nasıl ki siyasal şirke düşmüş ve bu şirk rejimini destekleyen kurumlar oluşturulmuş ise, senin ümmetin de siyasal şirke düşecek ve şirki destekleyen benzeri kurumlar oluşturulacaktır. Tarihte bu iddianın kötü örnekleri olduğu gibi modern dönemle beraber sözde Müslümanların, siyasetten dini uzaklaştırmaları bunun kanıtıdır. Din dışı bir siyaset dayatmasıyla Müslümanlar şirke düş(ürül)müşlerdir. Bu nedenle Hazreti Musa kıssası üzerinden Peygamber Efendimizin ümmeti teyakkuz hâlinde olmaya davet edilmiştir.

Bu kıssaların ne kadar doğru anlaşıldığı ise tevhidi esas alan bir yönetimin Müslümanlar üzerinde varlığı veya yokluğu ile bağlantılıdır. Bizim açımızdan kıssalar hiç okunmamış ve anlaşılmamıştır. İliklerine kadar siyasal şirke batan sözde Müslümanlar, kanıksadıkları gayri meşru hayattan çıkmaya hiç de arzulu gözükmemektedirler. Zira siyasal şirk tekliften ziyade tehdit merkezlidir. Jakobendir. Halkı küçümseme ve horlama temellidir.

İcazetli yörünge siyasetinin teklif sunmayıp konfora dayanan bir hayat vadetmesi, Müslümanları(!) teklif sunan İslâmî görüşlere karşı radikal söylemler geliştirmeye itmektedir. Neticede Amerika ve batılılar eliyle İslâm düşmanı Müslümanlar(!) da üretilmiş oldu. Halkı Müslüman ülkelerde iktidarları artık İslâm düşmanı Müslümanlar(!) belirlemektedirler.

Vicdana hapsedilen din

Kur’an ve Sünnet’te tanımlanan sahih din tarifi ile İngilizcedeki “religion” tanımları birbirinden çok farklıdırlar. Batılılar religion ile insan ile tanrı arasındaki vicdani ilişkiyi anlamışlardır. Bu bağlamda hayatın genişlik boyutuyla alakalı batılı din tanımının ve anlayışının söyleyeceği bir şey yoktur. Zira bu alanda fonksiyonel tanrı insandır. Fransız ihtilaliyle beraber laiklik kurumsal hâle getirilerek muharref de olsa din/ Hristiyanlık hayattan uzaklaştırılmış ve bireyin vicdanına terk edilmiştir.

Russo’cu anlayışla vicdan dinin yerine ikame edildiği gibi bilimin Batı’da yükselen yıldızına göre yeni seküler dinler de icat edilmiştir. Hümanizmanın zirve yaptığı modern dönemde fonksiyonel ve aşkın bir din tanımı zaten beklenemez. Çünkü dinin aşkınlığı ile insanın aşkınlığı sahih yaklaşımda çatışır. İnsandan daha aşkın varlık görmeyen pozitivist ve hümanist yaklaşım Allah’ın varlığını ve aşkınlığını kabul etmez. Buna bağlı olarak hayatın tüm boyutlarına hâkim ve kurallar koyan bir ilaha da iman etmez.

Reel anlamda baktığımızda böyle bir tanrı ve din anlayışı Müslüman toplumları da sarmıştır. Müslüman toplumlara böyle bir din anlayışı ve tanımı siyasal şirke batmış olan askeri ve politik erkân tarafından dayatılarak ithal edilmiştir. Baskıyla yönetilip bir iki nesil sonra da yerleşmesi sağlanmıştır. Öyle ki kürsülerinde sadece bazı ibadetlerin anlatıldığı, ders kitaplarında İslâm dininin sosyo-ekonomik ve siyasi görüşlerine hiç yer verilmediği, kemalizmin din kabul edilip ders kitaplarına derç edildiği Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitapları[13] batılı anlamda din tanımını Müslümanlar arasına taşıyan bazı kanallardır.

Bu durumda, İslâmizasyon politikalarına bağlı verilen müsaadeli, sınırları belirli, hayatın sorunlarına çözüm üretmekten kopuk Din Kültürü’ne mi sevinmeli veya gerçek din anlatılmadığı için ideolojik yaklaşımlarla irtidat eden gençlere mi hayıflanmalı.

Herkesin kaygısı ile din anlayışı ve imanı arasında doğru orantı vardır. İmanı olmayanın kaygısı da olmaz. İslâm dininden rahatsız olanlar ise kaygısı olan kâfirlerdir. Dünya sisteminin yörüngesine mutlak teslim olan sözde Müslümanlar, batılı anlamdaki bir din tanımından hiç de rahatsızlık duymamaktadırlar. Duyulmayan bu rahatsızlık hem onları hem de onların nesillerini hayatın farklı dünya görüşleriyle anlamlandırılmasından hareketle politeizme/şirke götürmüştür. Sonuçta müşrik toplum zuhur ederken onların oylarıyla da müşrik düzen kurulup kurumsallaşmıştır.

Münafıkların işleri

Hayata müdâhil olmayan bir din arzusu taşıyanların başında münafıklar da vardır. Münafıklıktan kastımız, sadece Medine’deki münafıklar değil, tarihteki tüm münafıklardır. Münafıklar kalben küfür içerisinde oldukları gibi, Müslümanlığın hayata hükmetmesini de istemezler. Onların dine karşı olmalarının psikolojik, sosyolojik ve siyasi birçok nedenleri vardır.

Bunları tek tek sayarak konuyu uzatmak istemiyoruz fakat tarihteki şu olay münafıkların dine bakışlarını yansıtmaktadır. Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy, Peygamberimizin Medine’ye gelmesinden ve İslâm’ı hâkim kılma mücadelesinden çok rahatsız olmuştur. Daha sonra Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek ona şöyle hitap etmiştir: “Ey Filan! Ben senin konuşmalarını sevmiyorum. Eğer bu söylediklerin doğru ise evinde otur ve sadece sana gelenlere anlat. Sana gelemeyen kimselerin yanına gelip oturma ve onları rahatsız etme.”[14]

Bu münafık yaklaşımın temel dayanağı dini, hayata müdahalesi olmayan vicdani bir kurum olarak görmesidir. Hayatta, ehliyet ve teklif esasına göre hareket eden din ve dini kurumların varlığı münafıkların dinden nefret nedenlerinden biridir. Zira nifak ahlakı tekliften kaçındığı gibi ehliyet noktasındaki nakısalarından dolayı hiçbir göreve de layık değildirler.

Resulullah atamalarında münafıklara yer vermediği gibi Dört Halife de bunlara görev vermemiştir. Dindeki bu uygulamaların iyi bilinerek nifak alameti taşıyanların siyasetten ve her türlü idari mekanizmadan uzak tutulmaları ümmetin yararınadır.

Peygamber Efendimiz’in nazil olduktan sonra her Cuma namazında Münafikun Suresi’ni okuması hem münafıkları nitelikleriyle teşhir etmek, hem de Müslümanları idarede münafıklara karşı hazır tutmak içindir. Çünkü Münafikun Suresi müstakil olarak münafıklardan bahseder ve ilginç tahliller yapar. Ayrıca Bakara, Âl-i İmran (Uhud savaşı sahnelerinde), Nisa, Enfal ve Tevbe Surelerinde onlardan sıkça bahsedilmiştir. Tevbe Suresinde münafıkların sıfatları ve rezaletleri ayrıntılı olarak ortaya konduğu için bu sureye “münafıkların çirkinliklerini açığa çıkaran” anlamında sure-i fadâha da denilmiştir.[15]

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem münafıkların isimlerini Hazreti Huzeyfe’ye bildirmiştir. O da bunları kollayarak ayetteki emir gereğince hiçbir münafığın cenazesini kılmamıştır.[16] Onun bilgisinden hareket eden halifeler de münafıkları Müslümanlar üzerine vali atamamışlardır. Bugün Müslümanlar değil münafıklara görev vermemek, en kolay yol olan cenaze namazlarını kılmamayı radikal biçimde uygulayacak olsalardı bile münafıklar eriyip giderlerdi.

 Münafıklar, kişiliği oturmayan kararsız kişiler olup konjonktüre göre vaziyet ederler. Bu tip şahsiyetsiz insanların çokluğu Abdullah bin Übey gibi bir kişinin etrafında toplânmaya zemin hazırlamıştır. Fakat Peygamber Efendimiz, şahsiyeti zayıf bu kişilere karşı şu uyarıyı yapmıştır: “Münafıklara efendim diye hitap etmeyiniz. Şayet münafıklar sizin efendiniz/seyidiniz olursa rabbinizi kızdırırsınız;  gazabını celp edersiniz.”[17] 

Bu rivayet bizlere münafıkları idari makamlara getirmeme uyarısını da yapmaktadır.  Bu kimseler tarihte Müslümanlarla kâfirler arasında mekik dokumak suretiyle silikliğin en ilginç örneklerini vermişlerdir. Kur’an bu şahsiyet yoksunu insanları şu önemli benzetmeyle dile getirmiştir: “Münafıklar, mü’minlerle kâfirler arasında bocalayıp dururlar. Ne mü’minlere ne de kâfirlere bağlanırlar. Allah kimi saptırırsa ona asla çıkar yol bulamazsın.”[18]

Havayı koklarlar

Duruma göre vaziyet eden münafıklar havayı iyi koklarlar. Vaziyet kimin lehine ise onların yanlarında aktif görev alırlar. Onlar için din ve iman maddi değerlere endekslidir. Menfaat kimin yanında ise orada dururlar ama gerçek anlamda tam bir kâfir velisidirler. Şu ayet bunun kanıtıdır: “Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah’tan bir fetih nasip olursa: ‘Biz de sizinle beraber değil miydik?’ derler. Eğer savaşta kâfirler kazanırsa, onlara: ‘Biz, size üstünlük sağlayıp sizi mü’minlerden kurtarmadık mı?’ derler. Kıyamet gününde Allah, aranızda hükmedecek ve mü’minlere karşı kâfirlere asla üstünlük tanımayacaktır.”[19]

Bu ilahi buyruk; mü’minleri egemenlikleri altına sokmak, onların hâkimiyet mücadelesini baltalamak, kendilerini zillete düşürmek, maneviyatlarını bozmak, birliklerini çökertmek, servetlerini talan etmek, özgürlüklerini kısıtlamak, Allah yolunda davette bulunanları yasaklamak için çalışan kâfirlere karşı Müslümanların takınması gereken siyasi, sosyal ve ekonomik tavrı belirlemektedir.[20]

Yüce Allah Müslümanlara karşı hain plânlar hazırlayan münafıklara karşı somut hedefler göstermiş ve onlarla ortak meclisleri paylaşmayı, onların çalışmalarında yer almayı da yasaklamıştır: “Allah, size Kur’an-ı Kerim’de şu hükmü bildirmiştir: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edilip alay ve eğlence konusu yapıldığını işittiğiniz zaman, bu çirkefliği yapanlar başka bir konuya geçmedikçe onların yanında oturmayın.’ Aksi takdirde siz de onlar gibi olur, onlarla aynı kefeye konursunuz. Hiç şüpheniz olmasın ki Allah, münafıkları da diğer bütün kâfirleri de topluca cehenneme tıkacaktır.”[21]

Bu ayete göre münafık meclislerinde oturup onların küfürlerine razı olanlar da küfre girerler. Bir günahın işlenmesine rıza gösterip bu günahı işleyenlerin içine karışan kimse de günahta onlar gibidir.[22] Çünkü münafıklar günah işleme hususunda birbirlerini ayartan kimselerdir. Kur’an-ı Kerim onların bu çirkin niteliklerini mü’minlere şöyle anlatır: “Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirinden (yanadır ve hepsi aynı)dır. Onlar birbirlerine dince uygun görülmeyen davranışları emrederler, iyi ve güzel olanları ise yasaklarlar. Çok da cimridirler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları kendi hallerine terk etti. Şüphesiz ki münafıklar (Allah’a) itaat etmeyen (azgın) kimselerdir.”[23]

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

DİPNOTLAR
1 Yusuf 12/22
2 Bagavi, Mealim’u-t Tenzil(muhtasar), s. 445-6.
3 Zuhayli, Vehbe, et- Tefsir’ü-l Veciz, s.238.
4 Bak: Yusuf 12/24-34
5 Bak: Yusuf 12/24-25
6 Yusuf 12/24
7 Yeni müfredatta bu ifadeler duyarlı üyelerin çalışmalarıyla tamamen çıkarılmıştır. Zira İslâm’dan başka semavi ve ilahi özelliğe sahip din yoktur. Bu bağlamda kavramları doğru kullanmaları konusunda siyaset ve ilim adamlarını duyarlı olmaya davet ediyoruz. (M.S.)
8 Sad 38/26
9 Mukatil b. Süleyman, Tefsir, c. III, s. 117.
10 Bagavi, Mealim’ü-t Tenzil (muhtasar), s. 807. 
11 Furkan 25/43
12 Zuhayli, Vehbe, et-Tefsir’ü-l Veciz, s. 364.
13 Talim ve Terbiye Kurulu onaylı 2018 Milli Eğitim müfredatından Din kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerindeki İnkılap Tarihi derslerinin konuları çıkarılmıştır. Çocuklarımızın sahibi olmazsa yarın yine aynı hatalar yapılabilir.
14 İbni Hişam, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru’l-Beyan, Kahire 1987, c. II, s. 228.
15 Sabunî, Muhammed Ali, Kıbes min Kur’an, c. IV, s. 8.
16 Bak: Tevbe 9/80, 84.
17 Ebu Davud, Edep, Had. no: 4976, c. Ahmed, Müsned, c. , s. 257; İbni Kesir, Cami’u-l Mesanid, c. II, s. 187.
18 Nisa 4/143.
19 Nisa 4/141
20 Fadlullah, Hüseyin, Min Vahyi’l-Kur’an, c. VIII, s. 317.
21 Nisa 4/140.
22 Hazin, Ali b. Muhammed, Lubabu’t-Te’vil, c. II, s. 111
23 Tevbe 9/67.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.