Çocukken dedelerimiz ve ninelerimiz bize bazı hikâyeler anlatırlardı. Çok güzel ve tesirli mesajları olurdu bu hikâyelerin… Kimisinde hikâyenin kahramanı aslan, tilki, horoz falan olurdu, kimisinde de Behlül Dânâ, Bayezid-i Bistami gibi tasavvufî şahsiyetler…
Bu anlattıkları hikâyelerin kaynağını ne biz bilirdik ne de büyüklerimiz… Belki de onlar da kendi büyüklerinden işitmişlerdi. Şimdi bu hikâyeleri biz kendi çocuklarımıza anlatmaya çalışıyoruz. İbret vericiliğine inanarak, faydasına güvenerek yapıyoruz bunu… Çünkü büyüklerimiz bizim gönüllerimize bu hikâye ve menkıbelerle girmişlerdi. Yalan söylemenin, hırsızlığın, izinsiz bir şeyler yapmanın, büyüklerden gizli işler çevirmenin kötülüğünü böyle öğrenmiştik.
Menkıbeleri küçümsemeyin
Hikâyelerin ve menkıbelerin etkileyiciliğinin farkındayken, üstelik bunlar bize ait ve bizim toplumumuza uygun edebiyat türleri iken, bunları küçümsemenin hiçbir zaman doğru olmadığını düşündüm. Herkesin görüşüne, samimi olduğu müddetçe saygı duymamız gerekir elbette… Onlara kızmıyoruz ancak; “Menkıbe Müslümanlığı” diyerek dedelerimizin ve nenelerimizin anlattıklarını küçümseyenlerin görüşlerine de katılmadığımızı ifade etmek durumundayız. Hem benim atalarım putperest olmadıkları için, ben böyle yapmakla Kur’an’ın nehyettiği atalar dinini savunuyor falan da değilim.
Edebiyatseverler menkıbeye sahip çıkmalı
Edebiyatın büyüsüne inananların, güzel sözlere hayran olanların, menkıbeye karşı oluşan bu soğuk bakışa karşı durmaları gerektiğini düşünüyorum. Müslümanların yaptığı edebiyatın şiir ve menkıbe üzerine kurulduğunu artık fark etmeliyiz. Belki bunu fark edersek, yüzlerimizdeki o donuk ifadenin yerini daha sıcak bir ifade alacaktır.
Edebiyat zihinlere ve yüreklere girebilmek için bize çok ciddi bir imkân sunuyor. Bu bakımdan edebiyatın Allah’ın güzel nimetlerinden bir tanesi olduğunu inkâr edemeyiz. Ama ne yazık ki tatsız, tuzsuz, ruhsuz, hikmetsiz bir söylemin gönüllere girmeyeceğini hâlâ fark edemeyenler var. Bilhassa tasavvufun tatlı dilinin insanları etkilemekteki başarısını hâlâ sezemeyenler var.
Menkıbelerle ve hikâyelerle anlatmış
Ülkemizin önde gelen iş adamlarından Ahmet M. Ziylan, İki Çift Söz Yeter adlı kitabında, menkıbeler ve yaşanmış hikâyelerin imkânından azami derecede faydalanarak ortaya çok güzel bir eser koymuş. Tasavvufî bir neşveye sahip olan bir işadamı olarak hayat ve iş tecrübelerini bu eserde okuyucuları ile paylaşmış. Eser daha önce müellifin Yüzakı dergisinde yayınlanan makalelerinin Yüzakı Yayınları tarafından derlenmesi ile oluşmuş.
Bizim gibi, menkıbelerin ve hikâyelerin öğreticiliğine inananlar ve çocuklarına anlatacak güzel menkıbeler arayanlar için bu eser bulunmaz bir nimet… Eserde çocuklara ve gençlere anlatılabilecek birbirinden kıymetli kıssalara yer veriliyor. Fakat eserin her yaş grubundan insana hitap eden bir seviyede kaleme alındığını da hatırlatmakta fayda var.
Hayat tecrübelerini paylaşıyor
Eserin ilk bölümlerinde yazarın büyüklerinden duyduğu bazı tasavvufî kıssalar anlatılıyor. Daha sonraki bölümlerde ise yazarın büyüklerinin veya kendisinin bizzat yaşadığı hikâyelere yer veriliyor. Yazar bu yöntemle önce hayat tecrübelerini paylaşıyor, sonra da bunun üzerine asıl söylemek istediği mesajını oturtuyor.
Okurken çok zevk aldığımız bu tatlı kitapta kuru nasihatlerden ziyade sahici tecrübelere yer verilmiş. Hakikaten her biri altın kıymetinde olan bu tecrübelerin paylaşılması çok isabetli olmuş. Eseri okuduğumuzda, üç tane koyun güdemeyen ve hayatlarında hiçbir başarıya imza atmamış kişilerin yazdığı kişisel gelişim kitaplarının ne kadar yavan olduğunu fark ediyoruz. Ya da bu kitapların bizim dinimize ve anlayışımıza uymadığını kavrıyoruz.
Eser, pedagojik açıdan da önemli mesajlar içeriyor. Malum; televizyonlara çıkan uzman veya pedagoglar çocuk yetiştirme ile ilgili bir sürü şeyler anlatıyorlar. Bunların içerisinde doğru şeyler olsa da bilgi kaynakları bulanık olduğu için içerisinde bir sürü bize uymayacak bilgiler oluyor. Ahmet M. Ziylan’ın bu eserini okurken satır aralarında toplumumuzun yapısına uyan çok kıymetli pedagojik bilgilerin olduğunu fark ediyoruz. Mesela malının kıymetini bilme ve böylece israftan uzak durma meselesini öyle güzel anlatmış ki… Bakın babası ve dayısı ona nasıl bu eğitimi vermişler?
Malının kıymetini bilmeyi öğrenmiş!
Yazarın çocukluğunu yaşadığı Antep’te o dönemler iki tür ayakkabı olurmuş. Ucuz olan yemeni ve pahalı olan kundura… Arkadaşları genellikle yemeni giyerlermiş. Yazarımızın ise, dayısının kunduracı dükkânı olduğu için, bir çift kundurası varmış. O yıllarda altı yaşında olan yazarımız, bu ayakkabıyı birkaç ayda hemencecik eskitmiş.
Bir gün babası kapının önünde ayakkabılarının halini görünce; “Sen bunlara layık değilsin” diyerek ayakkabıları dama fırlatmış. Yazarımız işittiği bu azarın tesiri ile çok üzülmüş. O yıllarda Antep’te altı yaşına gelen çocuğu pişsin ve hayatı öğrensin diye bir işe verirlermiş. Yazarımız da dayısının kundura dükkânında çalışmaktaymış. Dayısı onun bu üzgün halini görünce; “Ne oldu, niye üzgünsün?” diye sormuş. O da sabah olanları anlatmış dayısına… Dayısı; “Üzüldüğün şeye bak, şimdi gider komşudan sana bir yemeni alırız” demiş. Beraber gitmişler 175 kuruşa borca bir yemeni satın almışlar. Yazarımızın haftalık maaşı 25 kuruşmuş. Yedi hafta çalışmış ve bu ayakkabının borcunu taksit taksit ödemiş… Yazarımız o ayakkabıyı kendi parası ile aldığı için, onun kıymetini çok iyi bilmiş ve hiç eskitmemiş. Esasında dayısı ve babası, ona, malının kıymetini böyle danışıklı bir dövüş yaparak öğretmişler.
Yılmama ve yıkılmama eğitimi de hayatta…
Farklı zamanlarda üç ayakkabı dükkânı açan ve hepsini de kapatmak zorunda kalan yazarımız, bu eserinde hiçbir başarısızlıktan sonra pes etmediğini ve Allah’a teslimiyet duyguları ile yeni bir işe giriştiğini anlatıyor. İnsanların ümitlerini kırmamak gerektiğini, “sen yapamazsın, sen beceremezsin” diye kimseyi karamsarlığa itmemek gerektiğini ifade ediyor. Bu konudaki pedagojik yaklaşımını da Edison üzerinden örneklendiriyor.
Edison ampulü bulurken 990 tane yol deniyor ve her seferinde başarısızlıkla karşılaşıyor. Fakat o yıkılmıyor, her seferinde; “Hedefe biraz daha yaklaştım” diyor. Sonunda ampulü icat edince bu icadını halka tanıtmak istiyor. Tam ampulü halka tanıtmaya götürürken, ampulü taşıyan çırağının ayağı kayıyor ve ampul kırılıyor. Sonra Edison yine uğraşıyor ve bir ampul daha yapıyor. Bu sefer ampulü yine aynı çocuğa taşıtıyor. Yine kırarsın hükmünü önceden vererek, “Sen kırdın bunu bir daha taşıma” demiyor. Çünkü o çocuğun yolunu açıyor. Yoksa hayatı boyunca orada takılacak. Yazarın verdiği bu güzel örnek, anne babalara ve bilhassa öğretmenlere pedagojik bir ilke sunuyor: İnsanlara başarıyı tattırarak, onlara başarabileceklerini göstererek, kendilerine güvenmelerini sağlayabilirsiniz.
Sabırlı olmayı da hayattan öğrenmiş
Yazarımız sabır eğitiminin de küçük yaşta verilmesi gerektiğini söylüyor ve bunun da toplumun içinde pişerek öğrenilebileceğini savunuyor. Kendi çocukluğundan güzel bir örnekle bu meseleyi de çok tatlı bir şekilde anlatıyor:
Çırakken etrafı sac, altı ahşap bir kovayı, ustası yazarımızın eline verip zaman zaman dükkâna su getirmesini istermiş. O sıralar çocuk olan yazarımız, bir gün caminin sularının kesik olduğunu görünce, susuz dönmesinin de uygun olmadığını düşünerek oradaki evlerin kapısını vurmuş ve su istemiş. Dışardaki bahçe kapısına kadar gelen teyzelerin kimisi kızmış, kimisi “işim var” demiş ve onu geri çevirmişler. Belki de bir daha istemesin, alışmasın diye de böyle yapmış olabilirler. Neyse, birkaç kapı denedikten sonra, bir teyze su vermeyi kabul etmiş ve yazarımız suyu dükkâna götürebilmiş. O kadar zahmetle bulduğu suyu büyük bir mutlulukla ustasına götüren yazarımız, bir de ne görsün? Ustası suyu almış ve dükkânı serinletmek için dükkânın önüne dökmüş. Sonra da kovayı bir daha su getirmesi için ona vermiş. İşte bu da yazarımız için çok güzel bir sabır eğitimi olmuş.
Kalfalara sabretmek zordur
Sabır ve sebat duygusunu kazanmakla ilgili şöyle bir anısını daha anlatıyor yazarımız. Çalıştığı yerde bir kalfa kendisini bir kutu jilet almaya göndermiş. O da bir kutu jilet alıp gelmiş. Kalfa fark ettirmeden içinden bir tane jileti alıp, yerine paslı bir jilet koymuş ve “Al bu kalitesiz malı götür, geri ver” demiş. İade etmek için gittiği bakkal amca, içini açmış, bakmış ki içinde paslı bir jilet var. “Bu yaşta beni kandırmaya utanmıyor musun?” diyerek, yazarımızı bir güzel dövmüş.
Bir çocuk için bu olay gerçekten de bir sabır imtihanı… Fakat yazarımız bu tür olayların insanı pişirdiğini söylüyor. Bu ve benzeri olaylara rağmen yazarımız ustaların ve kalfaların kahrını çekmiş ve sonunda o sanatı en iyi bir şekilde öğrenerek kendisi de bir usta olmuş. Şimdi Türkiye’nin en büyük ayakkabı firmasının sahibi olan yazarımız, belki de bu sabrı sayesinde bugünlere gelmiş.
Ağlatan ekmek de olur!
Ahmet M. Ziylan, israfla ilgili olarak da eserinde iki tane yürek acıtan anısını anlatıyor ki bunların ibret vesikası olarak ders kitaplarına girmesi gerekir diye düşünüyoruz. Ziylan’ın annesi bir gün çöpe atılmış bütün bir ekmek görüyor ve eve döndüğünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Annesine neden ağladığını soran yazarımız, annesinin bu ekmeği görünce bir anısının aklına geldiğini ve onun için ağladığını öğreniyor.
Annesi 14 yaşında genç bir kız iken bir dönem evlerinde bir lokma bile ekmek olmazmış. Antep harbinde asker olan amcası, kendilerine verilen günlük bir ekmeğin hepsini yemeyip bir kısmını onlara ayırırmış. Annesi ve diğer kardeşleri yirmi dört saat o ekmeği beklerlermiş. Akşama doğru amcası geldiğinde de o ekmeği kapışırlarmış.
Bir gün sabah yazarımızın annesi kendi annesini üzüm yapraklarını çiğnerken görmüş. “Ne yapıyorsun anne?” demiş. Anneannesi önce söylemek istememiş ama annesinin ısrarı üzerine söylemek zorunda kalmış. Fedakâr anne akşam gelen ekmeği çocuklar yesin diye yememiş ve üzüm yaprakları ile midesini susturmaya çalışmış. Yazarımız bu olayı ve annesinin gözyaşlarını hiçbir zaman unutamadığını söylüyor. Ekmekleri israf eden insanlarımız keşke bu hikâyeden ibret alsalar…
Kara düşen unun hikâyesi
Eserdeki en güzel bölümlerden birisi de, Ahmet M. Ziylan’ın, babasının yürek burkan bir anısına yer verdiği “Yaşayış Farkı” başlıklı bölüm. Yazarımız bölümün sonunda bu yaşanmış hikâyeyi herkesin duymasını istediğini söylüyor. Gerçekten de sahibi olduğu nimetlerin farkında olmayan insanların ders alması gereken ibretlik bir hikâye anlatılıyor bu bölümde… Yazarımızın babası, babasından şunları duymuş:
Eskiden Antep’te şerbetçiler olurmuş. Kar yağdığı zaman çuvallarla şerbetçilere kar götürüp, akşam olunca da iki kilo un parası kadar bir ücret alırlarmış. Bir gün kar yağınca o zaman çocuk olan yazarımızın dedesi, “bugün kar taşıyacağız, un alıp ekmek yiyeceğiz” diye sevinmiş. Babası ve abisi ile birlikte akşama kadar küreklerle çuvallara kar basıp, onu da şerbetçiye götürmüşler. Akşam olduğunda un alacağız diye sevinçli bir şekilde evlerine doğru dönerken, dayısı ve vergi memuru gelmiş ve “kar basmışsın, paran vardır” diyerek para istemişler. Babası; “Bu çocuklar üç gündür aç, ona göre isteyin” demiş. Buna rağmen dayısı babasının kuşağına elini atmış ve parasını almış. O gece pestil yiyip yatmışlar.
Sabah olunca yine pestil yemişler. Bir bakmışlar ki yine kar yağmaya başlamış. Yine çok sevinmişler ve beraber kar basmaya gitmişler. Akşam olduğunda parayı tahsildara kaptırmadan eve gelmişler. Evde bir kap olmadığı için annesi bir örtü vererek abisini un almaya göndermiş. Fakat abisi bir türlü gelmek bilmemiş. Bunun üzerine babası ile birlikte ona bakmak için dışarı çıkmışlar. Yolda bir adam; “Oğlun unu karın çamurun üstüne dökmüş, toplamaya çalışıyor” demiş. Abisinin olduğu yere gitmişler ve görmüşler ki abisi unu karların çamurların üstüne döküvermiş, ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette toplamaya çalışıyor.
Abisi babasını görünce hemen ayağa kalkmış. Babası abisine öyle bir tokat atmış ki abisi neredeyse yere yıkılacakmış. Ümitleri yıkılmış bir vaziyette eve dönmüşler. İki gün akşama kadar çalıştıkları halde bir sıcak ekmeğe hasret kalmışlar. Sonra ne mi olmuş? Ziyaln’ın dedesi anlatmaya devam ediyor: “O tokadı yiyen ağabeyim birkaç sene sonra on sekiz yaşında askere gitti. Gidiş o gidiş… Bir daha geri dönmedi. Nerede öldü, nerede kaldı belirsiz. Babam hatırladıkça; ‘Ah ben o tokadı niye attım’ diye yanar dururdu… ”
Ahmet M. Ziylan’ın İki Çift Söz Yeter adlı kitabında bahsettiği bu ibretli hikâyeyi okuduktan sonra, bize de, bir pirinç tanesinin veya ekmek kırıntısının ne kadar büyük nimetler olduğunu idrak etmek ve şükretmek düşüyor.
Aydın Başar/ Dunyabizim.com
GAZİANTEP ÇEVRESİ İRFANDUNYAMİZ
Tavsiye Kitaplar ↗
Tavsiye kitap listemize ulaşmak için tıklayın.
Seçme Şiirler ↗
Seçkin şairlerin en güzel şiirlerini okumak için tıklayın.