Dünyadan kainata mektuplar…

Esasında Batılılara bir şeyleri ispat etmeye çalışmak çocukça bir heves ve istekten ibarettir. Siz hakikat tuğlalarınızı örersiniz, Batılı görür; ister takdir eder isterse gözlerini kapatırlar. Bu mânâda Batılı insanın takdiri veya yergisinin bizim açımızdan hiçbir kıymeti yoktur. Mesela Yunus Emre’miz veya Mevlana’mız Batılıların takdirini celp ettiği için kıymetli değildir.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra söyleyebilirim ki Prof. Dr. Ümit Meriç Hanım, merhum babası Üstad Cemil Meriç ile aynı vazifeyi gerçekleştirmektedir. Nedir o vazife? Batılıları hayrete düşürecek derecedeki bir ilim ve irfan yükünü Müslüman doğulu bir münevver olarak taşımak. Açıkçası merhum Cemil Meriç ve kızı Ümit Meriç Hanım düşünce dünyasının kalbinin Batıda atmadığını bugün herkese ispat etmişlerdir.

Köklü bir düşünce geleneğinin son temsilcileri olan bu baba kızın düşünce dünyamıza katkılarını belki somut olarak burada izah edemeyebilirim fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki her ikisi de birer “put kıran”dır. Ümit Meriç Hanım’ın Batı merkezli düşünme yanılgısını nasıl ortaya koyduğunu okuyunca bana hak vereceksiniz. Fakat bu iki münevverimizin büyük beyinler olmasından daha çok önemsediğim bir durum var ki o da onların kuvvetli birer imana sahip mü’minler olmalarıdır. İslam’ın ruhlarda yaptığı devrimi bütün kalpleri ile idrak ettiklerini düşünüyorum.

Kainata mektuplar

4 Ocak 2012 Çarşamba günü Türk Edebiyatı Vakfı’nın konuğu Prof. Dr. Ümit Meriç Hanım’dı. “Dünyadan Kâinata Mektuplar” başlıklı bir konferans verdi. Bu konferansın bazı bölümlerini istifadenize sunuyorum. Ümit Hanım konferansa babasına dair şu bilgileri vererek başladı: “Cemil Meriç biliyorsunuz bir Hint edebiyatı yazarıdır. Ben de çocukluğumdan beri bu vesile ile Hint Edebiyatı’nı inceledim. 1963’te Dönem Yayınları babamın Hint Edebiyatı adlı kitabını basmıştı.

Dönem yayınlarının sahibi olan Ertuğrul Bey kitabın müsveddelerini bizim evden aldıktan sonra, bütün bir gece kitabı okuduğunu, sabah şafak sökerken eseri bitirdiğini ve kanatlandığını babama ifade etmişti. Fakat kitap ‘Hint ve Batı’ kısmı çıkartılarak basılmıştı. Daha sonra İletişim Yayınları Cemil Meriç’in bütün eserlerini basarken bir dönem Hisar Dergisi’nde tefrika edilen ‘Hint ve Batı’ kısmını da bu kitabın içine dâhil etti ve kitabın adı ‘Bir Dünyanın Eşiğinde’ oldu. İçeriği hakkında pek fazla fikir vermez bu başlık. Onun için Cemil Meriç’in derin okuyucusu olmayan bazı insanlar bunun Hint Edebiyatı ile ilgili bir kitap olduğunu anlamazlar.

Cemil Meriç’in kızı olmam ve çocukluktan beri Hint Edebiyatı’na aşina olmam sebebiyle bir Hint seferine çıkmaya niyet ettim. Bu aslında Hindistan gibi bir kıta için kısa bir yolculuk. Çünkü 28 eyalet, 18’den fazla dil ve binlerce lehçenin konuşulduğu bir yer orası. Ve bir ülke değil bir kıta. Ben ‘Altın Üçgen’ denilen kuzey kısmına gideceğim inşallah. Seyahate çıkmadan önce Hindistan’la ilgili birçok kitap aldım. Bu ön hazırlıkta şunu fark ettim ki bizim dünyaya bakışımız fazlasıyla Avrupa merkezci.”

Kendi irfanımız

Kendi irfanımıza dönmemiz gerektiğini söyleyen Ümit Hanım sözlerine şöyle devam etti: “Bir manada kendi irfan merkezimizi kaybetmiş bir ülke olarak biraz fazla Batı merkezli düşünüyoruz ve dünyaya böyle bakıyoruz. Çocukluğumuzdan itibaren okuduğumuz romanları düşünürsek hep Avrupa merkezli kitaplar olduğunu görüyoruz. Çok azımız bir Sadi’yi okuma teşebbüsünde bulunur. Avrupa ile idrakimizin sınırlı olması bizi bir manada coğrafi bir cehalete mahkûm ediyor. Bu cehaletten kurtulmamız gerekiyor.

O meşhur tabirle demir perde bizimle Asya arasında var. Bu idraklerimize konmuş olan bir demir perde. Coğrafyamızda ve tarihimizde olan bir demir perde değil. Cumhuriyet kuşakları olarak bu demir perdeyi zihnimize inşa ettiler. Biz bir mânâda doğuya, Azerbaycan’a, Suriye’ye, Ürdün’e, Mısır’a, İran’a sırtımızı dönük olarak kendimize bir konum belirledik. Gözlerimiz hep Batıya baktı. Zihin coğrafyamızın merkezi Avrupa oldu. Ben bunun yıkılması gerektiğini düşünüyorum. Bu Avrupa merkezli şemadan zihinlerimizi ve gönüllerimizi kurtarmak zorundayız.”

Dünyanın yedi harikası diye bir şeyin olmadığını söyleyen Ümit Hanım bu konudaki düşüncelerini şöyle açıkladı: “Malum dünyanın yedi harikasından söz edilir hep. Akdeniz ve Avrupa merkezli bir dairenin yedi harikasıdır. Zihnimizdeki demir perdeyi kaldırdığımız andan itibaren nice nice yedişer yedişer harikalar olduğunu fark etmeye başlayacağız. Mesela bu ön hazırlık döneminde Kuzey Hindistan’da Sih Mabedi var. Bu mabette her gün gelen kırk bin kişi için sorgu sual olmadan yemek çıkarılıyor. Bu yemekler çapı üç metre olan büyük kazanlarda pişiriliyor, büyük yer sofralarında ikram ediliyor. Bütün bu işler her gün değişen bir gönüllü kadrosu tarafından yapılıyor.

Dış kapıda Sih ilahileri çalan rahipler ve avuçlarıyla helva ikram eden gönüllüler var. Ben bu mabedi bir videodan seyrettiğim zaman mimarisinin güzelliği, işçiliğinin mükemmeliyeti ile birden bire zihnimdeki dünyanın yedi harikası kalıbı bozuldu. Her mabedin bir kuddüs yeri vardır, akdes-i kuddüs yani en kutsal olan yeri vardır. Mabedin, içindeki bir oda var, odanın etrafında o dine mensup olan yüzlerce kişi duruyor, o odanın içinde de onların büyük bir zat olarak bildikleri başrahipleri aynen bizim yaptığımız gibi bir secde yapıyor. Onlar o zatın bereketiyle bu ikramların yapıldığına inanıyorlar.“

Binlerce yıllık tarih

İstanbul’un dünyanın en eski şehirlerinden biri olduğunu ifade eden Ümit Hanım ilk defa Cevdet Paşa’dan duyduğu Napolyon’un bir sözünü hatırlattı: “Dünya tek bir devlet olsaydı merkezinin İstanbul olması lazım gelir.” Ardından sözlerine şöyle devam etti: “İstanbul çok köklü bir şehirdir. Dünyanın en eski şehirlerinden birisidir. Arkeolojik bulgulardan anlıyoruz ki İstanbul’un en azından sekiz bin yıllık bir tarihi var. Öyle bir şehirde yaşıyoruz ki hemen yanı başımızda 537 yılında yapılan Ayasofya yanıbaşımızda.

Şehrin kurucusu olan Konstantinus kurduğu yeni şehre kendi ismini vermemiştir, Nuava Roma (Yeni Roma) ismini vermiştir. Konstantin ismi beşinci yüz yıldaki Kilise kayıtlarından sonra yaygınlaşmıştır. Dilimizdeki ‘Rum’ kelimesi doğrudan doğruya Roma kelimesinden uyarlanmıştır. Mesela ben bir Rumeliliyim çünkü dedem Dimetokalı. ‘Rumeli’ bizzat Osmanlı’nın kullandığı bir tabir. Veya aslı ‘Arz-ı Rum’ olan ‘Erzurum’ bu topraklardaki Roma geçmişini bizlere fısıldamaktadır. Edirne’nin kurucusu da bir Roma imparatorudur. ‘Edirne’ ismi de aslında “Hadriyan” adındaki bir Roma imparatorunun adından gelmektedir.”

Konuşmasında bir de annesi ile ilgili hatıra anlatan Ümit Hanım şunları söyledi: “Annem Kandilli Kız Lisesi’nde okumuş. 1918’de İstanbul işgal edildiğinde Kandilli Kız Lisesi’nin pencerelerinden boğazda dumanları tüten işgal kuvvetleri gemilerini gördüğünü anlatmıştı. O gün kızlar şehrimiz işgal ediliyor diye ağlamaya başlayınca öğretmenleri; ‘Ağlamayın! Gidin abdest alın hep birlikte Allah’a dua edin.’ diye tavsiyede bulunmuşlar. Annemler de öyle yapmışlar.”

Şu sıralarda hazırladığı “Üç Şehrin Hikâyesi” adlı bir yazısı olduğunu söyleyen Ümit Hanım sözlerine şöyle devam etti: “Granada, İstanbul ve Paris… Bu üç şehir hikâyesini inşallah Peygamber Efendimiz’in Yahudi Beni Nadir kabilesinden eşi olan ve aslen Harun Peygamber’in bir torunu olan Hazreti Safiye’ye ithaf edeceğim. Bu çok kıymetli annemiz Müslüman olmuştur, başını örtmüştür ve hatta peçeyi de takmıştır.

Ermeni soykırım yasasını çıkartan Sarkozy’nin de bu üç şehrin hikâyesine neredeyse dâhil olabilecek bir aileden olduğu ortaya çıkmıştır. Papalığın Endülüs topraklarında yeniden Hristiyanlığı yeşertme projesi sonucunda Yahudi ve Müslümanlar ölümle ya da sürgünle cezalandırılmıştı. Sarkozy’nin dedesi de 1492 yılında II. Bayezid’in kadırgalarla kurtardığı Yahudi ailelerinden birisidir. Bu aile uzun müddet Selanik’te yaşamıştır. Aslında Sarkozy bir Osmanlı Yahudi’sidir.”

Su deposu değil

Konuşmasının son bölümünde İstanbul’daki bir Yahudi ailesinden bahseden Ümit Meriç Hanım şunları söyledi: “Granada’dan kurtarılan ailelerden birisi de Kamondo ailesidir. Bu aile uzun yüz yıllar Balat’ta yaşamıştır sonra Karaköy’e geçmiştir. 1856 yılında Kırım Savaşı yıllarında birçok Avrupalı İstanbul’a gelmiştir. O sıralar Beyoğlu Emiri, bir bataklık bölgesi olan Karaköy’ün düzenlenmesi için on kişilik bir heyet kurmuştur. Bu heyetin içinde Kamondo ailesi de vardır.

Bugün, Karaköy, Bankalar Caddesi ve Tünel civarında gördüğümüz o koca granit taşlarından yapılan binalar işte bu dönemde Avrupa tarzında inşa edilmiştir. Bu inşalar on yıl kadar kısa bir sürede yapılmıştır. Kamondo ailesi günden güne zenginleşmiştir. Bu aile ‘Alyans İsrailist Üniversal’ adında bir Yahudi okul zinciri kurmuştur. O zaman seksen yaşında olan dedeleri Abraham Salomon ile birlikte Paris’e taşındıktan sonra kısa bir müddet sonra Fransa’nın en zengin banker ailelerinden birisi olur. Fakat bu aile İstanbul’la irtibatını kesmez çünkü dokuz tanesi han olmak üzere burada elli beş tane mülkleri vardır.

Ailenin dedesi bir müddet sonra hastalanır ve ölür. Vasiyetinde İstanbul’da yaptırılan özel kabre konmak istediğini bildirmesi üzerine cenazesi İstanbul’a getirilir. Onun cenaze merasimi yapıldığı gün İstanbul’da bütün dükkânlar kapalıdır. Bu ailenin şehrin hayatında o kadar yeri vardır. Bugün Okmeydanı’ndan Haliç’e doğru inerken önünden geçtiğimiz anıt mezarına konulur. Bu kabri birçok insan su deposu zannediyor. Esrarkeş tekkesi olarak kullanılan bu yerin restore çalışmaları başlatıldı.

Kamonda ailesi Fransa’da zevk-ü sefa içinde yaşarken Birinci Dünya Savaşı patlar. Ailenin oğlu savaş pilotu olur ve savaş esnasında ölür. Aileden geriye bir kız kalmıştır Beyatris; onun da iki tane çocuğu vardır. Bu arada İkinci Dünya Savaşı yıllarına gelmiş oluyoruz. Beyatris Yahudilikten Katolikliğe geçmiştir. Beyatris kendisini hiçbir şekilde Yahudi hissetmemektedir. Fakat Hitler böyle düşünmediği için es-eslerin listesine onu ve çocuklarını da eklemiştir. 1942 yılının bir sabahında Hitler’e bağlılık yemini etmiş subaylar Paris’teki o muhteşem konaktan şaşkınlık içindeki Beyatris’i ve iki çocuğunu alarak Asviç’e götürürler ve onları gaz odasına sokarak öldürürler. Böylece bu ailenin son fertleri de ölmüş olur.”

Adeta akıcı bir yazı dili üslubuyla yapılan bu konuşmayı dinlemek güzeldi. Türkçeyi ne kadar güzel bir şekilde kullanıyordu Ümit Hanım. Programın sonunda Mehmet Nuri Yardım Bey beni kendisi ile tanıştırdı. Onunla kısa bir sohbetimiz de oldu. Beraber bir de fotoğraf çektirdik. Bu seviyeli ve farklı konferansı sizlere aktardığım için çok mutluyum. Bilhassa onun kendi irfanımıza dönmekle ilgili sözlerini çok anlamlı buldum.

Kaynak: Aydın Başar, İrfan Yolculuğu, s. 71-76

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.