Bir hareketin veya bir mücadelenin başarılı olabilmesi için üç unsura ihtiyaç vardır. Birincisi aksiyon, ikincisi ilim, üçüncüsü ise ihlastır. İstanbul’un fethinin arka planına baktığımızda bu üç unsurun da yerli yerine oturduğunu görüyoruz.
Fethin birinci boyutu olan aksiyon boyutunu “Ne güzel kumandan ve ne güzel asker” övgüsüne mazhar olan tüm komutan ve askerler temsil eder. İkinci boyutu olan ilim boyutunu Sultan Mehmet’in istişare heyetini oluşturan dönemin uleması temsil eder. Ve üçüncü boyutu olan ihlası ise kuşatma esnasında Sultan Mehmet’i yalnız bırakmayan ve daima dualarıyla onu destekleyen başta Akşemseddin Hazretleri olmak üzere dönemin tüm maneviyat önderleri temsil eder.
Üçüncü boyut
İstanbul’un fethinin tam anlamıyla idrak edilebilmesi için bu üç boyutun da ihmal edilmemesi gerekir. Bu yazıda fethin üçüncü boyutunun sembolü olan ve Sultan Mehmet’in “Fethin gerçek mimarı hocamdır” diyerek işaret ettiği Akşemseddin hazretlerinin fetihteki rolünden bahsedilecektir.
Tarih göstermiştir ki Sultan Mehmet gibi önemli devlet adamlarını ancak Akşemseddin Hazretleri gibi büyük şahsiyetler yetiştirebilirler. Nitekim tarihimiz maneviyat önderlerinin yetiştirdiği mücahit ruhlu devlet adamlarının örnek kahramanlıklarıyla doludur.
Fatih Sultan Mehmet gibi diğer Osmanlı padişahları da âlimlere ve maneviyat önderlerine çok büyük hürmet göstermişlerdir. Hatta tasavvufi neşveye sahip olan birçok Osmanlı padişahının tekkelere yer tahsisi ve dergâhlara maddî yardımlar yapmanın dışında bizzat bir dergaha intisap ettikleri de bilinen bir gerçektir. Bu durumun bir uzantısıdır ki birçok Osmanlı padişahı aynı zamanda derviş meşrep şiirleriyle bilinen birer divan edebiyatı şairidir. III. Murat Han’ın ilahi formunda bestelenilen şu meşhur şiiri, Osmanlı padişahlarının bu yönlerini ortaya koymanın yanı sıra aynı zamanda onların iç âlemlerindeki güzelliği de meydana çıkarmaktadır.
Benim;
Murad kulun, suçumu affet,
Suçum bağışlayub günahım ref’et
Resul’un sancağı dibinde haşret
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Cihad şuuru
Gönül dünyalarında Allah ve Resulünün aşkıyla dolu olan Osmanlı padişahları, dış dünyalarında ise hakkın hâkimiyeti uğrunda cihattan cihada koşmaktan çekinmemişler ve İslam’ı adeta bir “sahabe” tadında yaşamışlardır. Onların Allah’ın hükümlerini her şeyin üstünde görmeleri ve ilay-ı kelimetullah ruhundan asla sapmamaları nedeniyledir ki dönemin önemli maneviyat önderleri de onlardan hiçbir zaman himmetlerini esirgememişlerdir.
Gerek topluma erdemli insanlar kazandırmak suretiyle olsun, gerekse devletin düzenlediği askeri seferlere gaza ve cihad şuuru kazanmış cesur dervişler göndermek suretiyle olsun, onlara daima destek olmuşlardır. Cami, imarathane, vakıf gibi kurumların açılış törenlerinden düğün ve cenaze merasimlerine kadar sosyal hayatın hemen her kesitinde devlet adamlarını yalnız bırakmamışlardır. Hükümdarların kılıç kuşanma merasimlerindeki rolleri ise oldukça dikkat çekicidir.
İstanbul’un fethiyle sonuçlanan büyük kuşatmada da ulema ve meşayıh padişahın yanı başındadır. Dönemin ünlü sûfîlerinden Akşemseddin Hazretleri bu zevatın en önde gelenlerindendir. Onun yanı sıra Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani ve Şeyh Sinan gibi alim ve veliler de müritleri ile birlikte kuşatmaya katılmıştır.
Sultan Mehmet daha önce Müslümanlarca defalarca kuşatılan ancak bir türlü alınamayan İstanbul’u alabilmek içini maddî ve manevî her türlü çabayı göstermiş ve bu çabalar çerçevesinde surları yıkabilecek 1,5 kilometre uzağa fırlatılabilen 2 ton ağırlığındaki toplar döktürmüştür. Hatta “havan topu“nu da bizzat kendisi icat etmiştir. Fetih için her türlü altyapıyı hazırlayan Sultan Mehmet kuşatmaların zamanı konusunda ise bilhassa Akşemseddin’le istişare etmiştir. Nitekim ona fethi müjdeleyen de yine kendisi olmuştur.
Enisi’nin Menakıb’ında bu müjde ile ilgili şöyle bir ifadeye rastlanır: “Akşemsedin vakt-i fethi tayin eyledüginden sual olundı ğaibu nerden bildün ki hüküm eyledün didiler cevab virdi ki karındaşım Hızır ile ‘ilmü ledünni’de Kostantiniyye’nün fethini vakti ile istihrac eylemişdük.” (Yurd, İhsan, Kaçalın, Mustafa, Akeşemseddiin’in Hayatı ve Eserleri, s.26)
Kuşatma başlar
Fatih Sultan Mehmed, kuşatmanın başında iken Bizans imparatoruna şehri kan dökmeden teslim etmesini telkin etmişse de bu teklifine olumlu bir cevap alamayınca, ordusuna savaş emrini vermiş ve İstanbul şehrinin fethi ile bitecek olan büyük kuşatmayı başlatmıştır. Kuşatma esnasında, gemileri karadan yürütmek suretiyle donanmayı bir gecede Dolmabahçe’den Haliç’e indirmeyi başaran Sultan Mehmet, henüz kuşatmanın başlarında iken birçok olumsuzluklarla karşılaşmıştır. Öyle ki zaman zaman askerlerin fetihten umutlarını kestikleri zamanlar bile olmuştur.
Kuşatmanın devam ettiği bir sırada, Avrupa devletlerinden Bizans’a yardım getiren gemilerin önlenemeyişi, düşmanın bu yardımları yerine ulaştırmaya muvaffak oluşu, Baltacıoğlu Süleyman Paşa’nın Ceneviz gemileri ile yaptığı deniz savaşında yenilmesi ve diğer iki başarısız saldırının neticesinde askerdeki moral değerleri oldukça düşmüş ve fethin başarılamayacağına dair karamsar düşünceler de giderek yayılmıştır. Bu şartlar altında fetihten ümidini kesen Çandarlı Halil Paşa ve arkadaşları Bizans’ın barış teklifini kabul ederek kuşatmanın durdurulması gerektiğini savunmuşlardır. (Bkz. Akgündüz, Ahmed, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 1999, s.98)
Bütün bu olumsuzluklara rağmen gelişmeleri dikkatle takip eden Akşemseddin Hazretleri ise padişaha ısrarla kuşatmanın devam etmesi gerektiğini söylemiş ve ona savaşın sevk ve idaresi ile ilgili birtakım öğütler vermeyi de ihmal etmemiştir. (Bkz. Yurd ve Kaçalın, a.g.e., s.28)
Kuşatmanın seyrinin kötü gitmesi üzerine bazı devlet adamları padişaha gelerek; “Savaştan anlamayan bir sofunun sözüyle, askerlerimiz telef oldu, hazinemiz tükendi, Bizans’a yardımlar ulaştı, fetih için bir ümit kalmadı” şeklinde bazı şikâyetlerde bulunmuşlardır. Bu kabilden tenkitlerin az da olsa etkisinde kalan Sultan Mehmet, bunun üzerine Ahmet Paşa’yı Akşemseddin’e göndererek ona “Düşmana galebe çalmak var mıdır?” diye sormasını emretmiştir.
Akşemseddin hazretleri ise: “Ümmeti Muhammedin askerleri bir kafir kalesine hücum ederse inşallah fetholunur” şeklindeki bir cevapla kifayet etmişlerdir. Bu cevapla tam anlamıyla tatmin olmayan Sultan Mehmet, Ahmet Paşa’yı bir kez daha ona göndermiş ve ondan fetih için tavsiyelerini istemiştir. Bunun üzerine Akşemsedin padişaha şu ifadelerin geçtiği bir mektup yazmayı uygun görmüştür: “Kul tedbir alır Allah-u Teala takdir eder, kaziyesi delili sabittir. Hüküm ise Allah’ındır. Velakin kul da elinden geldiği kadar gayret göstermede asla kusur etmemelidir. Resulullah’ın ve ashabının sünneti seniyesi budur.”
Mektubu okuyan ve fetih umutlarını tazeleyen Sultan Mehmet, bunun üzerine Akaşemseddin’den bizzat dûa istemek maksadıyla onun çadırına yönelmiş ve çadırının sıkı sıkıya kapalı olduğunu görmüştür. Akşemseddin’in kimsenin içeri girmemesi için bir talimat verdiğini öğrenen padişah içeri girmeden kapıdan geri dönmüştür.
Fetih müyesser olur
Biraz sonra şiddetli hücum başlayacaktır. Yeniçeriler, azaplar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, veliler, âlimler, şeyhler, padişahın buyruğu ile İstanbul’un üstüne adeta bir sel gibi akacaktır. Uzun süredir hocasını merak eden Sultan Mehmet onun yanına son bir kez daha gitmiş ve bu sefer sıkı sıkıya kapatılmış olan çadırın içini görebilmek için çadıra kılıcıyla küçük bir delik açmaktan kendini alamamıştır.
İçeriye baktığında Akşemseddin Hazretleri’ni kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, sarığı düşmüş, ak saçı ve aksakalı toz toprak içerisinde kalmış, gözyaşları içerisinde dua ettiğini görünce kendisi de bu durumdan epeyce müteessir olarak gözyaşlarına gark olmuştur. Akşemseddin hazretleri henüz secdede ağlamakta iken nihayet Yüce Allah’ın izniyle fetih gerçekleşmiş ve Ulubatlı Hasan burçlara bayrağı dikmiştir. (Bkz. Altınok, Baki Yaşa, Hacı Bayra Veli Bayramilik ve Melamilik, Ankara, 1995, s.101)
Fetihten hemen sonra Akşemsedin ve Sultan Fatih Topkapı’dan şehre girerken şöyle bir olaya şahitlik etmişlerdir: Bizans’ın zulümlerinden bezmiş olan halk, genç Fatih’in yanındaki yaşlı Akşemseddin’i padişah sanmış ve ona demet demet çiçekler sunmuşlardır. Bu durumdan rahatsız olan Akçşemseddin hazretleri “Sultan ben değilim, padişah odur” diyerek halkı Padişaha yönlendirse de Sultan Mehmet bu söze şöyle mukabele etmiştir: “Gidin, yine ona gidin, Sultan Mehmed benim ama o benim hocamdır, şehrin manevi fatihi odur”. (Bkz. Altınok, Baki Yaşa, a.g.e., s.101, 102)
Çok geçmeden Okmeydanı’nda askere ülüşleri dağıtıldıktan sonra bir zafer alayı düzenlenmiş, ülüş dağıtımının akabinde Akşemsedin Hazretleri ayağa kalkarak orada bulunanlara şöyle hitap etmiştir: “Ey ğuzat-ı müslimin, bilün, agah olun, kim cümlenüzün hakkında ahir-i zaman peyğambarı ol serveri kainat ve ol mefhar-i mevcudâd buyurdular ki; La tuftehanne’l Kostantiniyyata vela n’ima’l amiru amiruha va la ni’ma’l ceyşu zalikel ceyşu” (Konstantiniyye elbette fethedilecektir, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir.)(Bkz. Yurd, İhsan ve Kaçalın, Mustafa, a.g.e., s.30)
İslam beldesi olur
O günden sonra şehir vakit kaybedilmeden bir İslam beldesine dönüştürülmek üzere yeniden imar edilmeye başlanmış ve başkent Edirne’den İstanbul’a taşınmıştır. Genç Sultan’ın fethedilen şehri yeniden inşa etme kararı Müslüman kitleler arasındaki dini coşkunluğa da tevafuk etmiştir. Dönemin birçok tarikatı da, İstanbul’un İslami açıdan yeniden kurulmasında çok önemli roller oynamıştır. (Bkz. İnalcık, a.g.e., s.72) Tıpkı Mekke’nin fethindeki gibi bütün putlar temizlenmiş ve İstanbul güzel bir İslam şehri haline getirilmiştir. Fatih Camii’ne ait vakfiyenin mukaddimesindeki şu ibretli yazı bu duruma işaret etmektedir: “Sultan Mehmed Kostantiniyye’yi Allah’ın yardımı ile fethetti. Orası bir putlar şehri idi.” (İnalcık, a.g.e., s.75)
Hocasının manevi tesirinden kendisini alamayan Sultan Mehmet, fetihten sonra yine bir gün daldığı bu feyiz deryasının etkisiyle öyle olmuştur ki Akşemseddin Hazretleriyle olan bir sohbetinde ona şöyle demiştir: “Dünya nimetlerinden gına getirdim. Emelim şudur ki, tac ve tahtımı terkedem senin yanında Hakk’a hizmet yolunda ibadetle ömrümü geçirem.” Bazı rivayetlerde Fatih’in hocasının gözetiminde halvete girmek istediği de söylenmektedir. Sultan Mehmet’in bu isteği üzerine Akşemseddin, ona, taç ve tahtını terk etmemesi gerektiğini, devletin başında bulunmasının ümmet-i Muhammed için daha hayırlı olduğunu, adaleti tesis ve icra etmenin ibadetlerin en hayırlısı olduğunu hatırlatmıştır. (Bkz. Yurd, İhsan ve Kaçalın, Mustafa, a.g.e., s.30, 90) O günden sonra Akşemseddin Hazretleri, Fatih’in ısrarlarına rağmen İstanbul’da kalmayarak Göynük’e dönmüş ve 5 Kasım 1459 tarihinde bu dünyaya gözlerini kapatmıştır. (Bkz. Altınok, a.g.e. s. 103)
Fatih Sultan Mehmet ile Akşemseddin hazretlerinin arasındaki bu münasebetler göstermektedir ki Fatih Sultan Mehmet’in Akşemseddin hazretleriyle çok müstesna bir dostluğu vardır. Nitekim burada da görüldüğü gibi gerçek devlet adamlarının maneviyat önderlerine büyük saygıları olmakla beraber, tasavvuf büyüklerinin de her zaman imanlı devlet adamlarına olan teveccühleri söz konusudur.
Sonuç itibarı ile bu fetih bizlere birçok güzel şeyle beraber şunları öğretmiştir: Fatih gibi önemli devlet adamlarını ancak Akşemseddin gibi büyük maneviyat önderleri yetiştirebilirler. Ve büyük fetihler de ancak, ulemanın, maneviyat önderlerinin ve devlet adamlarının bir dava etrafında kenetlenmeleri ve daima bir gönül birlikteliği içinde olmaları neticesinde gerçekleşebilirler. Yani başka bir ifade ile ilim, ıhlas ve aksiyon bir arada olduğunda yeni fetihlerin gerçekleşmemesi için bir sebep yoktur. Yeni fetihlerde buluşmak niyazıyla…
Aydın Başar/ Altınoluk Dergisi
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.